Batı dünyasında ayrışma süreci: Neden ve nasıl?
Batı'nın 1945 sonrasında ABD öncülüğünde sağladığı, ortak düşman algısı ve ekonomik iş birliği etrafında şekillenen birlik için dönüm noktası, sonradan fark edilse de, 11 Eylül 2001 oldu denebilir. ABD'ye yönelik 11 Eylül saldırısının Batı'nın ittifakını perçinlemesine dair analizler, ABD'nin 2002'de Irak'ı işgal edeceğine dair mesajlarına Avrupa'dan gelen tepkilerle boşa çıkmaya başlamıştı.
İlerleyen dönemde artan bir ivmeyle ekonomik tartışmalardan dinleme skandallarına, hukuki anlaşmazlıklardan egemenlik tartışmalarına Batı ittifakı önemli ayrışmalara uğradı. Bu, aynı zamanda Francis Fukuyama'nın dillere pelesenk ettiği "Tarihin Sonu: Batı'nın Zaferi" tezinin de Fukuyama'nın itirafıyla iflası anlamına geliyordu.
Tarihi arka plan
"Batı Dünyası" kavramının kökeni aslında Orta Çağ ve 16. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar Papa'ya dini olarak bağlı Katolik Dünya'dan ibaretti. Bu tarihe kadar Batılılar Müslümanlara karşı dini savaşlara giriştiği gibi kendi içlerinde de çıkar çatışmalarına girişmişlerdi.
15. yüzyılın sonundan itibaren Batı Dünyası'nda bu paradigmayı değiştiren iki gelişme yaşandı: Coğrafi keşiflerin siyasi ve ekonomik etkileri, bundan ayrı olarak Avrupa'da patlak veren kanlı Katolik-Protestan çatışması.
Böylece Avrupalılar hem ilk kez çok ciddi bir zenginleşme imkanına sahip oldular, hem de Avrupa Hristiyan dünyası içinde ilk kez çok ciddi bir din savaşına giriştiler.
Din savaşı faslının, 1618-1648 Otuz Yıl Savaşı'nın ağır bedeli nedeniyle kapatılması üzerinde ortak bir karar oluştu. Dünyayı siyasi ve ekonomik açıdan yağmalama yarışı ise Batılıları birbiriyle savaştırabilen etken olarak sürdü. Bu nedenle Batılılar arasında çok kanlı savaşlar devam etti.
20. yüzyıla gelindiğinde Batı artık Avrupa'nın çok ötesindeydi. Coğrafi değil kültürel bir tabir olarak Kuzey Amerika, bazılarına göre Güney Amerika, Avustralya da artık "Batı"ydı.
1. Dünya Savaşı (1914-1918) ve 2. Dünya Savaşı (1939-1945) Avrupa'yı inanılmaz derecede yıpratınca 1945'te oluşan paradigmada Batı'nın, hatta Komünist olmayan tüm dünyanın lideri ABD oldu. Avrupalı güçlerin sahip olduğu sömürge toprakları, ayrıca Orta Doğu üzerindeki etkisi azalmaya, bu etki ABD'ye kaymaya başladı.
1945 sonrası Avrupa, uğradığı yıkım, tarihi acı tecrübeler ve Doğu Avrupa'daki Komünist Blok'tan duyulan endişe nedeniyle restorasyonunu ABD'nin himayesinde gerçekleştirmekte sakınca görmedi. Eski iç ihtilaflarının da üzerini örtmeyi tercih etti.
1945-1989 döneminde Avrupa, ABD'nin Batı'ya liderliğini sorgulamadı. Çünkü ekonomik gelişimini sağlama ve Komünist Blok'tan korunma gibi daha hayati gündemleri vardı.
1957'de Avrupa Ekonomik Topluluğu olarak kurulup daha sonra Avrupa Birliği'ne dönüşecek olan Avrupa'nın birleşmesi projesi de ABD'nin tavsiyesiyle gerçekleşen, ABD himayesinde Komünist Blok'tan korunma, ileri derecede ekonomik etkileşim ve iş birliğiyle Avrupa'yı ekonomik olarak kalkındırma hamlesiydi.
1989-1991 süreciyle Komünist Blok tamamen çökünce ABD'nin yanında AB de kendisini muzaffer hissetti. Bu çöküş sayesinde AB'nin en büyük üyesi Batı Almanya, Doğu Almanya ile birleşebildi. Doğu Avrupa ülkeleri kendi istekleriyle AB'ye açıldılar ve Batı'nın parçası olma yolunu seçtiler.
