İdlib'de mevcut duruma giden süreç ve geleceğe dair ihtimaller
Astana süreci ve sonrasında gelinen nokta Suriye'de geleceğe dair tahminleri oldukça zorlaştırıyor.
Yedinci yılını geride bırakan Suriye savaşında muhalif güçler, askeri ve siyasi yönden en zor günlerini geçiriyor. Rusya ve İran destekli Esed rejimi, ülkede muhaliflerin elinde kalan son bölge olan İdlib üzerine yürüme planları yaparken, bölgede çok sayıda farklı denklem mevcut.
Yerel, bölgesel ve küresel güçlerin stratejik hamleleri Suriye’de geleceği büyük oranda tahmin edilemez kılıyor.ABD ve Batı’nın muhalifler üzerinden bölgede bir kazanım elde etmelerinin mümkün olmayacağı, “Esed’e karşı savaşmama” şartı konulan eğit donat güçlerinin sahaya girmeyi dahi başaramamasının ardından anlaşılmıştı. Bunun üzerine ABD, sahadaki siyasetini tamamıyla PKK bağlantılı güçler üzerinden yürütmeye başlamıştı.
Katar’dan Türkiye’ye, Suudi Arabistan’dan Mısır’a tüm bölge ülkelerinde savaş sırasında yaşananlar da bu denkleme eklenince, Suriye’de Cenevre eksenli süren “çözüm” arayışları şekil değiştirdi. ABD’nin yeni başkanı Trump’ın da etkisiyle değişen politikalar Batı ekseninin Suriye'deki ağırlığını azalttı, bölge ülkeleri bu bağlamda Suriye politikalarında gözle görülür değişiklikler gerçekleştirdi. Özellikle Katar’a yönelik siyasi abluka ve Türkiye’de yaşananlar, Suriye’de sahayı doğrudan etkiledi.
ABD'nin eğit donat programı Nusra'nın hamleleri nedeniyle sahada hiçbir etki yaratmayarak başarısız olmuştu
Halep’in Esed rejimi eline geçme sürecinin başladığı 2016 yılına gelindiğinde, sahada ABD politikası nedeniyle esen değişim rüzgarları oldukça hissedilir hale geldi. Rusya’nın rejim yanında savaşa doğrudan müdahil oluşu ve muhaliflerin Rusya’nın hava üstünlüğüne karşı ellerinde askeri bir karşılığın bulunmaması dengeleri ciddi anlamda sarstı. Her ne kadar Rusya sahaya girdiğinde ilk olarak karada önemli darbeler alsa da, askeri anlamda hava gücünün ve siyasi-diplomatik hamlelerin efektif kullanımı, durumu Rusya lehine çevirdi.
Bu girizgahın ardından, sahada Rus etkisinin bugüne dek uzanan serüveni ışığında, İdlib’de ortaya çıkan durumu ve cihat yanlısı güçlerin içinde bulunduğu labirenti izaha çalışmak gerekiyor. Zira dünyanın odağındaki bölgenin ana aktörü sayılan cihat yanlılarının tutumunu anlamak, krizin geleceğini tahmin etmenin bir numaralı şartı.
Devrimin beş yılının ardından
2016 yılına gelindiğinde, her ne kadar IŞİD ile yaşanan savaşların ardından ivmesi azalmış ve iç siyasi dinamikler sebebiyle eskiye göre gücü düşmüş olsa da, muhalifler halen sahanın temel unsuruydu. Kuzeyde İdlib ve Halep şehirlerinde varlık gösteren, Humus’ta, Doğu Guta’da, Şam çevresinde ve Lübnan sınırında, Dera ve Kalemun’da elinde önemli bölgeleri bulunduran muhalifler, rejime karşı savaşı farklı cephelerde sürdürme avantajına da sahipti.
Muhalif saflarda çatlak
Bu açıdan bakılırsa muhalif güçlerin gerek iç gerekse dış etkiler sebebiyle Esed rejimine karşı kritik hamleleri zamanında yapamadığını söylemek mümkün. Savaşın başlarında, farklı çatılar altında olsalar da birlikte hareket etme kabiliyeti bulunan muhaliflerin ajandalarının farklılaşması zamanla bu özelliği yitirmelerine yol açtı. Nihayetinde ülkenin farklı bölgelerinde bulunan muhalifler bir yana, aynı bölgelerdeki muhalifler dahi ortak bir tavır sergileyemez duruma geldi.
