ABD kendini düzeltecek ya da çökecek
ABD uzun yıllardır, dahili kültürel psiko-tiyatrolarının devlet politikalarının yönünü tayin etme ayrıcalığının keyfini çıkarmaktaydı. Dış politika, Amerikan elitlerinin fantezilerini dünyanın geri kalanına bazen şiddete de başvurarak ihraç ederken; içerdeki siyaset özellikle son yıllarda artık insanların eğlenmek kullandığı bir ciddiyetsizlikler geçidi halini aldı.
Bu iyi günlerin artık sonu geliyor olabilir. Çin gibi gerçek bir rakiple karşı karşıya kalan Amerikalılar eğer devletlerinin eski günlerdeki gibi nüfuz sahibi olmasını istiyorlarsa bazı zor kararlar almak zorundadır. Amerikan halkı, neye değer verdiklerine ve kurumlarının hangi değerlere göre yeniden şekillendirilmesini istediklerine karar vermek zorundadır.
Ülkelerinde güç paylaşımının nasıl olması gerektiğine dair Amerikalıların önünde birbiri ile sıkı bir yarış içinde olan dört seçenek vardır; sadakat, eşitçilik, meşruiyet ve liyakat. Dünya üzerindeki diğer toplumların tecrübeleri incelendiğinde bu değerlerin ağırlık katsayılarının nasıl hesaplandığına bağlı olarak beraberinde ciddi sonuçlar doğurduğu görülür.
Türk Devlet Başkanı Tayyip Erdoğan, iktidarının ilk on yılında, ülkede on yıllardır görülmemiş bir ekonomik büyüme ortamı oluşturmasına yardım eden işinin ehli teknokratlara bel bağlamaktaydı. Türkiye’nin o sarhoş edici günlerinden bu yana bazı şeyler değişti. Ülkenin iktidar partisi liyakat vurgusunu terk ederek bunun yerine Türk milliyetçisi bir İslamcılığa ve Erdoğan’ın şahsına sadakati ön plana çıkardı.
Erdoğan ve kendisi ile bağlantılı olanlar bu süreçten bir yara almadan çıktı ancak Türkiye büyük sıkıntılar çekti. Türk lirasının tamamen çöktüğü bir dönemde Erdoğan’ın, damadının bir yakını olan ve iktidar partisinin sadık destekçileri arasında bulunan ancak ekonomi alanında yeterli eğitime sahip olmayan bir ismi Maliye Bakanı olarak ataması durumu daha da kötüleştirdi. Erdoğan bir taraftan ekonomik manada vaatlerini yerine getirmeyi bırakırken diğer taraftan da tarihi kiliseleri camilere dönüştürerek intikam alırcasına bir kültür savaşı başlattı. Aynı zamanda da her gün daha da zorlaşan hayat şartlarını insanların gündeme getirmesini engellemek için halkı belirli bir biçimde kutuplaştırdı.
Devlet içindeki en güçlü makamlara atama yapılırken incelenen en önemli faktörler belirlenirken sadakat ve ideolojiye odaklanılması, gerileme tecrübe etmekte olan sistemler arasında yaygın bir uygulamadır. Bugün bunun hem sol hem de sağ cenah tarafından ABD’de de yapıldığını bakan herkes görebilmektedir.
ABD'de liyakatsizlik problemi
Amerikalılar, liderine sadakate odaklanan bir ülkede yaşamanın nasıl bir tecrübe olduğunu Trump döneminde bir nebze olsun tattı. Muhaliflerinin panik içindeki söylemlerinin aksine Trump ABD’yi bir diktatör olarak yönetmedi ve zaten yönetemezdi. Fakat, siyasi atamalar yaparken resmî kurumları hangi aday daha iyi yönetir sorusuna göre değil aile bağları ve dalkavukluk gibi faktörlere göre hareket ederek çok bariz bir mesaj verdi. Trump’ın liyakatsiz oğullarını ve damatlarını güçlü makamlara getirmesi, Amerikan topraklarında filizlenmesi halinde sağcı bir monarşinin nasıl bir şey olacağına dair ufak bir tadımlık niteliğindeydi.
