Emperyalizmin kökenleri
"'Özgürleştirilmiş insanlar' fakirleştirme ve zulümden acı çekiyorlar ve birçokları iktisaden hayatta kalmak için diğer ülkelere göç etmeye zorlanıyorlar."
Modern imparatorluk tarihi boyunca “böl ve yönet” ilkesi nisbeten küçük ve zayıf-kaynaklara sahip Avrupalı ülkelerin doğal kaynaklarca daha zengin ve nüfus olarak daha geniş olan milletleri ele geçirmelerine imkân tanımada başlıca unsurdu.
Giriş: Tarihsel Muhteva
Hindistan’daki her İngiliz yetkilisi için İngiliz Sömürge Ordusu’nda elli Sih, Müslüman ve Hindu bulunduğu söylenir. Avrupa’nın Afrika ve Asya’yı ele geçirilmesinde beyaz yetkililer tarafından komuta edilmiş, çatışmalarda siyah, kahverengi ve sarı askerler kullanılmıştı. Böylece beyaz başkent renkli işçiler ve köylüleri istismar edebilecekti. Bölgesel, etnik, dini, aşiret, kabile, topluluk, köy ve diğer farklılıklar imparatorluk ordularının mücadeleci insanları ele geçirmesine imkân tanıyarak politikleştirildi ve sömürüldü. Son on yıllarda ABD imparatorluk yapıcıları tüm dünyada baştanbaşa “böl ve yönet” stratejilerinin en büyük efendileri haline geldiler. 1970lerde CIA, kapitalizm ve demokrasinin muğlâk erdemlerini reklâm etmekten vaz geçerek, ABD dünya imparatorluk yapısına düşman veya bağımsız olan milli rejimler karşısında bulunan dini, etnik ve bölgesel elitlerle birlikte bağlantı kurmaya onları finanse etmeye ve yol göstermeye yöneldi.
ABD imparatorluk yapısının kilit noktası iki esası takip etmektedir. Bunlar; direk askeri istilalar ve askeri cepheleşmelere yol açabilecek ayrılıkçı hareketleri kışkırtmaktır.
21. yüzyıl imparatorluk yapısı bu iki esasın genişletilmiş uygulamalarını gördü. Bunlar Irak, Afganistan, İran, Lübnan, Çin (Tibet), Bolivya, Ekvador, Venezüella, Somali, Sudan, Burma ve Filistin ile ABD’nin istikrarlı bir kukla rejimi temin edemeyeceği herhangi bir ülkede uygulandı. Buralarda ABD etnik, dini ve bölgesel bahaneleri kullanarak ayrılıkçı oluşumları ve liderleri teşvik edip onlara maddi destek verdi.
Geleneksel imparatorluk yapısı prensiplerine bağlı kalan Washington yalnızca imparatorluk hâkimiyetini kabul etmeyi reddeden ve imparatorluk ile müttefiklerine direnen muhalif ayrılıkçıların bulunduğu ülkelerdeki ayrılıkçıları destekliyor. Yani diğer bir deyişle imparatorluk ideologları ne “münafıklığa” ne de “çifte standartlara” başvuruyorlar (liberal eleştiriler tarafından suçlandıkları gibi). Onlar alenen ayrılıkçı hareketleri değerlendirmede ve destek vermeyi kabul edip etmeme noktasında tanımlayıcı kriter olarak “öncelikle imparatorluk” ilkesini uygun buluyorlar.
Aksine birçok imparatorluğun ilerlemeci eleştirileri gibi görünen hususlar “self determinasyon / özerklik hakkı” lehinde evrensel demeçler vermekte ve hatta onu felaket sonuçlarla emperyal-destekli daha kokuşmuş, tepkisel “ayrılıkçı güçler”e kadar genişletmektedirler. ABD-destekli ayrılıkçılara karşı olan bağımsız milletler ve onların halkları unutulmaya yüz tutuyor ve “savaş suçlarıyla” suçlanıyorlar. Ayrılıkçılara karşı olan ve “yeni devlette” oturan insanlar öldürülüyor ve yerlerinden sürülüyorlar. “Özgürleştirilmiş insanlar” ABD-destekli ayrılıkçılarca sebep olunan fakirleştirme ve zulümden acı çekiyorlar ve birçokları iktisaden hayatta kalmak için diğer ülkelere göç etmeye zorlanıyorlar.
Keşke SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği)’nin ilerlemeci eleştirilerinden ve ayrılıkçı cumhuriyetlerin destekçilerinden birkaç kişi öbür düşüncelerini alenen ifade etmiş olsalardı, yalnızca kişisel-eleştiri yansıtmakla kalsalardı, hatta ayrılma yanlısı devletlerdeki onlarca yıllık uzun süreli sosyo-ekonomik ve siyasi felaketler karşısında dahi bunu yapsalardı. Şimdiye dek bu mevcuttu ve mevzu bahisti: bugün bu aynı-kişilikteki ilerlemeciler Amerika Birleşik Devletler İmparatorluğunu genişletme gayretlerinden büyüyüp gelişmeleri ve kaynaklanmaları nedeniyle bazı ayrılıkçı hareketleri reddeden ve sorgulayanlara karşı yüksek ahlaki ilkeleri vaz etmeye devam etmektedirler.
Washington’un ayrılıkçı hareketleri desteklerinde ilerlemeci liberaller diye adlandırılarını tercih etmedeki başarısı hemen yeni emperyal uşaklar buldu, son on yıllarda uzun ve sonuçları insan hakları için kötü olan şeyler oluştu.
Birçok Avrupalı ve Amerikalı ilerlemeciler aşağıdaki hususları desteklediler:
1- ABD destekli Bosnalı köktenciler, Hırvat neo-faşistler ve Kosova-Arnavut teröristler etnik temizliğe yol açtılar ve bir zamanlar bağımsız devletlerini ABD üslerine, kukla rejimlere ve ekonomik olarak kolu bacağı kesilmiş hale dönüştürerek çok uluslu müreffeh Yugoslavya devletini tamamen mahvettiler.
2- ABD, kapsamlı bir zirai reform, yaygın sağlık ve eğitim programları düzenleyen, kadın ve erkeği dâhil olduğu geniş çaplı anti-feodal kampanyalar yürüten, seküler, reformcu, eşit-cinsiyetli Afgan rejimini mahveden deniz aşırı Afganlı köktencileri maddeten destekledi ve silahlandırdı. ABD-köktenci aşiret askeri başarılarının sonucu olarak milyonlarca insan öldü, yerlerinden edildi, mahrum bırakıldı ve fanatik anti-komünist aşiret savaş ağaları ülkenin birliğini harap etti.