2015 yılında muhaliflerin ortak noktası olan Fetih Ordusu çatısı altındaki birliktelik atmosferi çok uzun sürmedi.
Devrimin beşinci yılına gelindiğinde ortaya çıkan tabloda, muhalifler açısından Halep şehrinin düşüşü çoğu şeyi değiştirdi. Öncelikle şehrin kuzey kırsalını Türkiye’ye bağlayan Azez koridoru, ardından şehir merkezinin dışarı açılan tek kapısı Kastillo yolu rejim tarafından ele geçirildi ve Halep tamamen kuşatıldı. Bugün ortaya çıkan süreç esasen Halep’in kuşatılmasıyla başladı denilebilir.
Muhaliflere yakın birçok uzman, Halep’in kuşatmaya düşmesine yol açan siyasi ve askeri sürecin ardından “Suriye’de devrim bitti” yorumunu yapmıştı. Bunun nedeni Halep’in düşmesinin sonuçlarından çok, Halep’in düşmesine yol açan siyasi tavır ve dinamiklerdi.
Rusya sahada Amerika’nın yerini aldı
Rusya, etkisinin görünürlüğü bu tarihlerden itibaren kendisini ciddi oranda göstermeye başladı. 2015 yılının Eylül ayında Suriye’ye doğrudan dahil olan Rusya’nın siyasi ağırlığı, ABD’nin seçimlere yaklaştığı 2016 yılının ortalarında oldukça arttı. ABD’de seçim süreci ve sonrasında bugüne dek süren siyasi tartışmalar ve ABD’nin küresel siyasetteki güç ve itibar kaybı da Rusya’nın Suriye sahasındaki elini güçlendirdi. Bilhassa bölge ülkelerinin ABD eksenindeki Suriye politikaları, Rusya’nın diplomatik açıdan elini güçlendirmesiyle farklılaştı.
Türkiye de başta olmak üzere çoğu bölge ülkesi ulusal güvenlikleri, Suriye’deki savaşın kendi ülkelerine olan olumsuz etkileri gibi sebeplerle savaşın başından beri bir çözüm arayışındaydı. Bu çözüm arayışları ABD ve Batı’nın ağır bastığı yıllarda Cenevre eksenli görüşmelerle kendisini gösterdi. Bu görüşmeler daha çok ülkede Esed’in görevi bırakacağı, “radikal grupların” safdışı edileceği ve Suriye'deki tüm tarafların katılacağı geçiş sürecine başlanacağı bir vaziyeti öngörüyordu. Cenevre merkezli yürütülen süreç etkisini sahada göstermedi ancak bölge ülkeleri sürece ciddi katılım gösterdi. Suriye’de Rusya etkisinin artması, çözüm arayışında olan ülkeleri Rusya öncülüğündeki uzlaşı görüşmelerine katılmaya yahut destek vermeye itti. Sahada artık etkin olan küresel güç Rusya’ydı.
Donald Trump yönetimindeki ABD, Suriye sahasındaki birçok bölgede Rus etkinliğinin artışına şahit oldu.
Bu düzlemde özellikle Türkiye’nin Suriye’de çözüm için Rusya öncülüğünde gerçekleştirilen görüşmelere katılımı büyük bir önem arz etti. Ülkeyle olan sınırı, muhaliflerle olan ilişkisi, kendisine yönelik PKK tehdidi, sınırları içerisindeki mülteci sayısı gibi birçok sebeple Türkiye, Suriye konusunda bir uzlaşı arayışındaki en önemli taraflardan. Özellikle muhalifler üzerindeki etkisi göz önüne alındığında uzlaşı görüşmelerinde Türkiye’nin varlığı Rusya için oldukça büyük bir koz. Türkiye’nin Cenevre sürecinden umudunu kesmesi ve kurucu bir üye ve garantör olarak Astana’ya katılması bu yönüyle iki ülke için de sembolik bir önemi de haiz.