Sol cenah ise tam tersi bir şekilde ideolojiye odaklı bir sisteme geçilmesini savunmaktadır. Burada bahsedilen ideolojinin ‘eşitçilik’ olduğu söylenebilir. Eşitçilik akımının en fazla nüfuza sahip savunucusu ırkçılık karşıtı Ibram X Kendi’dir. Kendi’ye göre, Amerika’da uzun yıllardır devam etmekte olan ırka dayalı dışlama uygulamasının etkilerini tedavi etmek için devlet kurumlarında ‘tersten ayrımcılık’ felsefesine göre işe alım yapılmalıdır. Konu ile alakalı olarak, “ırkçı ayrımcılığın tek tedavisi ırkçılık karşıtı ayrımcılıktır. Geçmişteki ayrımcılığın tek tedavisi gelecekte bizim yapacağımız ayrımcılıktır. Bugünkü ayrımcılığın tek tedavisi de gelecekte yine bizim yapacağımız ayrımcılıktır” ifadelerini kullanan Kendi, devlet kurumlarındaki personelin ırk profilinin tutarlı olmamasını ırkçılığın sahih bir delili olarak nitelendirmekte ve Amerikan toplumunun tüm kesimlerinde demografik sıfatlara dayalı bir yeniden güç dağılımı süreci başlatılması gerektiğini savunmaktadır. Kendi’nin bu görüşü, yüzyıllar boyunca süren ve siyah Amerikalılara derin zararlar veren ırkçı ayrımcılığa bir tepki niteliğinde belirli grupları merkeze koyarak güç paylaşımı yapan yeni bir nizam teklifi olarak değerlendirildiğinde en azından kendi içinde tutarlıdır. Fakat, bu görüş aynı zamanda miyoptur. Kendi’nin teklifi, zamanın kısıtlı olmadığı ve Amerika geçmişteki üç beş neslin günahlarını ideolojik olarak düzeltmeye öncelik verirken sınırın öteki tarafında Amerikalıları dövüp harçlığını gasp etmeye hazır rakip devletlerin bu doğrultuda çalışmadığı varsayımı üzerine kuruludur. İlaveten, siyahi Amerikalılara ve diğer azınlıklara daha fazla makam tahsis edilmesinin, bu şahısların ilaveten ‘ilerici proje’ hareketi ile siyasi açıdan paralel olmaması halinde bu talepleri tatmin etme hususunda başarılı olup olmayacağı da kesin değildir.
Kendi’nin görüşü aynı zamanda, insan doğasına son derece sert bir iyimserlikle yaklaşmakta olup beyaz Amerikalıların kendi çıkarlarına ters olsa dahi ahlaki ilkeler hususunda maruz kalacağı üstü kapalı bir ayrımcılık sürecini kabul edeceğini ima etmektedir. Irka dayalı şuurun keskinleşmesi ve bu cephede yavaş yavaş değişim yapılarak gücün yeniden paylaşılması sürecini tecrübe eden devletlerin hali pek de iç açıcı değildir. Kendi’nin teklifi benzeri önerilerin sonu, ırkçı gruplaşmalara karşı dinden ilham alan ve insanların ne renkten olduğunu görmeyen bir toplum amaçlayan Sivil Hakları Hareketi’nden ziyade daha çok bir sürü farklı grup sistemden daha fazla pay almaya çalışırken toplumun bir bütün olarak çöküşe geçtiği Lübnan vakası gibi olmaktadır.
