Suudi Arabistan balistik füze tehdidi altında

Suudi Arabistan balistik füze tehdidi altında

Füzeler imha edilmiş olsa da Riyad için tehdidin artarak sürdüğü söylenebilir.

Geçtiğimiz hafta Yemen’de belirli bölgelerde kontrolü elinde bulunduran Husi güçleri, Suudi Arabistan’a yönelik sansasyonel bir balistik füze saldırısı gerçekleştirdi. Körfez’in bu en önemli ülkesinde siyasi depremlerin yaşandığı bir döneme denk gelen saldırının, başkent Riyad yakınlarındaki Kral Halid Uluslararası Havalimanı’nı hedef aldığı belirtildi. 

Suudi Arabistan Silahlı Kuvvetleri envanterinde bulunan Patriot hava ve füze savunma sistemleri, hedefine yönelen balistik füzeleri imha etmiş olsa da Riyad için tehdidin artarak sürdüğü söylenebilir. Suudi Arabistan ve müttefikleri yoğun hava taarruzlarına karşı balistik füze tehdidinin önüne geçemediler ve açıkçası geçmeleri de zor. Eğer Yemen’de çatışmanın seyri ve temposu böyle ilerlerse, şu anda 60-70 civarında tahmin edilen Suudi Arabistan’a yönelik füze saldırıları, 2018 yılında 100’ü bulabilir ve 800 km’nin üstünde bir menzil ile başkenti baskı altında tutabilir. Bu durum, Suudi Arabistan açısından kabul edilemez bir güvenlik riski oluşturacaktır. Aynı zamanda savunma bakanı da olan Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın gerek içeride gerekse bölgede istediği adımları böyle bir risk sürerken atması ise çok zor.

Husi balistik füze tehdidi neden kritik?

Askeri literatürde balistik füzeler karakteristik özellikleri dolayısıyla önemli bir yer tutmakta. Öncelikle çok yüksek hızlarda seyretmeleri dolayısıyla yüzlerce hatta binlerce kilometre mesafeden icra edilen bir balistik füze taarruzu dahi baskın niteliği taşıyabilir. İkincisi, yerçekiminden faydalanan parabolik bir uçuş yolu izleyen balistik füzelerin -ki uzun menzilli olanları bu yolun bir kısmını atmosferin üst katmanlarında ya da dışında gerçekleştirir- tespit ve imha edilmeleri zordur. Üçüncüsü, caydırıcı bir balistik füze envanteri edinmek, sabit ve döner kanatlı platformlardan oluşan bir hava kuvvetleri teşkil etmekten daha az maliyetlidir. Son olarak, balistik füzelerin kitle imha silahları için (biyolojik, kimyasal, nükleer ve radyolojik silahlar) ideal atış vasıtası olması, Suriye ve Kuzey Kore örneklerinde görüldüğü gibi, ciddi güvenlik sorunlarını da beraberinde getirmektedir.

Balistik füzelere ilişkin kısa bilgilendirmeden sonra, Suudi Arabistan’a yönelik Yemen kaynaklı füze tehdidinin neden giderek daha ciddi bir hal aldığı iyi analiz edilmeli. Açıkçası, konunun operasyonel ve stratejik seviyelerde askeri veçheleriyle birlikte önemli teknik, jeopolitik ve siyasi sonuçları bulunuyor.

Operasyonel düzeyde temel sorun, balistik füzeler-hava ve füze savunma sistemleri denkleminin, taarruz eden tarafa daha çok şans tanıyan bir askeri karakteristik taşıması. Daha net ifade etmek gerekirse, Suudi füze savunma sistemleri ne kadar çok tehdidi havada imha ederse etsin, sadece birkaç füzenin hedefini bulması dahi hem Husi güçlerine ciddi bir psikolojik üstünlük sağlıyor hem de Riyad’ın caydırıcılık kapasitesinin sorgulanmasına yol açıyor. Yine operasyonel düzeyde ikinci sorun, 2015 yılından bu yana Husi güçlerinin füze saldırılarına ilişkin tempoyu koruyabilmesi. Yemen’de sürdürülen harekatın henüz başında, Nisan 2015’te, başkent Sanaa yakınlarındaki bir füze üssüne yönelik Suudi Kraliyet Hava Kuvvetleri taarruzundan sonra Husi güçlerinin elindeki balistik füzelerin büyük bölümünün yok edildiği açıklanmıştı. Aslında, müdahalenin hemen başında stratejik silah sistemlerinin bertaraf edilmesi de askeri planlama bağlamında doğru bir yaklaşımdı. Ancak, yakın dönem harp tarihi bize mobil lançerler tarafından taşınan balistik füzeleri bulmanın, mükemmel bir alan hakimiyeti olmaksızın, adeta samanlıkta iğne aramak gibi olduğunu gösterdi.