Rusya’nın saha üzerindeki askeri etkisi, Astana’yı Cenevre’den ayıran en önemli unsur. Birleşmiş Milletler öncülüğünde yıllar süren Cenevre görüşmeleri paralelinde sahada ciddi bir değişme hiç yaşanmadı. ABD’nin bölge ülkelerindeki siyasi ve diplomatik etkisi her ne kadar fazla olursa olsun, sahada doğrudan kuvvet kullanmayışı bu süreci meyve vermekten uzak kıldı. Rusya ise Astana sürecine giden yoldaki engelleri kaldırmak için kaba kuvvet kullanımına başvurmaktan çekinmedi. Sivil alanları hedef alan ağır bombardımanlar ve “scorched earth” olarak nitelenen kitle imha stratejisi Rusya’nın Astana yolunu açan en büyük silahıydı. Bu silah terazide Rusya’nın kefesini ağır bastırdı.
Rusya Astana sürecine giden yoldaki engelleri kaldırmak için kaba kuvvet kullanımına başvurmaktan çekinmedi.
ABD ve Batı’nın bu politikaya itiraz etmemesi, sahada Rusya’nın elini daha da güçlendirdi ve önceden Batı eksenli siyaset izleyen bölge ülkelerini Rusya’nın yanına yaklaşmaya biraz da mecbur bıraktı. Zira ABD artık sahada etkili değildi, sahaya dair bir koz oynamıyordu ve Suriye’de çıkarlarıyla ilgili olduğu tek taraf PKK bağlantılı güçlerdi. Sahadaki grupların ABD’nin kontrol edebileceği gruplar olmaktan tamamen çıkması ve sahanın neredeyse tamamı İslami tandanslı olan gruplara kalması bu durumda etkili oldu. Sahada artık Rusya’nın borusu ötüyordu ve ABD de bu duruma ses çıkarmadı.
Türkiye’nin tutumu
Türkiye’nin Rusya ile Astana sürecine girmesine sebep olan birçok farklı dinamik bulunuyor. Bunlar arasında ulusal güvenlik meseleleri, güney sınırındaki PKK varlığı, ülke içindeki mülteciler ve ekonomi başta olmak üzere birçok sınavdan geçen Türkiye siyasetinin yer aldığını söylemek mümkün.
Suriye’de ne muhaliflerin ne de Esed rejiminin sahada kazanamaması, Suriye topraklarının komşu ülkeleri için güvensiz bir hale gelmesi, ABD’nin tüm bunlara ek olarak PKK ile ittifak yapmaya devam etmesi Türkiye’nin önce Suriye meselesinde yalnızlaşmasına, daha sonra ulusal güvenliğini koruyacak yeni bir yol aramasına sebebiyet verdi.
Halep’in rejim eline geçtiği zamanlara rastlayan ilk Astana görüşmelerinin garantör taraflarından biri de Türkiye’ydi. Bu görüşmelere böyle bir statüde katılmakla Türkiye, artık Suriye meselesinde Batı’dan çok Rusya’nın başı çektiği Doğu blokuna yakınlık göstermeye başladı.
Cenevre görüşmeleri de bir yandan devam etse de bu görüşmelerin sahaya yansıyan herhangi bir etkisi olmadı. Türkiye bu süreçle paralel olarak sınırlarını PKK ve IŞİD’e karşı güvenceye alacak Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatlarını da gerçekleştirdi. Cenevre sürecini yürüten tarafların PKK bağlantılı gruplara doğrudan desteği, Türkiye’nin sahada farklı ittifaklar aramasına ciddi bir dayanak teşkil etti.
Türkiye, Suriye meselesinde Batı’dan çok Rusya’nın başı çektiği Doğu blokuna yakınlık göstermeye başladı.
Mülteci meselesi
Türkiye içerisinde sayıları 4 milyona yaklaşan mültecilerin, ülke içinde bir polemik haline gelmesi de bu sürecin oluşmasında önemli bir etkendi. Gerek provokasyonlar, gerekse medyaya yansıyan asılsız haberler ülke içerisinde mültecilere karşı tutumun sertleşmesine neden oldu. Bu da yönetime karşı “mültecilerin geri gönderilmesi” kapsamında bir baskı meydana getirdi. Mültecilerin Suriye’ye geri dönebilmesi için tek yolun bölgede savaşın bitmesi olduğu, bunun da askeri açıdan mümkün görülmediği göz önüne alındığında, Türkiye’nin bir geçiş sürecini öngörmesi durumu ortaya çıkmış oldu.