Kendi ve Trump’ın ortak noktası, her ikisinin de toplumda güç dağılımının liyakat yerine başka bir kritere göre gerçekleştirilmesini istemesidir. Bu genellikle bir ülkede gerilemenin iyice başladığının bir işaretidir. Sovyetler Birliği de geçmişte siyasi açıdan sorun yaratan şahısların etkisiz hale getirildiği ‘temizlik operasyonlarının’ ardından benzer şekilde bir felç tecrübe etmiştir. İran İslam Cumhuriyeti bugün, devrim sonrası ideoloji hakkında yeterince ‘heyecanlı hissetmedikleri’ veya iktidara gelen din adamlarına yeterince sadık olmadıkları gerekçesiyle ülkede yetişen en parlak zihinlerinin ya elindeki gücü almakta ya da onları tamamen başka yerlere kaçmaya zorlamaktadır. Su kaynakları uzmanı olan bir İranlı ile yaptığım görüşmede kendisi bana, İslamcı heyecanının azlığından şüphelenen siyasi rakipleri tarafından uzmanlığını kullanarak kasten kuraklık yaratmakla suçlandığı için nasıl ülkeden kaçmak zorunda kaldığını anlattı. Bugün İran’ın büyük şehirlerinin çoğunda su azlığı nedeniyle krizler yaşanırken, bana hikayesini anlatan benzeri uzmanlar yurtdışındaki üniversitelerde çalışıyor.
ABD buna benzer habis sonuçlardan muaf değildir.
"Demokrasiye dair soru işaretleri"
Amerikan demokratik sisteminin gelinen noktada siyasi sorumluluk üstlenmeye layık en donanımlı insanların yükselmesini sağlama hususunda güvenilir bir mekanizma olmaktan çıkmış olduğu gerçeği rahatsız edicidir. Donald Trump gibi son derece tecrübesiz ve gerekli kabiliyetlere sahip olmayan bir adayın meşru ve demokratik bir seçim neticesinde başkan seçilmesi, Amerikan sisteminin toplum için, işinin ehli teknokratların oy birliği ile belirli makamlara getirildiği Çin Komünist Partisi’nin sisteminden gerçekten de daha faydalı olup olmadığına dair son derece nahoş soru işaretleri yarattı. Amerikalıların kendi devletlerinin kurumlarına karşı son derece hürmetli oldukları göz önüne alındığında, açık bir demokrasi karşıtı eğilimin en azından kısa vadede rağbet görmesi pek mümkün değildir. Fakat, ülkenin yetiştirdiği en kabiliyetli ve zeki insanların beraberinde güç getiren makamlara yükselmesi için gerekli demokratik sürecin haddinden uzun süre başarısız devam etmesi, demokratik meşruiyete her ne olursa olsun öncelik verilmesinin bazen kusurlu bir yaklaşım olduğunun altını çizmektedir.
Peki her şeyden önce liyakate önem verecek şekilde kendimizi optimize etsek neler yaşanırdı? Böyle bir senaryodan kısa vadede en karlı çıkan grup, aslında biraz da komik bir şekilde siyah ve beyaz Amerikalılar arasındaki tarihi dengesizlikleri kapamaya çalışan programlardan en fazla zarar gören ve Amerikan okullarında akademik açıdan mükemmel sonuçlar etmeye yatkın grup olan Asya kökenliler ile diğer göçmenler olacaktır. Sonuç odaklı çalışmak üzere ayarlanmış bir Amerika’nın güç merkezleri, özellikle ülkenin en prestijli okullarında (Ivy League) uygulanan ve seçkin kesime büyük avantaj sağlayan ‘mirasa dayalı kayıt’ gibi sistemlerin kaldırılıp atılması halinde, daha az ‘beyaz’ bir hal alacaktır. Ancak, tarihteki tüm mozaik toplumlarda olduğu gibi akıllara gelen ilk mesele güven sorunudur. Eğer farklı gruplar kendilerini tek bir kaderi paylaşan Amerikalılar olarak görmek yerine ırka ve etnik kökene dayalı kimliklere hapsolursa, bu insanlar ulusal liderlerinin işinin ehli olup olmadığından çok kendilerine benzeyip benzemediği ile alakadar olur.