Stratejik düzeyde Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri için üç temel sorun var. Birincisi, Suriye ile birlikte Yemen cephesi de İran balistik füze bilgi birikimi için bir laboratuvar niteliği taşıyor. Bu noktada, askeri modernizasyon yürütülmesi, doktrin ve konsept üretilmesi için en iyi öğrenilen dersler kaynağının gerçek harp koşulları olduğu da not edilmeli. İkincisi, Husi güçleri tarafından icra edilen füze taarruzları giderek taktik nitelikten, cephe gerisinde kritik ulusal altyapıyı hedef alan stratejik bir niteliğe bürünüyor. Suudi Arabistan’da başkent Riyad yakınlarında bulunan havaalanına yönelik saldırı da bunlardan biri. Üçüncü stratejik sorun da, her ne kadar Patriot bataryaları göreli olarak iyi bir sınav verse de, uzun dönemde füze tehdidi kesilemezse inisiyatif üstünlüğünün Husi kuvvetlerine ve İran’a geçmesi riski.

Teknik düzeyde, Husi güçlerinin ellerinde bulunan balistik füzelere ilişkin gelişmeler Suudi Arabistan için pek iç açıcı değil. Husilerin çatışmalar başlamadan önce Yemen envanterinde bulunan Sovyet yapımı Scud-B ve SS-21 (Tochka) füzelerinin önemli bir bölümünü ele geçirdiği bilinmekte idi. Yine 2000’li yılların başında Kuzey Kore’den Yemen’e yapılan ve tipi tam olarak bilinmeyen füze teslimatları söz konusu. Bu unsurların bir bölümünün de Husiler’in elinde olduğunu söyleyen istihbarat analizleri mevcut. Elbette bir de, iddialara göre İran Devrim Muhafızları Kudüs Güçleri yardımı ile yapılan modifikasyon ve modernizasyon çalışmaları var. Bu çalışmaların en son örneğinin de, Riyad’a yönelik saldırıda kullanılan Burkan (Volkan)-2 füzesi olduğu belirtiliyor. İmha edilmiş olsa da bu son füze önemli, zira yaklaşık 800 km menzili ile Suudi Arabistan’ın derinliğini doğrudan tehdit ediyor. Kimi kaynaklar Burkan-2 füzesinin harp başlığı ve uçuş karakteristiği modifiye edilmiş bir Scud-B olduğunu, kimi kaynaklar yine Scud türevi olan İran Kıyam balistik füzesi olduğunu, bazı uzmanlar ise Kuzey Kore yapımı (Sovyet yapımı Scud füzelerinden farklı olan ve gövdeden ayrılan bir harp başlığına sahip) Scud-D füzesi olduğunu öne sürdüler. Açık-kaynaklı istihbarat imkanları ile bu değerlendirmelerden hangisinin doğru olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak kesin bir şey var, eğer Suudi askeri eliti konuya bir çözüm bulamaz ise, Husi güçleri savaşı cephe gerisine taşıma eşiğinde bulunuyor.

Son olarak, bahse konu füze saldırılarının jeopolitik ve siyasi sonuçlarından söz etmeliyiz. Jeopolitik olarak ‘cephe gerisi’ kavramının yavaş yavaş ortadan kalktığının görülmesi önemli. Bu gelişme aslında sadece Suudi Arabistan’a özgü bir durum da değil. Örneğin Lübnan Hizbullahı’nın elinde bulunan -ve Suriye’de çatışmalar başladığından itibaren olağanüstü bir hızla geliştiği tahmin edilen- roket ve füze envanteri İsrail için benzer bir sonuç doğurdu. Söz konusu jeopolitik durum ise siyasi olarak Riyad’ın daha da sertleşmesine ve hava bombardımanlarının yoğunlaşmasına neden oluyor. Bu hava bombardımanları sonucu yaşanan sivil kayıplar ise Suudi Arabistan’a yönelik Batı kamuoyunda tepkileri beraberinde getiriyor. Bu tepkilerin moral değerlerin yanında bir etkisi daha olabilir. Suudi Arabistan Silahlı Kuvvetleri gerçekten çok modern platformlara sahip ancak muharip yeteneklerinin istikrarlı biçimde devam ettirilmesi milli bir savunma sanayiine değil çok geniş bütçeli askeri alımlara dayanıyor. Dolayısıyla, ilerleyen dönemlerde mühimmat tedariği konusunda bazı kısıtlamalarla karşı karşıya kalması da Suud yönetimi açısından bir risk unsuru.

‘Scud avı’ ne kadar mümkün?

Peki Suudi Arabistan kuvvetleri, dev savunma harcamaları portföyü ile desteklenen teknolojik üstünlüklerine karşın, Yemen kaynaklı balistik füze tehdidini neden tam olarak sona erdiremiyor? Bu sorunun yanıtını yaklaşık 25 yıl geriye giderek, Birinci Körfez Savaşı (1991) sırasında Irak’ın o dönemdeki lideri Saddam Hüseyin’in Scud füzelerinde arayacağız.