3- Amerikan işgali Irak’ın modern, seküler, milliyetçi devletini ve ileri sosyo-ekonomik sistemini mahvetti. İşgal süresince ABD, muhalif dinleri, aşiretleri, kabileleri ve etnik bölücü güçleri ve rejimleri destekledi. Bunun sonucunda modern bilimsel ve profesyonel sınıfın %90’ından fazlası ülkelerinden kovuldu ve 1 milyondan fazla Iraklı öldü… Tüm bunların hepsi baskıcı bir rejimi devirme adına yapıldı. Tüm bunların da üzerinde İsrail’in Filistinlilere yaptığı zulme karşı olan bir devlet yok edilmiş oldu.
Açıktır ki Amerikan askeri müdahalesi ayrılıkçığa bölgesel bir “destek üssü” tesis etme anlamında ön ayak olmaktadır. Ayrılıkçılık bir kukla azınlık rejiminin kurulmasına imkân tanırken imparatorluğun yağmalarına karşı olan komşu ülkelere karşı atak yapmak için çalışmaktadır. Irak örneğine bakılacak olursa; ABD destekli Kürt ayrılıkçılığı bir muhalifin izole edilmesi için emperyal kampanyanın önünde kullanıldı, merkezi hükümeti zayıflatmak ve baskı kurmak için uluslararası koalisyonlar kurdu. Washington, küresel propaganda kampanyalarını beslemek için insan hakları meseleleri gibi rejim katliamlarının görülmesini istiyor, buna dikkatleri çekiyor. En son olarak bunun delili ABD-maddi destekli olarak Çinde yapılan “Tibetli” teokratik protestolar idi.
Ayrılıkçılar, stratejik ekonomik sektörlere saldırmaları ve gerçek veya uydurulmuş “istihbarat” sağlamaları için potensiyel terörist şok birlikleri olarak arka çıkılıyorlar. Bunu tıpkı İran’da Kürtler arasında ve diğer etnik azınlık gruplar arasında olduğu gibi görebiliriz.
Niçin bölücülük
İmparatorluk yapıcıları her zaman özellikle de devletin kontrol edilmesinde ulusal düzeylerde işbirlikçileri olduğunda ayrılıkçı gruplara başvurmazlar. Bu, güçleri yalnızca etnik veya bölgesel olarak odaklaştıkları gruplar üzerinde sınırlandığı zaman sözkonusu olur. Bu durumda istihbarat elemanları “ayrılıkçı hareketlere” başvurur ve onları organize ederler. Amerika destekli ayrılıkçı hareketler adım adım hazırlanmış bir süreci takip ederler. İlk başlangıçta bunlar “daha büyük özerklik” ve “âdemi merkeziyetçilik” çağrıları yaparlar. Tüm bu hedefler muvacehesinde de yerel bir siyasi güç dayanağı kazanmaya dair taktiksel hareketlerde bulunur, ekonomik gelirler toplar, bölücülük karşıtı grupları ve merkezi hükümetle ilişkileri olan siyasi, yerel etnik/dini, azınlıkları baskı altında tutarlar. Örneğin merkezi Baas Partisiyle uzun ilişkileri nedeniyle Kürt ayrılıkçıları tarafından baskı altına alınan Kuzey Iraktaki Hıristiyan topluluklarına yapılan baskı veya Yugoslavya Federal sistemini desteklediklerinden dolayı Kosovalı Arnavutlar tarafından sürülen veya öldürülen Kosovalı Romenler gibi).
Yerel kaynakların zorla gasp edilmesi ve merkezi hükümetin yerel müttefiklerinin tard edilmesi teşebbüsü merkezi hükümetin meşru gücüyle anlaşmazlık ve yüzleşmeyle sonuçlanıyor. İşte tam da bu noktada sadece “özerklik haklarını uygulayan” “barışçıl milli hareketlere” yapılan baskının kınanması için basın kuruluşlarının harekete geçirilmesinde dış (emperyal) güç hayati önem taşıyor. Bir kere emperyal kitle medyası propaganda makinesi “özerklik” ve “otonomi”, “âdemi merkeziyetçilik” ve “özerk yönetim” gibi yüce belagata dokundular mı ABD’nin çok büyük bir çoğunluğu ile Avrupa finans destekli STK’ları gemiye zıplarlar, seçici bir şekilde hükümetin istikrarlı bir birleşik milli-devleti sürdürme gayretlerine saldırırlar. “Çeşitlilik” ve bir “çoğul-etnik devlet” adına, batı fonlu STKlar emperyalist yanlısı ayrılıkçılara ahlaki bir ideolojik kılıf sağlarlar. Bölücüler ne zaman eski merkezi devletle ilintili dini ve etnik azınlıkları katletme ve etnik temizliği başarırlarsa, STKlar fevkalade bir şekilde sessizdirler; hatta katliamları meşrulaştırmada suç ortaklığı yaparak bunlar “daha önceki baskılara verilmiş anlaşılır karşılıklardır” derler. Batının propaganda makinesi, ayrılıkçı devletin yüzbinlerce etnik azınlığı kovması karşısında sinsice sevinirler. Tıpkı Kosovadaki ve Hırvatistandaki Krijina bölgesinde Sırplar ve Romenlilerin olayında olduğu gibi… Bombalanan Sırbistandaki ecdad köyleri ve kasabalarından bakımsız kamplara doğru “transfer edilen” çaresiz aileleri gözetleyen NATO birliklerinin fotoğraflarını takiben flaş gibi patlayan haber manşetlerinde – “Sırplar kaçıyor: doğrularına hizmet ediyor!” denildi. Ve KLA (UÇK) * tarafından Sırp sivillerin katliamlarında muzaffer batılı politikacıların tane tane söyledikleri şeyler. Tıpkı Almanya Eski Dışişleri Bakanı “Joschka” Fischer (Yeşiller Partisi) yas tuttuğunda söylediği gibi : “Sizlerin (KLA) acılarını anlıyorum, ancak sizler el bombalarını (etnik Sırp) okul çocuklarına atmamalısınız.”