Bu ve bunun gibi birçok sebep doğrultusunda Türkiye, Astana sürecinin garantör taraflarından biri haline geldi. Sahadaki muhaliflerin önemli bir bölümü ve halkın bir kesimi de Türkiye’yi mühim ölçüde benimsedi. Katar’ın da kendisine yönelik siyasi ablukanın ardından Suriye’de etkinliğini ciddi ölçüde yitirmesiyle, Türkiye bu yönden göze çarpan tek devlet halini aldı. Halihazırda Türkiye, İran ve Rusya ile birlikte Suriye’de uzlaşı sürecinin en önemli etkenlerinden biriyken, muhalifler açısından ise en önemli etkeni pozisyonunda.
İran’ın zayıflayan varlığı
Suriye iç savaşında Esed rejiminin teşkil edildiği yıllardan bugüne en önemli unsurlardan birisi İran. Savaşın başından bu yana ilk olarak Hizbullah ve Şii milisler vasıtasıyla, daha sonra doğrudan rejime destek veren İran, Rusya’nın etkinliği artarken gücünü kaybediyor. Her ne kadar halen kuvvetli bir taraf olsa da İran’ın eski yoğunluğuyla varlığını sürdüremediğini söylemek gerekiyor.
Rusya müdahalesi öncesi Esed rejiminin varlığını birkaç yıl daha uzatan, ardından Rusya’nın sahada yürüttüğü saldırılardaki insan kaynağını büyük ölçüde sağlayan İran, sahada rejimin rakiplerinin bire düşmesiyle yavaş yavaş gücünü kaybetti. Bunda ülke içi dinamikler etkili olduğu gibi, İran’a yönelik küresel siyaset de önem arz etti.
İran destekli Şii milisler Esed rejiminin en önemli kozlarından biriydi.
Rusya’nın sahadaki güçlerini artırmasıyla, İran’a bağlı milislerle Rus güçleri arasında bir iç rekabetin filizlendiği çokça dile getirildi. Zaman zaman bu rekabetin karşılıklı suikastlerle ve hatta bir darbe girişimiyle alevlendiği belirtilse de İran’ın soluğu, sahayı Rusya’ya karşı domine etmeye yetmedi. Bu durumun oluşmasında Batı’nın Suriye’de Rus varlığını İran varlığına tercih etmesi, Rusya’nın da “müttefiki” İran’ın Suriye’deki rolüne karşı Batı’nın karşısında durmaması önemli etkiye sahip. Özellikle İsrail Suriye’nin dört bir yanında, hatta Deyr ez Zor’da dahi İran’a bağlı hedefleri vururken, Rusya İran’dan çok İsrail’in yanında bir görünüm izledi. Rus hava savunma sistemleri, Suriye sınırında içeriye yüzlerce kilometre giren İsrail uçaklarını hiçbir zaman hedef almadı. Bunun yanı sıra İsrail ve Rusya, İran’ın İsrail sınırından uzakta tutulması konusunda da uzlaştı.
İran’a yönelik yaptırımlar ve ülke içerisinde yaşanan ekonomik kriz de İran’ı vuran bir diğer etmendi. Halkın Suriye’deki İran varlığına yönelik iktisadi temelli tepkisi günden güne artarken, İran Şii milisleri finanse etmesinin imksansızlaşması gibi bir durumlar karşı karşıya kaldı. Tahran ve Lübnan arasında bir karayolu bağlantısı teşkil edilse ve bu İran’ın zaferi olarak öne çıksa da, zaman İran’ın zaferinin gölgelendiğini meydana çıkaracaktı.