Bilindiği üzere, özellikle İran-Irak Savaşı’ndan (1980-1988) öğrenilen dersler ışığında, Irak Baas güçleri Sovyet yapımı kısa menzilli Scud balistik füzelerine ilişkin yeteneklerinde ciddi bir yol katetmişlerdi. Teknik olarak ifade etmek gerekirse, dönemin Irak Silahlı Kuvvetleri sıvı yakıtlı olan, dolayısıyla daha uzun bir fırlatma döngüsüne sahip Scud füzelerini yaklaşık 30 dakika içinde taarruza hazır duruma getirmeyi başarmışlardı. Bu da, fırlatma döngüsünün neredeyse üçte iki oranında geliştirilmesi anlamına gelmekte idi. Ayrıca, Birinci Körfez Savaşı’ndan önce Irak envanterindeki Scud türevlerinin modernizasyonu ve modifikasyonları ile elde edilen menziller gerçekten etkileyici seviyeye gelmişti. Açık-kaynaklı bilgiler, El Hüseyin adı verilen Scud türevinin yaklaşık 600 kilometre, El Abbas adı verilen Scud türevinin ise 750- 900 kilometre uzaklıktaki hedefleri vurabilecek kapasiteye ulaştığını gösteriyordu. Elbette, bu askeri modernizasyon başarıları, bundan çeyrek yüzyıl öncesinin birikimi ile zorlu ekonomik koşullar altında gerçekleştirilmişti. Dolayısıyla bugün İran’ın stratejik silah sistemleri alanındaki atılımlarının Yemen’de çok daha güçlü sonuçlar alması muhtemel.

Birinci Körfez Savaşı başında Saddam Hüseyin’in balistik füze yeteneklerine ilişkin çok aktif bir yaklaşım sergilediği biliniyor. Özellikle İsrail’e yönelik taarruzlar ile savaşın karakterinin değiştirilmesi ve böylelikle Irak karşıtı koalisyonun Arap üyelerinin ABD’ye destekten vazgeçmeleri Bağdat’ın askeri stratejik öncelikleri arasında yer almakta idi. Suudi Arabistan’a ve bu ülkedeki ABD birliklerine yönelik balistik füze taarruzları da, özellikle kimyasal harp başlığı kuşkusu dolayısıyla büyük paniğe yol açmıştı.

Tüm bu gelişmeler karşısında, ABD liderliğindeki koalisyon popüler olarak ‘Scud avı’ olarak bilinen bir dizi operasyon başlatmak zorundaydı. O döneme ilişkin yapılan askeri bilimler alanındaki yayınlar, silolarda bulunan Scud füzelerinin koalisyon için büyük bir engel teşkil etmeden vurulduklarını gösteriyor. Ancak asıl sorunun hareketli lançerler (örn. 8X8 özel kamyonlar) ve bunları destekleyen -çoğunlukla sivil amaçlı yakıt tankerleri ve otobüsler gibi kamufle edilmiş- diğer araçlar olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Başta ABD Hava Kuvvetleri olmak üzere koalisyon üyesi birçok savaş uçağının, LANTIRN ve SAR radarları gibi gelişmiş sistemlerine karşın, hareketli Scud lançerlerini tespit etmekte zorlandıkları açıkça dile getiriliyor. Saddam Hüseyin’in füze kuvvetleri, hem araziden faydalanarak hem de üst düzey bir kamuflaj taktiği ile stratejik silahlarının ömrünü uzatmayı başarmıştı. Dahası, hava kuvvetleri yeterli olamayınca çeşitli özel kuvvetler misyonları da ‘Scud avına’ katılmak durumunda kalmıştı. Savaş sonrasında yapılan açıklamalarda ise neredeyse hiçbir yetkili imha edilen Scud füzeleri ve lançerlerine dair kesin sayı verememişti.

Dolayısıyla, yakın dönem harp tarihi gösteriyor ki, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin, salt hava gücüne dayanarak, Yemen’de Husi kuvvetlerinin elinde bulunan balistik füzeleri tamamen imha etmeleri imkansıza yakın. Ayrıca, statik bir füze tehdidinden değil, İran Devrim Muhafızları Kudüs Güçleri unsurlarınca sürekli takviye edilen bir envanterden söz edildiği de unutulmamalı. 2018 yılında söz konusu tehdidin artarak sürmesi muhtemel. Bunun Suudi Arabistan’daki taht savaşlarına nasıl etki edeceği ise bölge uzmanlarının ve siyasi analistlerin yanıtlaması gereken bir soru.

Dr. Can Kasapoğlu

[Dr. Can Kasapoğlu İstanbul merkezli bir düşünce kuruluşu olan Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi’nde (EDAM) savunma analistidir]

İlgili Haberler
HABERE YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.