Bir federal devlet içinde “özerkliğin” bir “bağımsız devlete” evrilmesi emperyal devlet tarafından idare edilen ve “özerk bölgeye” kanalize edilen yardımlara dayanmaktadır. Dahası onun ayrılıkçı bir devlet olarak mevcudiyetini “de facto / fiili” olarak da güçlendirmektedir. Bu açık bir şekilde 1991 yılından bu yana Kürt Yönetimindeki Kuzey Irakta “uçuşa kapalı alan” ve şimdi de “özerk bölgede” vuku buldu.
ABD tarafından ve onun ayrılıkçı uşakları tarafından istenen aynı self determinasyon (özerklik) ilkesi o diyar içindeki “azınlıkları” mahrum bırakmaktadır. Bunun yerine ABD propaganda medyası onlardan merkezi hükümete karşı çıkan “truva atı” veya “ajanlar” şeklinde bahsetmektedir.
Emperyal “dış yardım” ABD ve Avrupa Birliği MNCleriyle (multinational corporations: çok uluslu şirketler) irtibatlı işlerle güçlendirilip, yerel paramiliter ve sözde-askeri polis güçleri (aynı zamanda organize suç çeteleri) ile desteklenen özerk rejim “bağımsızlığını” ilan eder. Bunun ardından kısa bir süre sonra onu emperyal patronları tanırlar. “Bağımsızlığın” ardından, ayrılıkçı rejim, Amerikan askeri üsleri için bina yapımı ve toprak ayrıcalığını garanti eder. Yatırım imtiyazları ciddi bir şekilde “milli” bağımsızlıktan fedekarlık edilerek emperyal patrona temin edilir.
Yerel ve uluslararası STKlar ordusu, gayesi “özgürleştirilmiş” insanlar olsa bile ayrılıkçı yapının imparatorluğa dâhil edilmesinin bu sürecine karşı nadiren herhangi bir itiraz yükseltmektedirler. Birçok olayda “yerel yönetim” düzeyi ve “bağımsız” rejimin eylem özgürlüğü eski birleşik milliyetçi devletteki federal bölge veya bir özerk bölge zamanlarında bulunduğundan daha azdır.
“Ayrılıkçı” rejimler nadiren diğer devletlerdeki emsallariyle irtibatlı bulunan kaybedilen topraklarını geri isteyen hareketlerin bir parçasıdırlar. Model ülkeler arası toprak isteyen hareketler aynı zamanda ABD imparatroluk yapıcılarını hedef alan komşu ülkelere meydan okuduğunda, onlar ABD’nin düşük düzeyli askeri saldırıları ve özel güçlerin terörist eylemleri için başlama rampası olarak hizmet ederler.
Örneğin hemen hemen tüm Kürt ayrılıkçı örgütleri Güneydoğu Anadolunun dörtte üçünü, Kuzey Irak’ı, İran’ın çeyreğini, Suriye’nin bir kısmını ve bulabildikleri herhangi bir Kürt yerleşim yerini kapsayan bir “Büyük Kürdistan” haritası çizmektedirler. ABD komandaları Kürt ayrılıkçılarla birlikte operasyon yaparak İran köylerini dehşete düşürmektedirler. (Self determinasyon adına; güçlü ABD askeri desteğiyle Kürtler Kuzey Irak Yönetimini ele geçirdiler ve paralı Peşmerge güçlerini merkez, batı ve güney bölgelerde ABD işgaline karşı direnen köy ve şehirlerdeki Iraklı Arap sivillerin katledilmelerini sağladılar. Kürt olmayan insanları (Araplar, Keldani Hıristiyanlar, Türkmenler ve diğerleri) sözde Irak Kürdistan’ından zorla yerlerinden göç edenlere dâhil oldular ve bu insanların evlerine, işlerine ve tarlalarına el koydular. ABD destekli Kürt ayrılıkçılar komşu Türk Hükümeti ile anlaşmazlık oluşturdular. Washington Suriye, İran ve Irakta Kürt payandalarının kullanımları için elinden kaçırmamaya gayret ederken stratejik NATO bağımlısı Türkiyeyle arasını açmadı. Yine de PKK içindeki Türk-Kürt ayrılıkçılar etkili bir şekilde Irakı parçalama ve Bağımsız Bir Kürt Devleti esasını teşkil etmede “ilerlemeci sömürgecilik” olarak tanımladıkları ABD’yi methü sena ettiler.
ABD’nin Türk Ordusuyla işbirliği yapması, en azından Irak-merkezli Kürt ayrılıkçıların, PKK’nın belirli bölgelerine yönelik askeri saldırılarını kısmen hoşgörmesi kararı ABD’nin kendilerini tehdit eden herhangi bir ayrılıkçı harekete karşı ve onun da ötesinde stratejik emperyal ittifaklar ve müttefiklerini öncelemedeki küresel politikasının bir parçasıdır. Bu münasebetle ABD Kosovalı ayrılıkçıları Sırbistana karşı desteklerken, Gürcistan Cumhuriyetindeki uşaklarına karşı savaşan Abhazyadaki ayrılıkçılara karşı çıkıyor. ABD Çeçen ayrılıkçıları Moskova Hükümetine karşı desteklerken, Washingtonun NATO müttefiki İspanyaya karşı mücadelelerinde Bask ve Katalana karşı çıkmaktadır. La Pazdaki merkezi hükümete karşı Santa Cruz Oligarşilerince başı çekilen Bolivyalı ayrılıkçılara para desteği verirken Şili Hükümetinin Mapuche Kızılderili baskısının güney-merkez Şilideki kaynaklar ve toprak iddialarını destekliyor.
Açık olan şu ki “self determinasyon” ve “bağımsızlık” ABD dış politikasında evrensel olarak tanınmış prensipler değil, ne de daha öncesinde bu öyleydi. Buna ABD’nin bağımsız Latin Amerikalı, Asyalı ve Afrikalı devletlerin yıllık olarak işgal edilmesi ve Kızılderili milletlerine, ayrılma yanlısı güney köle sahiplerine karşı savaşları şahitlik etmektedir.