Dış politikada sağlam tehdit oluşturacak nitelikte bir rakip, belirli bir amaç uğruna birlikte çalışma içgüdüsüyle harekete geçecek olan içerdeki halk arasındaki mevcut farklılıkların aşılmasına yardım edebilir. 20. yüzyılın ortalarında Alman Naziler ve Sovyetler Birliği gibi düşmanlara karşı mücadele etmek zorunda kalan ABD hükümetleri o dönemde Manhattan Projesi ve Apollo Programı gibi olağanüstü başarılara imza atmıştı. Devletin o zamanki başarıları yalnızca Amerikalıların yaşam koşullarını iyileştirmekle kalmayıp aynı zamanda Amerikan sisteminin başarısının reklamı işlevi de gördü. Devlet o dönemde adalet ile sosyal ve siyasi eşitlik hususlarında haklı bir şekilde sertçe eleştirildi. Fakat bu eleştiriler genellikle siyah Amerikalıları ve dini azınlıkları, layık olmalarına rağmen sistemin dışına iten kurumsal önyargıya karşıydı. O dönemlerde hiç kimse, ülke 2. Dünya Savaşını yürütürken veya Sovyetlere karşı uzay yarışını kazanmaya çalışırken çıkıp ta devlet makamlarına layık olmayan insanların belirli görevlere getirilmesi savunmadı. Bugün, ABD’nin Çin kökenli komünizme karşı mücadeleye hazırlandığı bir dönemde liyakatin öncelik listesinde arkalara atılmasını savunmak en az 70 yıl önceki kadar saçmadır.
Eğer ABD 21. yüzyılda başarılı olmak ve farklı ırklar ile farklı kültürlerin bir arada yaşayabildiği liberal demokrasinin Çin’deki otoriter tek parti devletinden daha iyi yaşam koşulları sağlayabileceğini ispatlamak istiyorsa Amerikalıların eşitçilik, siyasi sadakat ve liyakat arzuları arasında mantıklı bir denge bulması gerekmektedir. Mesela, sanat okulu eğitiminin yalnızca işçi sınıfına ait bir alan olmaktan çıkarılarak bu tür mesleklerin toplum nezdinde prestijini yükseltecek adımlar atılması benzeri sadece tarihi eşitsizlikleri iyileştirmek amacı güden seçkin okullarda testlerin kaldırılması benzeri uygulamalardan daha verimli önlemler alınabilir. Bu yaklaşımın işe yaraması için kültür savaşlarının bedeli şu anda olduğu gibi mutlak mağlubiyet veya galibiyet olmaktan çıkmalıdır. Sürekli değişen ideolojik standartlara ayak uydurmakta zorlanan ancak bir şeyler inşa etmeyi bilmek gibi hayati kabiliyetlere sahip insanlar, sırf diğerleri gibi ideolojik marşlar söyleyemediği veya ‘kafirleri’ ifşa etmeyi bilmedikleri için buruşturulup kenara atılamaz.
Amerika’nın dünyadaki tek süper güç olduğu dönemin beraberinde getirdiği uzun fantezi ve kendini aynada seyredip hayran olma günleri artık sona yaklaştı ve bunun sorumlusu da Çin. George Orwell’in, bir ulusun harici bir tehdit ile karşı karşıya geldiğinde hayalden gerçeğe geçişin nasıl son derece sarsıcı bir süreç olduğunu anlatan şu ifadeleri Amerikalıların bugünkü haline tam uymaktadır: “Hepimiz doğru olmadığını bildiğimiz şeylere inanma kabiliyetine sahibiz. Yanlış olduğumuz kanıtlanınca da hiç çekinmeden gerçekleri eğip bükeriz ki haklı olmuş olalım. Entelektüel açıdan bu süreci sonsuz bir şekilde sürdürmek mümkündür zira yanlışı durdurabilecek nitelikteki tek kontrol mekanizması er ya da geç o yanlış inancın katı bir gerçekliğe arkadan toslamasıdır ve bu etkileşim genellikle savaş alanında yaşanır.”
Murtaza Hussain tarafından kaleme alınan ve UnHerd'de yayınlanan bu makale Mepa News okurları için tercüme edilmiştir. Makalede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.