İdlib’e yönelik bir saldırıda İran’ın kendisine bağlı Şii milisleri teşvik etme amacıyla hedef gösterdiği Fua ve Keferya’nın tahliyesi de İran’ın Suriye’de mevcut durumunun önemli bir göstergesi. İdlib’e yönelik saldırıda Şii milislerin ilk hedefi olarak görülen iki beldenin muhaliflere teslimi, sembolik de olsa İran’ın bölgede artık eskisi gibi söz sahibi olmadığını gözler önüne sermiş oldu.
Astana süreci gerçekten bir barış süreci miydi?
Türkiye, Rusya ve İran’ın garantörlüğünde yürütülen Astana görüşmelerinde ortak amaç deklare edilirken ülkede sorunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceği, bir ateşkes ve uzlaşı sürecinin gerekliliği ifade edildi, “IŞİD ve Nusra’ya karşı savaşın devam etmesi gerektiği” vurgulandı. Ancak süreç boyunca, bugüne kadar Rusya, İran ve rejimin saldırıları ara vermeden devam etti. Süreçte ateşi gerçekten kesen sadece muhalifler oldu. Muhalif grupların bir kesimi kendi iradesiyle, bir kesimi iç ve dış baskıyla, bir kesimi de buna mecbur kalarak saldırılara büyük ölçüde son verdi.
4. Astana görüşmelerinde ortaya konulan ve Astana süreci ile özdeşleşen en önemli gelişme çatışmasızlık bölgeleriydi. Türkiye, Rusya ve İran’in garantörlüğünde ülke topraklarında dört çatışmasızlık bölgesi ilan edildi. Bunlar İdlib bölgesi, Kuzey Humus kırsalı, Doğu Guta ve Dera bölgesiydi. Bu bölgelerin amacı görüşmelerin devamı sırasında saldırıların durması, karşılıklı taleplerin yerine getirilmesi ve uzlaşının gerçekleşmesiydi. Ancak Esed rejimi bölgelere insani yardım ulaştırılması ve esirlerin serbest bırakılması gibi talepleri hiçbir zaman yerine getirmedi. Buna rağmen Astana süreci sekteye uğramadı. Muhalifler her ne kadar sivil bölgelere saldıran Rusya ve Esed rejiminin garantör olamayacağına dair itirazlarda bulunsa da, sahada süreç işlemeye devam etti.
Astana sürecinden önce (1 Haziran 2016) ve bugün (3 Eylül 2018) itibariyle Suriye'de genel durum
Çatışmasızlık bölgelerinde saldırılar
Süreç sırasında dikkati en çok çeken şey ise, çatışmasızlık bölgelerinin sadece kağıt üstünde kalmasıydı. Gerçekten de Astana’da çatışmasızlık sürecinin garantörü olan Rusya ile İran ve bu anlaşmaya uyacağını ifade eden Esed rejimi, muhalif bölgelere saldırmaya devam etti. Üstelik bu saldırılar fevri, geçici, lokal saldırılar olmadı. Rusya ve İran’ın da katılımıyla rejim güçleri, çatışmasızlık bölgeleri olan Doğu Guta, Kuzey Humus kırsalı ve Dera bölgesini tamamıyla ele geçirdi. Bu bölgelere yönelik saldırılarda yasaklı napalm ve fosfor bombalarının yanı sıra kimyasal silahlar da, üstelik sivil alanlarda ve doğrudan sivillerin üzerine olacak şekilde kullanıldı. Üç bölgedeki saldırıların tamamında 2 binden fazla sivil yaşamını yitirdi. Çatışmasızlık bölgelerinde düzenlenen ve sivilleri hedef alan bu saldırılara ne Astana anlaşmasının tarafları ne de uluslararası kamuoyu ciddi bir tepki gösterdi.
Bu durum da tabii olarak akıllara Astana anlaşmasına dair soru işaretleri getirdi. Astana’nın sonuçları, geçtiğimiz yaklaşık 2 yıla bakacak olursak rejim açısından oldukça olumlu. Suriye’de artık meşru bir aktör olarak kabul edilen Esed, Astana süreciyle birlikte ülkenin çok büyük bir kısmını tekrar ele geçirdi. Çatışmasızlık bölgeleri arasında ise görece olarak çatışmaya sahne olmayan tek bölge İdlib. Ebu Zuhur’un doğusunda kalan bölge ele geçirildikten sonra Rusya ve İran destekli rejimin İdlib bölgesine taarruzları genel olarak durdu.