ABD politikasına neyin önderlik ettiği sorusu onun bir ayrılıkçı harekete, onun liderine ve daha fazla imparatorluk yapısı programı bulunup bulunmadığına dairdir. Bununla birlikte aksi yöndeki bir soru ilerlemeciler diye adlandırılanlar, solcular veya kendilerini anti-emperyalistler olarak tanımlayanlarca çok nadiren sorulmaktadır: ayrılıkçı veya bağımsızlık yanlısı hareket, imparatorluğu zayıflatmakta ve anti-emperyalist güçleri güçlendirmekte midir, güçlendirmemekte midir? Eğer bizler ağır basan meselenin ABD emperyalizmi diye adlandırılan multimilyon ölüm makinesini yendiğini kabul ediyorsak o zaman değerlendirme yapmak ve destek vermek dahası bazı bağımsız hareketleri, diğerlerini değil, reddetmek meşrudur. Bu politik tercihleri yapmada daha yüksek ilkeleri artırmakta “münafıkça” veya “sakıncalı”olan hiçbir şey yoktur. Açık ki Hitler, Çekoslovakya işgalini Sutetenland ayrılıkçılarını savunma adına haklı göstermişti. Tıpkı bir takım ABD başkanlarının Kürtleri, Sünnileri, Şiileri veya kendilerini ABD emperyalist yapısına ödünç veren herhangi aşiret liderlerini koruma adına Irak’ın parçalara ayrılmasını haklı çıkardıkları gibi.
Anti-emperyalist siyasetleri tanımlayan şey “self determinasyon” hakkındaki soyut ilkeler değildir; ancak tam olarak “kendi-özü” kimdir onu tanımlamaktır; diğer bir deyişle hangi politik gücün hangi siyasi amaç için hangi siyasi iddia güden hangi uluslararası güç konumlanışıyla irtibatlı olduğudur. Bugün Bolivyada olduğu gibi eğer sağcı faşist bir tarım-iş oligarşisi otonomi ve “self determinasyon” adına ülke doğal kaynaklarının yüzde 75’ini içeren enerji zengini ve bereketli bölgeinin çoğunun kontrolünü ele geçirse, süreç içerisinde fakirleştirilmiş Kızılderililere vahşice davranıp onları yerlerinden sürse, sol veya anti-emperyalist hareket buna hangi temeller üzerinde karşı çıkabilir? Aksi halde bu iddianın sınıf, ırk ve milli içeriği– çoğunluk yönetiminin demokratik ilkeleri ve kamu malına eşit ulaşıma dayalı popüler bağımsızlık gibi daha önemli ilke olan bir şeye karşı etik değildir.
Latin Amerikada Ayrılıkçılık: Bolivya, Venezüela ve Ekvador
Son yıllarda Amerikan destekli adaylar Latin Amerikadaki milli seçimleri kazandılar ve kaybettiler. Şüphesiz Amerika bazı Karayip ada devletleriyle, Uruguay, Şili, Peru, Orta Amerika, Kolombiya ve Meksikadaki yönetici elitler üzerinde egemenliğini elinde tuttu. Venezüela, Ekvador, Bolivya ve Nikaragua gibi seçmenlerin ABD hakimiyetine karşı olanları seçtiği ülkelerde Washingtonun etkisi bölgesel, taşralı ve yerel seçilmiş yetkililere bağımlı durumda. Dış İlişkiler Konseyinin de iddia ettiği “Latin Amerikadaki ABD hegemonyasının eskilere dair bir şey olduğu” savı devlet için henüz çok erken. Bir kişi sadece Washingtonun yakın ve gelişen askeri, ekonomik ilişkilerine dair ekonomik ve politik kayıtları okumalıdır. Washington ve Meksikadaki Calderon Rejimi, Perudaki Garcia Rejimi, Şilideki Bachelet ve Kolombiyadaki Uribe Rejimleri arasındaki ilişkilerine bakıldığında ABD hegemonyasının Latin Amerikanın önemli bölgelerinde halen yürürlükte olduğu gerçeğini kaydetmek gerekiyor. Eğer bizler milli hükümetler düzeyinin hatta nüfuz alanı dışındaki devletlerin de ötesine bakarsak ABD etkisinin halen kuvvetli bir faktör olduğunu görürüz. Bu faktör Venezüela, Ekvador, Bolivya ve Arjantindeki güçlü sağ kesim, iş ve finans dünyası ile bölgesel politik elitlerin siyasi davranışlarını şekillendirmektedir. Mayıs 2008 sonlarında, ABD destekli bölgesel hareketler saldırıdaydı ve Bolivyadaki Santa Cruzde fiilen ayrılıkçı bir rejim kurdular. Arjantinde tarım-iş elit kesimi başarılı bir şekilde bütün millete ait üretim ve dağıtım lokavtını organize ettiler, “merkez-sol” Kirchner Hükümetince teşvik edilen ithalat vergilerine karşı büyük endüstriyel, finansal ve mesleki konfedarasyonlarca desteklendiler. Kolombiyada ABD, Venezüelanın petrol zengini eyaleti olan Zulia ile sınırda bir askeri üssün konumu üzerinde paramiliter devlet başkanı Uribe ile anlaşıyor. Ki bu “özerklik” veya ayrılığın güçlü bir teşvikçisi olan Chavez karşıtı tek valinin egemenliğiyle yönetilecek gibi.
Ekvador’da sağcı kitle medyası ve gözden düşmüş geleneksel siyasi partilerce arka çıkılan Belediye Başkanı Guayaquil, Ekvador Cumhurbaşkanı Rafael Correa’nın merkezi hükümetinden “özerklik” teklifinde bulundu.
Emperyal güdümlü millet parçalanması süreci merkezi hükümet ile bölgesel ayrılıkçılar arasındaki siyasi güç ilişkilerinin farklı düzeyleri nedeniyle oldukça inişli çıkışlı. Bolivyadaki sağcı kanat ayrılıkçıları en uzak noktaya kadar ilerlediler – aslında bir referandum organize edip bunu kazandılar ve kendilerini bağımsız bir hükümet birimi olarak deklare ettiler. Buna vergileri toplama gücü, dış ekonomi politikasını hazırlama ve kendi şahsi polis gücünü oluşturma dahil.
