ABD Merkez Bankası kime ait?

ABD Merkez Bankası kime ait?

FED çeşitli efsane ve gizemleri içinde barındırıyor.

Ekonomik politikanın dümeninde bulun oligarşinin vekilleri, oluşmasına yardımcı oldukları istikrar bozucu balonlar karşısında artık hiç de muhalif görünmüyorlar. Görünen o ki, bir balonun patlamasının doğurabileceği sıkıntıların, başka bir balon yaratarak telafi edilebilece­ğine inanıyorlar! Dolayısıyla, dot-com balonunun ardından, emlak balo­nu geldi; bundan sonra enerji fiyatı ve yükselen piyasalar balonu...

Bir ulusun para tedarikinin deneti­mini bana verin; kanunları kimin yaptığı umurumda değil” (M. A. Rothschild). ABD Merkez Bankası (veya kısaltılmış haliyle Fed), bir dizi efsane ve gizemle koruma altına alınıyor. Bun­lar arasında; ismi, kime ait oluşu, dış et­kilerden sözüm ona bağımsızlığı ve piya­sa istikrarı, ekonomik büyüme ve kamu çıkarına olan bağlılığı yer alıyor.

Tik büyük efsane -ki ABD içinde ve dışında birçok kesim tarafından kabul edilir- Fed'in sahibinin Federal hükümet olduğu yönünde -ki ismi de bunu ima ediyor: Federal Rezerv Bankası. Bunun­la birlikte, aslında, Fed, paydaşları ticari bankalar olan özel bir kuruluş; bir nevi "bankerlerin bankası". Diğer kurumlarda olduğu gibi, paydaşlarının çıkarlarıyla yönetiliyor ve onlara bağlı - Kongre'nin şekil açısından denetim mercii.

Dolayısıyla bankanın ismindeki "Fe­deral" kelimesinin tercih edilmesi, kasıtlı bir yanlış adlandırma gibi görünüyor. Amaç ise, bunun bir kamu kuruluşu ol­duğu izlenimini yaratmak. Bununla bir­likte, sahiplerinin yanlış bir şekilde tanı­tılması, sadece isminin yarattığı bir algı veya çıkarım değil, daha önemlisi, bu, resmi ve açık bir şekilde web sitesinde de belirtilmiş: "Federal Rezerv Sistemi, hü­kümet içerisinde bağımsız bir birim ola­rak kamusal misyonunu yerine getiriyor. Banka, kimseye ait değil; özel ve kar amacı güden bir kurum da değil."

Bu bariz yanlış anlatımın maskesini düşürmek için, merhum Kongre üyesi Louis Mc Fadden -ki kendisi 1930'lu yıl­larda Temsilciler Meclisi Bankacılık ve Para Tedavülü Komitesi başkanıydı- Fed'i şu şekilde tanımlamıştı: "Bazı kişi­ler, Federal Rezerv Bankalarının Birleş­miş Milletler hükümet kuruluşları olduk­larını düşünürler. Bunlar, kendi ve yabancı müşterilerin, iç ve dış speküla­törlerin ve dolandırıcıların ve zengin ve para avcısı simsarların yararına ABD halklarım yağmalayan özel tekellerdir."

Fed'in öncelikli olarak paydaşlarının, ticari bankaların çıkarlarına hizmet ettiği gerçeği, parasal politikalarının niçin ban­kacılık endüstrisinin ve daha genel itiba­riyle finansal oligarşinin çıkarlarım kar­şıladığım açıklıyor. 2008 mali krizine yol açan geniş çaplı deregülasyonlar, krize yanıt olarak çıkarılan skandal nitelikteki banka kurtarma paketleri ve "batmak için çok büyük" görülen finansal kuruluşların sürekli olarak faizsiz para yağmuruna tu­tulması, kriz sonrası bu kurumlara etkin kısıtlamalar getirilmemesi, yüksek finans çevrelerinin kumar kayıplarım ödemek için sosyal güvenlik net programlarında, sert neoliberal kesintilere gidilmesi ve benzer şekilde diğer acımasız kemer sık­ma politikaları - tüm bunlar, finansal oli­garşinin büyük oranda Fed'in parasal po­litikaları üzerinden uygulanan siyasal ve ekonomik gücüyle bağlantılıdır.