İdlib üzerine taarruzun konuşulduğu bir dönemde, Astana sürecinin amacının ülkede uzlaşı olduğunu söylemek zor. Zira ortada bir uzlaşı anlaşması olmasına karşın, uluslararası kamuoyu da dahil hiçbir taraf bölgedeki ihlalleri ve İdlib’in bir çatışmasızlık bölgesi olduğu gerçeğini göz önüne dahi alamıyor. Rusya ve Eser rejiminin ihlalleri öylesine rutin ve sık ki, bir anlaşmanın varlığı hiçbir zaman akıllarda yer edemedi. Bu da doğmadan ölen Astana anlaşmasını, bir anlaşma ve barış süreci olma hüviyetinden tamamen çıkarıyor.
Sahadaki grupların genel görünümü
Yakın tarihteki birleşmelerle beraber sahadaki muhaliflerin genel görünümü de daha sade bir hal aldı. Her ne kadar bir araya gelen gruplar halen eski örgütsel yapılarını büyük ölçüde muhafaza ediyor olsa da, bu birleşmeler sembolik olarak dahi önem taşıyor. Son olarak Ahraru'ş Şam, Nureddin Zenki, Feylaku'ş Şam gibi gruplar ve irili ufaklı tüm Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) grupları Ulusal Özgürleştirme Cephesi adı altında birleşmişti.
Şu an sahada temel olarak iki büyük grup var. Bu gruplar doğrultusunda bakarsak Suriye’de sahnenin temel olarak iki ana kampa ayrıldığını görebiliriz: Ulusal kanat ve cihat yanlısı kanat. Şu an Suriye sahasında ismini anmaya değer büyüklük ve kapasitede beş grup bulunuyor. Bunlar Ceyşu’l İzze, Hurras ed Din, Tahriru’ş Şam Heyeti, Türkistan İslam Partisi ve Ulusal Özgürleştirme Cephesi. Bunlardan Hurras ed Din, Tahriru’ş Şam Heyeti, Türkistan İslam Partisi cihat yanlısı kanatta, Ulusal Özgürleştirme cephesi ise ulusal kanatta yer alırken, Ceyşu’l İzze’nin fikri olarak ikisinin arasında ancak sahadaki pratik olarak cihat yanlılarına yakın durduğunu söylemek mümkün.
Türkiye destekli Ulusal Özgürleştirme Cephesi birleşmesi sahadaki görünümü daha net hale getirdi.
Genel olarak muhalif grupların tamamı rejimin askeri hamlesine karşı ortak bir duruş sergileyeceklerini deklare etmiş durumda. Ancak iç dinamiklerin her zaman böyle “dostane” ilerleyeceğini söylemek güç. Özellikle Ulusal Özgürleştirme Cephesi’ne bağlanan bazı isimlerin beyanatları, muhalif gruplar arasında da gerginliğin ortaya çıkabileceğini gösterir nitelikte.
Cihat yanlısı grupların Astana sürecine ve mevcut duruma bakışı
Sahadaki cihat yanlısı oluşumlar arasında sürece dair net yorumları bilinebilen tek yapı Tahriru’ş Şam. Zira Hurras ed Din ve Türkistan İslam Partisi siyasi olmaktan ziyade askeri oluşumlar olarak öne çıkıyor. Bu doğrultuda Tahriru’ş Şam dışında geneli itibariyle hiçbir grubun resmi ağızdan sürece dair tahlil ve yorumlarına ulaşmak mümkün değil. Bu doğrultuda cihat yanlılarının sürece ilişkin düşünceleri incelenirken, genel olarak Tahriru’ş Şam’ın açıklamaları, özel olarak da sahadaki cihat yanlısı mantık çerçevesinde bir özet vermek gerekiyor.
Cihat yanlıları ateşkes ve uzlaşı girişimlerine karşı savaşın başlangıcından bu yana olumsuz bir yaklaşıma sahip. Ülkede savaşın ilk yıllarında ortaya atılan ve Suriye’nin bölünmesini öngören girişimler cihat yanlılarınca tamamıyla reddedilmiş ve Dayton Anlaşması hatırlatması yapılmıştı. Bu açıdan geçmişten bugüne rejimle uzlaşıyı öngören anlaşmalara cihat yanlılarının tutumu belirgin.