Santa Cruz ayrılıkçılarının başarıları Evo Morales-Garcia Linera Rejiminin külliyen becereksizliği ve siyasi yeteneksizliği nedeniyle yaşandı. Zira bu rejim fakir Kızılderili “milletler”in (veya indianismo) sayıları için “otonomi-özerkliğe” ön ayak oldu ve beyaz faşist oligarşilerin kendi şahsi “bölücü” güç merkezlerini kullanmaları için fırst yakalamalarına zemin döşeyerek sonuçlandı. Ayrılıkçılar yerel nüfus üzerinde kontrolü ele geçirdikten sonra Morales Rejiminin destekçisi olan ticaret sendikalarını ve “Kızılderilileri” korkuttu. Şiddetle Anayasal Meclisi baltaladılar Evo Moralesin yumuşak ve uzlaşmacı merkezi hükümeti için sık sık ruhsat veren Anayasayı reddettiler. Ayrılıkçılar Anayasayı çöpe atıp, üretimin ve diğer beş eyaletin topladığı ihracatların çoğu gereçleri üzerinde kontrollerini kullanırken, altı eyaletin coğrafik bir kavisini tesis ettiler. Milli hükümeti geriletmek için hamlelerinde diğer ikisi üzerinde etkinlik kurdular. Büyük ölçüde dışarıdan finans destekli STKlarda daha öncesinde çalışmış melezlerden oluşma Morales-Garcia Linera’nın “indianista” rejimi hiçbir zaman anayasal düzeni tesis etme, bölücülerin milli bütünlüğü ihlalleri ve demokratik düzeni reddetmeleri karşısında yasak koyup dava açmak yönünde resmi anayasal gücünü ve meşru güçlerin tekelini kullanmadı.
Morales kesinlikle ülkeyi, sivil toplumdaki popüler kuruluşların çoğunluğunu harekete geçirmedi veya bölücüleri bastırması için orduya dahi çağrıda bulunmadı. Bunun yerine o “diyalog” için aciz çağrılar yapmaya devam etti. Kendi başına buyruk olirgaşiye tavizlerinin bulunduğu uzlaşma çağrısı yalnızca onların bölgesel gücünü kuvvetlendirerek sürdürmelerini sağladı. Millete karşı tepkisel bir ayrılıkçılık tehdidiyle yüzleşmede başarısız bir yönetimin ne olduğuna dair örnek bir olay olarak Morales-Garcia Linea Rejimi milletin bütünlüğü ve makbul bağımsızlığını savunmada rezil bir başarısızlığı temsil etmektedir.
Bolivyadaki başarısız hükümetin dersleri Venezüeladaki Chavez ve Ekvadordaki Correa için merhametsiz bir uyarıcı/hatırlatıcı olarak durmaktadır. Eğer kendileri gelişmemiş ayrılıkçı hareketlerle onlar daha güç kazanmadan evvel başlarını ezmek için anayasının tüm gücüyle birlikte hareket etmezler ise kendileri de ülkelerinin parçalanmasıyla karşılaşacaklardır. En büyük tehdit Venezüela’da bulunuyor. Orada Amerika ve Kolombiya orduları Zulia Eyaleti sınır boylarında askeri üsler inşa ettiler. Komandolar ve paramiliter güçler eyalete sızdılar. Merkezi hükümeti hayati petrol gelirlerinden mahrum bırakmak ve istikrarsızlaştırmak için köprübaşı gibi petrol zengini eyaleti ele geçirmeye bakmaktadır.
Bolivyadaki Washington destekli ve fonlu ayrılıkçı bir hareket içinde geçen birkaç yılda azıcık aydın akademisyen ve âlim dikkatleri çekti ve eleştirel yorumlar yayımladı. Ne yazıkki bu makaleler de herhangi bir açıklayıcı içerikten yoksun olup Latin Amerikalı “ayrılıkçılığın” bir çeyrek yüzyılın üzerinde uzun-süreli, geniş-kapsamlı ABD emperyal yapı stratejisine tam uyduğuna dair çok az bir algılayış sundular.
Bugün Latin amerikadaki ABD’nin ön ayak olduğu ayrılıkçı hareketler aktif olarak en azından üç Latin Amerika ülkesinde devam etmektedir. Bolivyada Santa Ruz Eyaletinin ”medya ay” veya “yarımay”, Beni, Pando ve Tarija’da başarılı bir şekilde ayrılmalarında kod sözcükler olan “özerklik” için bölgesel, eyaletsel “referandumlar” için resmi çağrıda bulundular. 4 Mayıs 2008’te ayrılıkçılar Santa Cruzdaki oyların %80’ini kazanarak neredeyse % 50’lilik bir katılımcı oyunu sağlama almayı başardılar. 15 Mayısta, sağ kanat büyük iş politikacı eliti ayrılık yanlısı bir devletin etkin güçlerine hükmederek iç güvenlik ve yabancı ticaret bakanlıklarını oluşturduklarını deklare etti. Büyükelçi Goldberg yönetimindeki ABD Hükümeti sağ kanat ayrılık yanlısı “sivil” kuruluşlar için maddi ve siyasi destek sağladı. Bunu AID aracılığıyla 125 milyon dolar yardım programlarıyla, “anti-uyuşturu” programı için onlarca milyon dolarla ve ayrılık yanlısı STKları finanse eden NED (Demokrasi İçin Milli Vakıf) aracılığıyla gerçekleştirdiler. Amerikan devletleriyle yapılan toplantılar ve diğer bölgesel kuruluşlarıyla yapılan toplantılarda Amerika ayrılıkçı hareketleri kınamayı reddetti.
Başkan Evo Morales ve yardımcısı Garcia Lineranın milli siyasi liderliğinin yetersizliği ve toptan başarısızlığı nedeniyle Bolivya Devleti siyasi gücü gasp etmek ve ekonomik kaynakları ele geçirmek isteyen diğer bölgesel hükümetlerde olduğu gibi bir dizi “özerk” kantonlara dağılıyor. Daha başından itibaren Morales-Garcia Rejimi birçok siyasi ittifakı imzalayarak çıktı. Bütün bir politika dizilerini benimsedi, onlara sahip çıktı ve Santa Cruzdaki oligarşik elitlere birçok imtiyazları onayladı. Ki bunlar da onların etkin bir şekilde kendi doğal siyasi temelini yeniden inşa etmeleri, seçilmiş anayasal meclisi sabote etmeleri ve etkin bir şekilde merkezi hükümetin otoritesini sarsmalarına imkân tanıdı. Sağ kanatın başarısı 2005’te oldukça şaşırtıcı olduğu düşünülen 2 çeyrek yıldan daha az bir zaman aldı. Ülke milyonlarca işçi, madenci, çiftçi ve Kızılderilinin sokaklara hâkim olduğu bir zamanda sağ kanat bir devlet başkanını yerinden eden genel bir yaygın ayaklanmaya şahitlik etti. Bu Morales-Garcia rejiminin katıksız kötü yönetimine bir takdirdir. Öyleki ülke o kadar hızlı ve keskin bir şekilde genel isyan niteliğindeki güç durumundan parçalanmış ve bölünmüş bir yöne doğru hareket etti ki… Öyle ülke ki ayrılıkçı tarımsal-finansal elit kesim ülke üretim kaynaklarının % 80’ini kontrol ediyor… Seçilmiş merkezi hükümet uysalca protestolar yapıyor.