Bu durum ayrıca Amerika'da daha ön­celeri niçin onca politika yapıcının, para tedariki ve kredi vermek gibi kritik görev­leri kar amacı güden özel bankalara ver­mek konusunda direnç gösterdiğini de açıklıyor. "[Özel] Merkez Bankası, ana­yasamızın ilkelerine ve şekline karşı mev­cut en ölümcül düşmanlığı sergileyen bir kurumdur... Eğer Amerikan halkı özel bankalara kendi para birimlerini çıkarma konusunda denetim yetkisi verirse, onla­rın çevresinde büyüyecek olan şirketler ve bankalar, halkları, babalarının fethettikleri kıtada bir sabah uyandıklarında çocukları evsiz kalana dek tüm mal mülklerinden mahrum bırakacak." (Thomas Jefferson, ABD'nin üçüncü başkam).

1836 yılında, Andrew Jackson, ABD Bankası’nı lağvetti. Bunu yaparken iddi­ası ise, bu bankanın ulusal ekonominin gidişatı üzerinde sağlıksız ve lüzumsuz bir etki yaratıyor olmasıydı. O dönem­den İ9i3'e kadar ise, ABD, özel bir mer­kez bankasının kurulmasına izin vermedi. Yaklaşık yetmiş beş yıl süren bu dö­nemde, parasal politikalar az çok ABD Anayasası uyarınca sürdürüldü: Sadece "Kongre'nin para basma ve dolayısıyla paranın değerini belirleme yetkisi bulun­maktadır" (Madde 1, Bölüm 8, ABD Anayasası). 1913 yılında Federal Rezerv Bankası’nın kurulmasından kısa süre ön­ce ise, Başkan William Taft (1909­1913), özel bir merkez bankası kurulma­sını içeren herhangi bir mevzuatı vetolayacağına söz verdi.

Ancak, Woodrow Wilson ABD başka­nı olarak William Taft'ın yerini aldıktan kısa süre sonra ise, ABD Merkez Banka­sı kuruldu (23 Aralık 1913); dolayısıyla ABD Bankalarının gücünü, faiz oranlan, para tedariki, kredi oluşturma, enflasyon ve (dolambaçlı yollar üzerinden) istihda­mı denetleyen özel kuruluşları da merkezi hale getirdi. Ayrıca, hükümete ödünç para verip, faiz veya bir harç da kazanabilirdi - hükümet de, bu parayı bedava şekilde ya­ratabilirdi. Bu durum, ulusal borcun tedri­ci artışının başlangıcına denk gelmekte­dir; keza hükümet kendi kendini finansmandan daha ziyade bankalara ödünç para vermeye bel bağladı - tıpkı para basma gücünü özel bankacılık siste­mine vermesinden önce yaptığı gibi. Bu­nunla birlikte, Federal Rezerv Yasası'nın imzalanmasından üç yıl sonra, Wilson'ın şöyle bir açıklamada bulunduğu söylenir:

"Ben çok bedbaht bir adamım. Farkın­da olmadan ülkemi yerle bir ettim. Bü­yük bir endüstriyel ulus, kendi kredi sis­temi tarafından denetlenmektedir. Bizim kredi sistemimiz ise yoğunlaşmıştır. Do­layısıyla, ulusun büyümesi ve tüm faali­yetlerimiz küçük bir azınlığın elinde. Medeni dünyada, en kötü yönetilen, en eksiksiz şekilde denetlenen ve tahakküm altında tutulan hükümetlerden biri haline geldik. Artık özgür düşüncenin hakim ol­duğu, sağlam ve samimi bir inançla yöne­tilen bir hükümet değiliz; dominant erkek­lerden oluşan küçük bir grubun fikri ve baskısıyla yönetilen bir hükümet olduk."

Dolayısıyla, geçmişte birçok düşünür ve politika yapıcı, özel merkez bankala­rın denetimsiz gücünü, bir ulusun parasal ve ekonomik politikalarına müdahale edememenin bir özrü olarak görürken, bugün birçok ekonomist ve politika yapı­cı, merkez bankalarının insanlardan ve se­çilmiş hükümet kuruluşlarından bağım­sızlığım bir erdem olarak kabul ediyor!

Bağımsızlık, gerçek anlamda, bir merkez bankasının Wall Street'in çıkarlarına, teslim olması anlamına gelir oldu. Politikacılardan ba­ğımsız olabilir; ancak bu tarafsız bir hakem demek değildir İki...