Tahriru'ş Şam Heyeti lideri Ebu Muhammed el Cevlani
Ancak Astana sürecinde buna ek olarak dile getirilen bir durum var. O da Astana’nın muhaliflerin kayıpları açısından doğrudan sahaya yansıyor oluşu. Batı öncülüğündeki Cenevre süreci muhalifleri savaşmaktan uzak tutmamıştı. Ancak Astana sürecinde birçok muhalif grubun silahları sustu. Tahriru’ş Şam lideri Cevlani, Astana sürecini değerlendirirken bazı muhaliflerin anlaşmayı kabul ettiğini, cepheleri dondurduğunu, saldırılara karşı rejime istihbarat ulaştırdığını, Astana’nın Rus işgaline meşruiyet sağladığını bir konuşmasında ifade etti. Cihat yanlılarında yaygın kanaat Astana sürecinin muhalifleri saf dışı etmek için bir komplo olduğu yönünde. Buna ek olarak ulusal kanat dışındaki tüm cihat yanlılarının ve yabancı savaşçıların da tasfiye edileceği kanaati de cihat yanlılarınca benimseniyor.
Daha önce cihat yanlılarının Suriye’de bir ateşkese neden karşı olduğunun değerlendirildiği tahlilde, Astana sürecine dair cihat yanlılarının dile getirdiği endişeler ele alınmıştı. Bu endişelerin halen kendisini koruduğu, Rusya’nın aracılık ettiği süreç ilerlerken endişelerin de doruğa ulaştığını ifade etmek gerekiyor.
Tekrar vurgulamak gerekirse Tahriru’ş Şam başta olmak üzere cihat yanlısı gruplarda genel kanaat, Astana sürecinin Suriye devrimini sona erdirmek için planlanan bir proje olduğu yönünde. Çatışmasızlık bölgeleri olan Dera, Doğu Guta ve Kuzey Humus kırsalında yaşananları bir örnek olarak gösteren cihat yanlıları, aynı saldırıların İdlib’e de gerçekleştirileceğini ifade ediyor. Bölgeye sunulan uzlaşı girişimlerinde ise cihat yanlılarına yer olmadığı göze çarpıyor. Rejim ve Rusya İdlib’deki muhaliflerle bir uzlaşı için cihat yanlısı grupların tasfiyesini Astana sürecinin başından bu yana şart koşuyor. İdlib merkezli bir uzlaşının, Dera’da uzlaşı adı altında gerçekleştirilenlere benzeyeceği ve sadece cihat yanlılarının değil, Suriye’de rejim karşıtı hamlenin de sonu olacağı yönünde bir algı cihat yanlılarında hakim. Bu da onları ateşkes ve uzlaşıdan siyasi olarak tamamen uzak tutan bir diğer etken.
Bölgeye ilişkin gelecek tahminleri ve sonuç
Sahada siyasi sürecin tıkanmaya doğru gittiği göze çarpan bir gerçek. Zira Rusya, İran ve rejim ittifakı için İdlib’de Tahriru’ş Şam’ın, yabancı savaşçıların ve diğer cihat yanlısı grupların tasfiyesi öne çıkan bir şart. Ancak bunun siyasi olarak gerçekleşmekten uzak olduğu özellikle son süreçte belli oldu. Cihat yanlısı gruplar pozisyonunu korumaya devam etti. Bu bağlamda tıkanan siyasi sürecin bölgeyi bir savaşa götüreceğini ve geleceğe dair ihtimallerin çoğunda savaşın yer aldığını söylemek mümkün.
Gerçekleşme ihtimalleri tartışmaya açık olsa da süreçte taraflarca ortaya konulan belirli senaryolar mevcut. Bu senaryolar değerlendirilirken, Türkiye'nin Tahriru'ş Şam'ı 29 Ağustos tarihinde resmen terör örgütü listesine aldığı unutulmamalı.