Bolivyadaki ayrılıkçı bölgesel yönetici zümrenin başarısı Ekvador ve Venezüela’da da benzeri “özerk hareketleri” cesaretlendirdi. Bunların Ekvador’dakine Guayaquil Belediye Başkanı, Venezüeleada ise Zulia Valisi başını çekiyor. Diğer bir deyişle Bolivyadaki Morales-Garcia Rejiminin ABD-mühendisliğindeki siyasi fiyaskosu Venezüela ve Ekvadordaki oligarşilerin birlikte çalışarak Santa Cruz tecrübesini tekrarlamalarına yol açtı…. Bir “daimi devrim-karşıtı ayrılık” sürecinde.
Bölücülük ve eski SSCB
SSCB’de (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) Komünizmin yenilgisinin eski ABD milli güvenlik danışmanı Zbigniew Brzyenski’nin iddia ettiği gibi “sistemi iflas ettiren silah yarışması” ile çok az bir alakası vardı. SSCB’nin sonuna doğru, standart yaşam nisbeten istikrarlı ve refah programları yakın optimal seviyelerde seyretmeye devam etti ve bilimsel ve kültürel programlar hemen hemen devlet giderlerini elinde tuttu. Komünist sistemi değiştiren yönetici elit zümre tıpkı Başkanlar Ronald Reagan, George H.W.Bush ve Bill Clintonun iddia ettiği gibi “serbest piyasa ve demokrasi”nin faziletleri hakkındaki ABD propagandalarına cevap vermedi. Bunun isbatı nüfuz elde etme yönünde dayattıkları ne demokratik ne de rekabetçi piyasalara dayanmayan siyasal ve ekonomik sistemleridir. Bu yeni etnik-temelli rejimler önceki 70 yılı aşkın bir süre kolektif emek ve kamu yatırımları ile toplanmış kamu servetini bir tutam oligarşilere ve yabancı tekelcilere peşkeş çeken (özelleştiren) despotik, yırtıcı ve akraba kayıran monarşilere benzedi.
“Ayrılıkçılığın” mevcut politikasının müteharrik esas ideolojik gücü ABD İstihbaratı ve propaganda birimlerince finanse edilen ve beslenen etnik kimlik politikalarıdır. Komünizmin yerine ikame edilen etnik kimlik politikaları elit kesimler ile kitleler arasındaki dikey bağlantılara dayalıdır. Aşiret-aile-din-çete sayesinde yeni elitler yönetimi kayırmacılığa dayanıyor ve Komünizm altında oluşturulan kamu servetinin özelleştirilmesi ve yağmalama aracılığıyla besleniyor ve sürdürülüyor. Onlar bir kere hâkim olduklarında, başta bulunduklarında yeni siyasi elitler kamu servetini “özelleştirerek” bunu aile zenginlerine ve kendilerine çevirdiler ve dostlarını oligarşik bir yönetici zümresine çevirdiler. Birçok hadisede elitler ile teba / vatandaşlar arasındaki etnik bağlar yaşam standartlarının çöküşü, derin sınıf dengesizlikleri, sahte oy sayımları ve devlet baskısı karşısında çözüldü. Tüm eski SSCB ülkelerinde yeni yönetici sınıflar sadece kitle meşruiyetinin bir müşterek etnik kimliği paylaşma başvurusuna dayandığını iddia etmektedirler. Onlar Ortaçağ ve krallık sembollerini çok eski geçmişten kaldırdılar, mutlakiyetçi monarşileri, parazit dini hiyerarşileri, kapitalist öncesi savaş ağalarını, kanlı imparatorların dibini vurdular. Feodal toprak ağalarının zamanlarından “milli” bayrakları “yeni özgürleştirilmiş” yığınlarla müşterek bir tarih ve kimlik uydurdu.
Eski tepkisel sembollere sürekli başvurma tamamiyle uygunsuzdu: despotizm, yağma ve şahsiyet kültlerinin mevcut politikaları geçmiş “tarihi” savaşçılar, feodal lordlar ve eylemlerle yankı yapıyor. SSCB sonrası yeni despotlar, milli serveti yağmalayan yerel ve yabancı talancılar ile kamunun hayal kırıklığını bir sonucu olarak kendi etnik ihtişamlarını kaybettiler, liderler sistematik güce başvurdular.
Ayrılıkçılığı teşvik etmedeki ABD stratejisinin esas başarısı geçerli bağımsız kapitalist demokrasilerin desteklenmesinde değil de SSCB’nin mahvedilmesinde idi. Washington, Ruslar ile diğer milletler arasındaki etnik anlaşmazlıkları tahrik etmekte başarılı oldu. Bunu, yerel komünist liderleri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinden ayrılmaya cesaretlendirerek ve yerel servetin ganimetini yeni batılı ortaklarıyla paylaşabilecek yeni yöneticilerin bulunduğu “bağımsız devletler” oluşturarak yaptı. Amerika özellikle 1970lerden sonra komünist ülkelerdeki istikrarsızlaştırma teşebbüslerinde yaşam standartları, daha büyük endüstriyel büyüme veya daha fazla cömert refah programları üzerinde mücadele etmedi. Aksine, Batı Propagandası tek mesele olan etnik dayanışma üzerine odaklandı. Ki bu mesele komünist devlet ve ideolojiye karşı sınıf dayanışması ile sadakatın altını oydu; batı yanlısı elitleri özellikle “halk entelektüelleri” arasında ve yeniden kullanıma sokulan komünist patron dönmesi “milliyetçi kurtarıcıları” güçlendirdi.
Batı stratejisinin kilit noktası ilk ve ebedi olarak fanatik dini fundamentalistler, çeteci-siyasetçiler, batı eğitimli liberal ekonomistler veya hırslı daha fazla seyyar savaş beyleri olsun ya da olmasın ayrılıkçı hareketler aracılığıyla SSCB’yi parçalamaktı. Tüm bu hususlar onların “self determinasyonunun” batılı ayrılıkçı sancağını taşıdı. Dolayısıyla da “Sovyet Dönemi sonrasında” yeni kapitalist yanlısı yönetici elitler, NATO ve uşak devlet statüleri için yetiştirildiler.