Komünizm tehlikesinin sona ermesine rağmen zafer havası ve 1990'lı yıllarda Batı Dünyası genelinde süren ekonomik kalkınma bu dönemde de Batı'yı bir arada tuttu.
Afganistan ve Irak'ın işgali (2001-2003)
11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD'nin başlattığı "teröre karşı savaş" ve Afganistan'ın işgali, gerekçelendirme tarzından ötürü Batı İttifakı'nda gözle görünür bir ayrışmaya sebep olmadı.
Fakat hemen ardından Ocak 2002'de dönemin ABD Başkanı Bush'un İran, Irak ve Kuzey Kore'yi "Şer Ekseni" ilan edip bu ülkeleri işgal edeceği, sonrasında başka ülkeleri de işgal edebileceği mesajları vermesi AB'de, özellikle de Almanya ve Fransa'da tepki gördü.
Almanya ve Fransa başta olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri ABD'nin bu yeni tarzının ekonomik ve siyasi istikrarsızlık yayarak kendilerine zararlı olacağından endişe etmekteydiler. Dahası bu ülkelerin İran ve Irak'la karlı ticari ilişkileri, bu ülkelerde karlı yatırımları bulunmaktaydı.
2002 yılı ABD'nin Irak'ı neden işgal edeceğini dünya kamuoyuna açıklamaya çalışmasıyla geçti. Afganistan'ın işgalinden farklı olarak 11 Eylül saldırıları gibi bir gerekçesi bulunmayan ABD, Irak'ın kimyasal silahlara sahip olduğu ve 11 Eylül'de parmağı bulunduğu tezlerine kimseyi inandıramadı. Böylece 2002 yılından itibaren ABD'nin küresel imajı da ağır darbe aldı.
ABD Başkanı Bush'un 11 Eylül saldırılarının ardından sarf ettiği "Ya bizimlesiniz, ya düşmanlarımızla" sözü tekrar düşünüldüğünde diğer Batılı liderleri fazla buyurganca içeriği ve üslubu bakımından rahatsız eder olmuştu.
2003'te Irak'ın işgal edilmesi üzerine Irak'ta kimyasal silah olduğuna veya Irak'ın 11 Eylül saldırılarında payı olduğuna dair en ufak bir delilin dahi bulunamaması Almanya ve Fransa başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin ABD'yi daha da açıkça eleştirmelerine neden oldu.
Fakat tüm bu süreçte İngiltere mutlak olarak ABD'nin yanında yer aldı, böylece AB'nin patronları sayılan Almanya ve Fransa'dan ayrışmaya başladı. AB, İngiltere'nin ABD ve AB arasında yaşanan bir sorunda bu derece keskin bir biçimde ABD'nin yanında saf tutmasından rahatsız olurken İngiltere de AB'den dışlandığı iddialarını dillendirmeye başladı. Bu açıdan İngiltere'nin Brexit sürecinin aslında çok daha önce başladığı söylenebilir.
ABD'nin militarist, saldırgan, buyurgan tavrının sürmesi bu dönemde pek çok Batılı lideri kendi çıkarları açısından endişeye sevk etti.
2008-2009 ekonomik krizinin Batı İttifakı'na etkisi
ABD'de 2007'nin ikinci yarısında sinyalleri alınmaya başlanan ekonomik kriz 2008'de patlak verdi ve 2008'in son çeyreğiyle 2009 boyunca büyük bir resesyona neden oldu. ABD'den AB'ye sirayet eden bu ekonomik kriz AB'de daha derin ve uzun vadeli bir resesyon ve zarara yol açtı.
AB'li yöneticiler bazen doğrudan ve bazen de dolaylı olarak bu krizin nedeninin ABD'nin 2001'den bu yana izlediği militarist, saldırgan ve ekonomiyi ihmal eden politikaları olduğunu belirttiler. Gerçekten de krizin sebeplerinden biri, ABD'nin 2001'den beri savunma harcamalarını katlayıp ekonomik gelişime önem vermiyor oluşuydu. Fakat ABD, krizin ortaya çıktığı yer olmasına rağmen AB'ye göre daha çok borçlanabilmesi ve parasını karşılıksız basabilmesinin avantajıyla bu krizi daha az zararla atlatmıştı. Bu durum, AB'nin tepkisini daha da artırdı.