Ve tam da bu noktada, Fed bağlamın­da yaratılan ‘bir başka efsane’ yatıyor: Bu, bağımsız, tamamen teknokratik veya ulusal çıkarlara adanmış, tüm dış etkilerden azade, tarafsız bir politika yapım birimidir. Bununla birlikte, makroekonomi, para ve bankacılık veya fi­nans konusunda liselerde okutulan kita­pların bir bölümü, "uygun" para tedarik düzeyini, enflasyonu veya bir ekonomi­nin ihtiyaç duyabileceği kredi hacmini belirlemek üzere özel merkez bankaları­nın "bağımsızlıklarının" "avantajlarına" ayrılmıştır - bu da seçilmiş mercilerden ve vatandaşlardan bağımsızlığı, genel anlamda bağımsızlıkla özdeşleştiren bir durum. Bununla birlikte, aslında mer­kez bankasının bağımsızlığı, halklardan ve hükümetin seçilmiş birimlerinden bağımsızlık anlamına geliyor - güçlü fi­nansal çıkarlardan bağımsızlık değil.

Bağımsızlık, gerçek anlamda, bir mer­kez bankasının Wall Street'in çıkarlarına, yani bankacılık çevrelerinin çıkarlarına teslim olması anlamına gelir oldu. Politi­kacılardan bağımsız olabilir; ancak bu demek değildir ki kendisi tarafsız bir ha­kem. Büyük Buhran sırasında ve ona gi­den süreçte, Fed'in ipleri, Kongre'nin elindeydi. 1940'lar boyunca ise, Federal Rezerv, pratik anlamda bağımsız değildi. Beyaz Saray ve Hazine'den talimat alıy­ordu ve Amerikan ekonomik tarihinin en başarılı on yılı bu dönemdeydi.

Fed ile bağlantılı bir diğer ‘büyük efsane’ ise, ulusal ve/veya kamusal çı­kara yönelik sözüm ona bağlılığı idi. Farz edilen misyonunun, finansal balonları ortadan kaldıracak, ticari ve üretim ihti­yaçlarına para veya kredi tedarikini ayar­layacak ve altyapı projelerine geniş çaplı yatırım yoluyla ekonomiye alım gücü enjekte edecek, dolayısıyla piyasa istik­rarını ve ekonomik genişlemeyi güçlen­direcek para politikaları yoluyla gerçek­leştiği iddia ediliyordu.

Fed'in Kongre, Beyaz Saray ve Hazine'nin ilkelerinin izinden gitmesi gere­ken Büyük Buhran'ın ve ikinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında durum bu şekildeydi. Yeni Anlaşma bağlamındaki ekonomik politikaların düzenleyici çer­çevesi, ticari bankaların rolünü yatırım­cılar ile birikimciler arasındaki finansal arabuluculukla sınırlandırdığı için, finans sermayesi, endüstriyel sermayeyle koşut olarak ilerledi; keza özü itibariyle endüs­trinin veya üretimin çarklarına yağ süren kendisiydi. Bu koşullar altında, finansal kurumlar büyük oranda ulusal tasarrufları verimli yatırımlara yönelten kanal işlevi görürken, finans balonlarına da ende rast­landı; geçici ve küçük çaplı oldu.

Aynı durum, finans sermayesi çağında geçerli değil, ikinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen dönemdeki (yatı­rımların türü, miktarı ve alanlarını belirleyen) düzenleyici baskılardan kurtulan finans sektörü, dev bir gazinoya dön­müştü. Buna göre, Fed, (Alan Greenspan dönemlerinden beri) para politikasını varlık fiyatı balonları yaratmak ve korumak suretiyle zengini daha da zenginleştiren bir araca dönüştürdü. Bir diğer deyişle, Fed'in para politikası, aşağıdan yukarıya bir dağıtım aracına dönüşüverdi.

Bu ne bir spekülasyon ne de bir komplo teorisi: Fed politikalarının finansal oligarşi lehine yeniden dağıtımının etkileri, yadsı­namaz gerçekler ve rakamlarla destekleni­yor. Örneğin, Pew Araştırma Merkezi'nin gelir / varlık dağılımına dair kısa süre ön­ce yaptığı bir araştırma (9 Aralık 2015 tar­ihinde yayımlandı), sosyoekonomik kutu­plaşmanın sistematik ve tedrici şekilde artmasının, orta gelirli Amerikalı sayısın­da ani bir düşüşe yol açtığım gösteriyor.