Washington’un post-ayrılıkçılık politikaları iki-adımlık bir süreci takip etti: ilk aşamada SSCB’yi yıkmayı savunan herhangi bir kimse ayırt etmeksizin desteklenmekteydi. İkinci aşamada ise Amerika, Gürcistan ve Ukraynadaki bolca bulunan “renkli devrimciler” diye adlandırılanlar arasında serbest piyasa liberalleri ve daha mülayim NATO yanlılarını itekleme peşinde koştu. Ayrılıkçılık Amerikan İmparatorluğuna yeniden itaatin “ileri” bir aşamasına yönelik ön hazırlık adımı olarak görülmekteydi. “Bağımsız Devletler” mefhumu aslında ABD imparatorluk yapıcıları için varolmayan bir şey. Olsa olsa o, bir gücün seçkinler topluluğundan yeni bir ABD-merkezli imparatorluğa muvakkat bir aşama olarak mevcuttur.
SSCB’nin dağılmasını takibeden süreçte, Washington’un yeni hâkim elitleri kapitalist yanlısı, uşak-statülerine yetiştirmeye dair müteakip teşebbüsler nisbeten başarılı idi. Bazı ülkeler kendi ekonomilerini özellikle enerji kaynaklarının düzenlemeye tabi olmayan istismara açtılar. Diğerleri askeri üsler için yer teklifinde bulundular. Birçok hadisede yerel yöneticiler yağmalar yoluyla kendi şahsi servetlerini büyütürken dünya güçleri arasında pazarlık yapmaya uğraşıyorlar.
Hiçbir sabık Sovyet Cumhuriyetleri, Sovyetler döneminde kendi halklarının sahip oldukları yaşam standartlarını iyileştirmeye dirayetli laik, bağımsız, demokratik cumhuriyetlere dönüşmediler. Dini önderlerin ve diktatörlerin karşılıklı olarak birbirlerini destekledikleri yerde bazı yöneticiler birer teokratik despotlar haline geldi. Diğerleri ise çirkin aile-esaslı diktatörlüklere evrildiler. Onlardan hiçbirisi Sovyet dönemindeki sosyal güvenlik ağını veya yüksek kalitedeki eğitim sistemlerini devam ettiremediler/ellerinde tutamadılar.
Sovyetler sonrası tüm rejimler sosyal eşitsizlikleri büyüttüler ve sabıkalı girişimlerin sayılarını katlattılar. Şiddetli suç geometrik olarak büyüdü ve vatandaşların emniyetsizliğini artırdı.
ABD-tesirli “ayrılıkçılığın” başarısı çoğu zaman, özellikle petrol kaynakları olmak üzere ham maddelerin batılı ve Asyalı talancılarına dev imkânlar oluşturmadı. “Yeni bağımsız devletler in” tecrübesi, olsa olsa, geçici bir illüzyondu. Yönetici elit ya direk olarak batı katmanı etki yörüngesinden geçti ya da batı-nüfuzlu finans ve hammadde ihracatı çemberine derin yapısal bağımlılıkta bir “incir yaprağı” * haline geldi.
SSCB’nin parçalanmasının haricinde, batılı devletler kendi menfaatlerinin uygun düştüğü o cumhuriyetler ile ittifaklar kurdu. Bazı durumlarda onlar ödünç paralar aracılığıyla bir diktatörün cebini doldurarak askeri üsler kurmak için yöneticiler ile anlaşmalar imzaladılar. Diğer durumlarda ise batılılar ortak girişimler teşkil ederek ekonomik kaynaklara imtiyazlı ulaşımı garantiye aldılar. Diğer hususlarda batılılar basit bir şekilde fakir, bahşedilmiş bir rejimi göz ardı ettiler ve onun despotizm ve sefalet içinde debelenip durmalarına ses çıkarmadılar.
Bölücülük: Batı Avrupa, Balkanlar ve Baltık Ülkeleri
Sovyet Bloğunun parçalanmasının en vurucu yönü yaşanan hızlılık ve kusursuzluktu. Öyleki bünyesindeki ülkeler Varşova Paktından NATO’ya, Sovyet Siyasal İdaresinden hemen hemen başlıca tüm kendi ekonomik sektörleri üzerinde ABD/AB ekonomik kontrolüne bu şekilde geçtiler. Bir siyasal ekonomik şekilden ve askeri bağımlılıktan diğerine dönüşme, değişme siyasal bağımsızlığın geçici mizacını; ameli/eylemsel anlamının yüzeyselliğini ve yeni yönetici elitin göz alıcı riyakarlağının önemini gösteriyor. Öyleki bu elitler çoğu ekonomik sektörü batılı sermayeye teslim ederken şen şakrak bir şekilde “Sovyet nüfuzunu” kınadılar, geniş toprak sahalarını NATO üslerine verdiler, Sovyet hâkimiyeti boyunca hiç yaşanmayacak olaylardan daha ileri düzeylerde Amerika’nın emperyalist savaşlarında yer alacak ücretli askeri birlikler temin ettiler.
Bu alanlardaki ayrılıkçılık, muhalif bir hegemonik koalisyonu zayıflatmak, daha da iyisi üyelerini daha çok öldürücü, düşmanca ve saldırgan imparatorluk yapı koalisyonuna yeniden dâhil etmekte olan bir ideoloji idi.
Yugoslavya ve Kosova: Zoraki Ayrılıkçılık
SSCB ile Varşova Paktı İttifakının başarılı bir şekilde parçalanması, ABD ve AB’yi Yugoslavyayı yok etmeleri için cesaretlendirdi. Yugoslavya, Batı Avrupada ABD-AB kontrolünün dışında kalan son bağımsız ülke konumundaydı. Yugoslavyanın parçalanması Batı Almanya’nın ekonomisinin yıkılması ve ilhakını takiben Almanya tarafından başlatıldı. Sonrasında da bu Slovenya ve Hırvatistan Cumhuriyetlerine doğru genişledi. Balkanların taksim edilmesinde görece sonradan gelen ABD, Bosna, Makedonya ve Kosovayı hedef aldı. Almanya ekonomik fetihler yoluyla genişlemekteyken; ABD -askeri misyonuna sadık kalarak- paramiliter KLA (UÇK) * içinde terörist olarak kabul edilen organize olmuş Kosova Arnavut çeteleri ile ittifak yaparak savaşa gitti.