Kısacası 2008-2009 krizi, sebepleri ve artçı etkileriyle Batı İttifakı'nın ayrışmasında en kritik eşiklerden birini oluşturdu. Bu krizin bir diğer sonucu da AB'nin ABD'yi en az ekonomik ortak olarak gördüğü kadar rakip olarak da görmeye başlaması oldu.
Casusluk-dinleme skandalları
2013'te ABD'nin Almanya'yı, Başbakan Merkel'i, diğer Alman yönetici ve bürokratları gizlice dinlediği ifşa oldu. Merkel bu konuyla ilgili olarak "Dostlar birbirini bu şekilde dinleyemez" diyerek, ABD'nin gerçek bir dost gibi davranmadığı imasında bulundu.
Daha sonra ABD'nin aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 100'den fazla ülkede benzer şekilde dinleme üzerinden casusluk faaliyeti yürüttüğü ortaya çıktı. Pek çoğu Batılı olan bu ülkelerin dinlenmesi aslında ABD'nin ve bu ülkelerin karşılıklı olarak birbirlerine güvenmediklerini, hakiki bir ittifak oluşturmadıklarını ve ayrıştıklarını gösteriyordu.
Dahası dinlenmekten şikayet eden Almanya'nın da diğer AB ülkelerini dinlediği ortaya çıktı. Bu tarz gelişmeler de Batı'daki ülkelerin birlik duygusunu ortadan kaldırdı.
Batı'da ayrışma süreci
Gelinen son noktada Amerika ile Avrupa'nın arası hiç olmadığı kadar ayrışmış durumda. Avrupa, NATO'dan ayrı olarak kendi ordusunu kurmayı konuşuyor. Bunun yanı sıra, birçok Avrupa ülkesi de "Avrupa'nın ortak değerleri" olarak dayatılan anlayışları kendi kültürüne aykırı bulduğu için ayrışmaya başlamış durumda.
Brexit'ten Polonya ve Macaristan gibi AB üyesi ülkelerinin kendi kültür ve kanunlarını AB kanun ve teamüllerine önceleme kararlarına, AB'nin kuzeyinin güneyini tembellikle suçlamasından güneyinin kuzeyini dayatmacılık ve sömürücülükle suçlamasına kadar, AB her açıdan çatlama ve ayrışma içinde.
Batı'nın tarihinde ortaya koyduğu en önemli ve büyük birlik tecrübesi olan AB'nin dağılmasının sadece siyasi değil her açıdan Batı medeniyetine maddi ama özellikle de manevi açıdan zarar vereceği kesin.
Üstelik Batı'dan isimler dahi, Batı'nın geçmiş yüzyılların aksine dünyadaki fikirsel üstünlüğünü kaybettiğinden, hatta Ortaçağ'daki gibi bir döneme doğru yol aldığından şikayetçi. Bağnazlığın dini çeşidi olduğu gibi din dışı çeşidi de olduğundan Batı'da seküler bazı dogmaların tartışılamaz, tartışılması teklif dahi edilemez konuma yükseltilmesi, Batı'daki akademik kurumların bu bağnazlaşmayla mücadele etmek yerine bu gidişatı destekleyip körükler hale gelmesi de Avrupa'nın yeni bir Ortaçağ'a dönüşü korkusunu doğrular nitelikte.
ABD'nin ise dünyadaki ekonomik, askeri ve siyasi ağırlığı, her gün düzenli bir düşüş eğiliminde. Bu düşüş ve itibarsızlaşma, özellikle Donald Trump döneminde gözle görülür bir hal aldı. Trump'ın ardından gelen Biden da benzer bir imajı sürdürdü. Avrupa'dakine benzer veya farklı şekillerde bağnazlaşma ve fikri gerileme ABD'de de fazlasıyla gözlemleniyor.
Kendi içinde ittifak duygusunu yitirme, küresel ağırlıkta gerileme ve bağnazlaşma sorunlarının Batı medeniyetini hayati derecede tehdit ettiği aşikar.
Batı'nın bir gerileme dönemi içerisinde olduğunda asgari bir fikir birliği olsa da, bu gerileme döneminin huzur içinde sürmesi mi, yoksa gerilemenin oluşturacağı sancılarla birbiriyle çatışarak geçmesi mi daha olası? Asıl sorulması gereken ve Batı'nın geleceğini görmemizi sağlayabilecek olan soru ise bu.
Değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.