Araştırma ortaya koyuyor ki, ilk kez orta gelirli haneler artık Amerikan hanelerinin çoğunluğunu oluşturmuyorlar: "Bir zamanlar büyük bir çoğunluk olan orta gelirli hanelerdeki yetişkinlerin sa­yısı, 2015 yılına gelindiğinde, düşük ve üst gelirli hane sahiplerinin toplam sayı­sına eşit hale geldi". Spesifik olarak ba­kıldığında, orta gelirli hanelerdeki yetiş­kinler, 1971 yılında toplam yetişkin nüfusunun yüzde 60,1'ini oluştururken, şimdilerde ise sadece yüzde 49.9 düzeyindeler. Pew raporuna göre, orta gelirli hanelerdeki ulusal gelirin payı, 1970 yı­lında yüzde 62'den 2014 yılında yüzde 43'e geriledi. Aynı dönem içerisinde, üst gelirli hanelere giden gelirin payı da yüzde 29'dan yüzde 49'a yükseldi.

Bir takım eleştirilere göre, Fed ve Hazine'nin başındaki vekilleri kullanan finansal oligarşi, 2008 yılındaki mali krizi, trilyonlarca vergi mükellefinin paralarını zenginlerin ceplerine transfer etmek üze­re bir şok terapisi olarak kullandı; dolayı­sıyla kaynakların zaten orantısız olan da­ğılımım daha da kötüleştirdi. Pew araştırması, mali elitlerin ulusal kaynakla­rı gasp ettiklerini teyit ediyor Buna göre, artan eşitsizliğin hızı, 2008 yılında piya­sanın iç patlamasının ardından hızlandı; keza o zamandan beri varlıkların yeniden enflasyon yaşaması, neredeyse münhası­ran oligarşik finansal çıkarlara hizmet etti.

Ekonomik politika yapımının düme­ninde bulunan finansal oligarşinin vekil­leri, oluşmasına yardımcı oldukları istik­rar bozucu balonlar karşısında artık hiç de muhalif görünmüyorlar. Görünen o ki, bir balonun patlamasının doğurabile­ceği sıkıntıların, başka bir balon yarata­rak telafi edilebileceğine inanıyorlar! Dolayısıyla, dot-com balonunun ardından, emlak balonu geldi; bundan sonra enerji fiyatı ve yükselen piyasalar balonu; bun­dan sonra ise çürük tahvil piyasası balonu ve daha niceleri. Aynı şekilde, Fed balon­ları birbiri ardı sıra yeniden şişirirken, aynı zamanda sistematik olarak refah ve geliri alttan üste doğru yeniden dağıtıyor.

Bu son derece kaygı verici bir eğilim, çünkü halk kitleleri açısından sosyal ada­let ve ekonomik eşitsizlik meseleleri hari­cinde, varlık balonlarım düzenli bir şekil­de yaratıp koruma politikası da uzun vadede sürdürülebilir değil. Finansal ba­lonları ne kadar uzun süre veya ne oranda yaygınlaştırırlarsa yaygınlaştırsınlar -örne­ğin vergiler ve feodalizm çerçevesindeki rantlar- son kertede bir ekonomide üretilen gerçek değerlerin miktarıyla sınırlanırlar.

Bu ülkelerdeki özel sektörün elindeki merkez bankaları tarafından büyük oran­da güçlendirilen veya kolaylaştırılan pa­razit finansal sermayenin ihtiyaçlarının birikmesiyle birlikte başlıca kapitalist ül­kelerin ekonomileri ve toplumlarına yaşatılan yıkımın bir çözümü var mı?

Evet, bir çözüm var ve bu çözüm, son kertede siyasi nitelikte. Farklı siyasetler ve/veya politikaları gerektiriyor: finansal oligarklar zümresi yerine halkın ağırlıklı çoğunluğunun çıkarlarına hizmet eden siyasetler. Kar amacı güden ticari ban­kalar ve diğer finansal aracıların finansal istikrarsızlığın başlıca kaynakları olduğu gerçeği ise çok fazla tartışılmaz. Şu da bilinmektedir ki, ekonomik ve siyasi nü­fuzları sebebiyle, güçlü finansal çıkarlar kolaylıkla hükümet yönetmeliklerini bo­zabilir, dolayısıyla düzenli bir şekilde fi­nansal istikrarsızlık ve ekonomik çalkan­tı yaratabilir. Buna karşın, kamu sektöründeki bankalar, tasarruflarının güvenliği konusunda mevduat sahipleri­nin güvenini daha iyi bir şekilde tazele­yebilir ve bir yandan da bu tasarrufların toplumsal açıdan yararlı olan kredi tahsi­si ve verimli yatırımlara dönük olarak kullanılmasına yardımcı olabilir.