Fransız Siyonist Bernard Kouchnerin liderliği altında NATO güçleri etnik temizliği, suikastları ve onbinlerce Sırbın, Romen’in ve bölücü olmayan muhalif görüşlü Kosovalı Arnavutun ortadan kaybolmasını kolaylaştırdı.
Yugoslavyanın mahvedilmesi tamamlandı: ayakta kalan, çatlamış ve hırpalanmış Sırbistan Cumhuriyeti şimdi Amerika ve onun Avrupalı müttefiklerinin merhametine kalmıştı. 2008’le bir AB-ABD destekli NATO yanlısı koalisyon seçildi ve Yugoslavyanın son kalıntısı ve onun kendi-yönettiği sosyalizminin tarihsel mirası yok edildi.
SSCB’de, Batı Avrupada ve Balkanlarda “Ayrılıkçılığın” Sonuçları
Amerika’nın sponsor olduğu ve iktisaden desteklediği ayrılıkçılığın başarılı olduğu her bölgede yaşam standartlarında, uygulanan özelleştirmeler adı altında kamu kaynaklarının büyük çapta yağmalanmasında ve siyasal çürüme alanlarında benzeri görülmemiş seviyelere ulaştı. Bu ülkelerin herhangi bir yerinde nüfusun üçte biri açlık, kişisel güvensizlik (suç), işsizlik ve kararsız bir gelecek nedeniyle batı Avrupa ve Kuzey Amerikaya kaçtılar.
Siyaseten, çetecilik ve alışılmamış cinayet artışları fahiş şantaj bedellerini ödemek için meşru işleri harekete geçirtti. Tıpkı bir “yeni sınıf” çetecilikten-dönme-işadamlarının ekonomiyi üstlenmesi ve şüpheli yatırım anlaşmalarıyla AB, ABD ve Asyalı MNCler (multinational corporations: çok uluslu şirketler) ile ortak girişimler imzalamalarında olduğu gibi.
Güney Orta Asya'daki enerji zengini sabık Sovyet ülkelerinde bolca bulunan diktatörler tarafından yönetildi. Ki bunlar eşitlikçi normları, yaygın sağlık, bilimsel ve kültürel kurumları mahvetme esnasında milyarlarca dolarlık servetler biriktirdiler. Dini kurumlar geçmiş yetmiş yıllık eğitim ilerlemesini tersine çevirerek profesyonel ve bilimsel kuruluşlara karşı ve onların üzerinde güç elde ettiler. Ayrılıkçılık mantığı cumhuriyetlerden alt-milli seviyelere doğru yayıldı. Muhalif yerel savaş ağaları ve etnik liderler kendilerini “özerk” varlıklarını biçimlendirmeye teşebbüs ederek kanlı savaşlara, yeni etnik temizlik alanlarına ve mücade sahalarından kaçan yeni mültecilere yol açtılar.
“Ayrılıkçılık” yoluyla Amerika’nın türlü türlü insanlara verdiği menfaatlar vaadi en son kertede yerine getirilmedi. Olsa olsa küçük bir yönetici elit ile onların yakınları dev miktarlarda servetler, güç ve büyük kalabalıklar pahasına imtiyazlar elde etti. Öncelikli nüfusun kendi kısa-süreli bağımsızlıklarında belki de tecrübe edebilecekleri ilk başta sembolik memnuniyetler her ne olursa olsun, yeni bayrak ve onarılmış dini gücün onların yaşamlarını mahveden berbat dâhili güç mücadeleleri ve öğüten yoksulluk ile sarsıldı. Meselenin hakikati şudur ki milyonlarca insan yabancı devletlerde ikinci-sınıf vatandaş ve mülteci olmayı tercih ederek “onların” yeni “bağımsız” devletlerinden kaçtılar.
Sonuç:
Görünüşte ilerlemeci liberaller ve onların “otonomi”, “ademi merkeziyetçilik” ve “özerklik” savunucuları olan STKların başlıca mantıksızlığı şudur: Bu kuramsal-soyut kavramlar şu temel, somut tarihi ve asli siyasi soruyu itiraf etmek istiyor mu: egemenlik hangi sınıflara, ırklara, siyasal kütlelere naklediliyor? Bir yüzyılı aşkın süredir Amerikada zayıf siyahların çoğu üzerinde şiddetle ve zorla hükmeden kuzey tarlaların sahipleri olan ırkçı sağcıların sancağı yerel hukukun egemenliği ve milli anayasa ile federal hükümet otoritesinin de üzerinde bir düzen olan “Devlet Hakları” idi. Devletlere karşı federaller arasındaki savaş tepkisel bir kuzey oligarşisi ve daha geniş üslenmiş ilerlemeci kuzey şehirli işçi koalisyonu ile orta sınıf arasındaki savaş idi.
“Otonomi” mefhumunun sırrını onu isteyen sınıfları, gücün, servetin ve yaygın gücün dağıtımı açısından intikal eden gücün sonuçlarını, milli devletten bölgesel yerel güç elitlerine bir değişikliğin harici velinimetlerini inceleyerek çözmeye esaslı bir ihtiyaç var.
Aynı şekilde, bazı özgürlükçülerin her birince düşüncesizce bağrına basılan ve “özerklik” için yapılan her iddia 20-21. yüzyılların en iğrenç suçlarından bazılarına yol açtı. Bunların birçoklarında ayrılıkçı hareketler cesaretlendirildi veya kanlı emperyalist savaşların ürünleri oldular. Tıpkı sebep olduğu ve akabindeki Nazi ilhaklarına, ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerinde Lübnan’ın vahşi İsrail işgalinde ve Filistinin parçalanması olaylarında olduğu gibi.
“Otonomi”, “ademi merkeziyetçilik” ve “özerklik” kavramlarının bir anlamının olması, bu güç hareketi verasetini ilerlemeci tarihi istikametinde sağlama almak için şu öncelikli soruları sormak esas olan şeydir: Bu siyasal değişiklikler, işçilerin ve köylülerin çoğunluğunun üretim araçları üzerinde kontrolünü ve gücünü artırmakta mıdır? Bu, devlette ve seçim sürecinde daha fazla yaygın güce mi yol açmaktadır? Yoksa bu, kurulu bir devletin parçalanarak etnik unsurların temasıyla bozuk ve yıkıcı bir imparatorluğa yol açan imparatorluk çıkarlarını geliştiren demagojik bağımlıları mı güçlendirmektedir?
Bu makale Modern Asya Dergisi’nin Şubat 2009 tarihli, 39. sayısı ve 1 Numaralı kısmında yayımlanacaktır.