Dolayısıyla, finans piyasalarında sık sık yaşanan krizlerin sonlandırılması, istikrar bozan finansal arabulucuların ka­mu sahipliği ve demokratik denetim altı­na alınmasını gerektirmektedir, insanların parası ve tasarruflarının veya ekonomik artı değerin özel kesimlerin değil bizzat halkın yetkisi altında yönetilmesi mantıklıdır. Alman ekonomist mer­hum Rudolf Hilferding'in uzun süre önce iddia ettiği gibi, halkların tasarruflarının merkezileştirilmesi ve kar amacı güden özel bankaların yetkisi altına konması, sapkın bir sosyalizm örneğidir ve sosyalizmin çok az kişinin lehine işlemesini öngörür: "Bu bağlamda, tamamen geliş­miş bir kredi sistemi, kapitalizmin antite­zidir ve anarşinin karşısında örgütlenme ve denetimi temsil eder. Kökleri sosyaliz­me dayanmaktadır, ancak kapitalist toplu­ma uyarlanmıştır; bu, hileli bir sosyalizm türüdür; kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere değiştirilmiştir. Diğer in­sanların parasının çok az insanın kullanı­mına dönük olarak sosyalleştir ilmesidir."

Ekonomik ve siyasi nüfuzları se­bebiyle, güçlü finansal çıkarlar kolaylıkla hükümet yönetmelikle­rini bozabilir, dolayısıyla düzenli bir şekilde finansal istikrarsızlık ve ekonomik çalkantı yaratabilir.

Yüksek düzeydeki inandırıcılık için değil, aynı zamanda özel bankacılık­la kıyaslandığında kamu sektörü banka­cılığı ve kredi sisteminin etkinliğinde yüksek düzeyler yakalanması için inan­dırıcı sebepler bulunmaktadır - hem kavramsal hem de ampirik temelde. On do­kuzuncu yüzyılın mevduat bankaları, Credit Unions ve ABD'deki Tasarruf ve Kredi birlikleri, Japonya'daki Jusen şirketleri, İngiltere’deki Trustee Savings bankaları ve Avustralya'daki Common wealth Bank of Australia, kendi toplu­luklarının emlak ve diğer kredi ihtiyaçlarına hizmet etti, belki de bunun en ilginç ve öğretici örneği, Kuzey Dakota Bankası vakasıdır. Bu banka, yaklaşık bir yüzyıl boyunca devlete ait olmayı sürdürdü - büyük oranda, devlet bütçe­sinden verilen fazlayla ve birçok diğer devlette asap bozucu ekonomik sıkıntı­ların ortasında koruduğu güçlü ekono­misi sayesinde kredilendirildi.

Bankacılık endüstrisini, ulusal tasar­rufları ve kredi tahsisatını halkın deneti­mi veya gözetimi altına getirme fikri, tamamen sosyalist veya ideolojik bir fi­kir değildir. Kamu yolları, okul sistem­leri ve sağlık tesisleri gibi birçok altya­pı tesisinin temel kamu hizmetleri sağlanması ve bu şekilde faaliyetlerini sürdürmelerinde olduğu gibi, kredi ve finansal sistemlerin tedariki de, günlük ticari işlemler ve uzun vadeli endüstri­yel projelere dönük temel kamusal fay­da modeli temelinde sağlanabilir.

Kamusal faydalar modeli ışığında mali hizmetler ve/veya kredi kolaylıkları sağ­lanması, hem üreticiler hem de tüketici­ler açısından finansal maliyetlerin azal­masını sağlayacaktır. Bugün, tüm tüketici harcamalarının yüzde 35 ila 40'lık bir kısmı, finans sektörüne aittir: sigorta şirketleri, banka-dışı finansörler, tahvil sahipleri ve diğerleri. Tüketicileri ve üreticileri finansal ek yükler veya rant olarak adlandırılabilecek olan şeyden kurtarmak suretiyle, kamu opsiyon kre­disi ve/veya bankacılık sistemi, bir türlü bitmeyen borç servisi yükümlülüklerinin ezici yükünün altında durgunlaşan eko­nomileri yeniden canlandırabilir.

İsmail Hossein - Zadeh

Kaynak: http://www.globalresearch.ca/who-owns-the-federal-reserve-bank-and-why-is-it-shrouded-in-myths-and-mysteries/5496873

Turquie Diplomatique

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
1 Yorum