1-Tahriru’ş Şam’ın dağıtılması ve uzlaşı
En çok dillendirilen senaryo Tahriru’ş Şam’ın dağıtılması, Ulusal Ordu’nun teşkili ve Rusya ile Türkiye aracılığında rejimle uzlaşı sürecinin başlatılması, diğer cihat yanlılarının tasfiyesi ve yabancı savaşçılar meselesinin düzenlenmesi. Bu doğrultuda kuzey Suriye’nin resmi yahut de facto bir hüviyet kazanması, ülkede yeni bir yönetim sürecine gidilmesi, yeni anayasanın yazılması ve siyasi partilerin teşkiliyle ileriye yönelik bir perspektif sağlanması bekleniyor. Ülkenin tamamını ele geçirmiş, siyasi ve askeri gücünü pekiştirmiş, dünyadan gelen tepkileri bertaraf ederek meşruiyetini yeniden kazanmış Esed rejiminin, muhaliflere böyle bir hakkı tanıyıp tanımayacağı ise şüpheli. Yine de en çok dile getirilen uzlaşı senaryosunun temel esasları bu şekilde.
2-Rejim saldırısı ve savaş
Bölgede en çok konuşulan bir diğer senaryo rejimin askeri hamleye başlaması. Bu durumda İdlib’de yaşayan ve sayıları 3 ila 4 milyon olarak ifade edilen sivillerin Türkiye’ye doğru kaçması gibi bir durumun doğması kaçınılmaz. Yerel kaynaklara göre ilk etapta yaklaşık 300 bin sivil, rejimin ilk saldırılara başlamasıyla yerlerini terk edecek. Askeri hamlenin ilk ve en büyük neticesi, Türkiye için bir sorun teşkil edecek mülteci akını.
Muhaliflerin Rusya ve İran destekli Esed rejimine karşı askeri olarak önemli hazırlıklar yaptıkları biliniyor. Her ne kadar savaş kendi içerisinde farklı dinamikler barındırsa ve neticesi belli olmasa da, muhaliflerin yoğun ateş gücüne karşı koyabilecek ölçüde askeri bir kozlarının olmadığı bir gerçek. Saldırı karşısında Türkiye’nin tutumu muhaliflere askeri destek vermek şeklinde olursa durumun daha farklı bir hal alabileceğini söylemek gerek. Ancak yine de rejim saldırısının muhalifler ve özellikle siviller açısından ağır bir tabloya sebep olacağı aşikar. Saldırının askeri olarak nasıl sonuçlanacağını söylemek için henüz erken olsa da, muhaliflerin zafer olarak niteleyebileceği bir sonucun ortaya çıkması çok zor. Bu konudaki tahminleri geleceğe bırakmak daha isabetli bir tercih.
Askeri müdahale ile rejim tüm bölgeyi ele geçirirse Türkiye’nin El Bab, Azez, Cerablus ve Afrin bölgelerini elinde tutmaya devam etmesi de zorlaşacak. Bu yönden bölgelere PKK bağlısı unsurların geri dönmesi tehdidi de Türkiye’nin askeri hamleye dair endişelerinin bir kaynağı.
3-Cihat yanlılarına müdahale ve iç çatışma
Özellikle muhalifler arasında konuşulan bir diğer ihtimal, Tahriru’ş Şam, yabancı savaşçılar, Hurras ed Din gibi cihat yanlılarının tasfiyesi için ulusal kanattaki muhaliflerin harekete geçmesi. Şu an Rusya ve Türkiye öncülüğündeki uzlaşı girişimlerinin önünde duran tek engel olarak bu cihat yanlısı gruplar gösteriliyor. Bu doğrultuda, söz konusu grupların tasfiyesi için diğer muhaliflerin harekete geçmesiyle siyasi bir çözüm mümkün olabilir.
Diğer muhaliflerin cihat yanlısı güçleri askeri olarak mağlup edebilecek bir gücü olup olmadığı tartışma konusu. Bu amaçla Türkiye ve Rusya’nın, uzlaşının mümkün olması adına Tahriru’ş Şam’ın tasfiyesi için muhaliflere askeri destek vermesi de muhtemel.
Olası bir iç çatışma sonunda Tahriru’ş Şam’ın, yabancı savaşçıların ve diğer cihat yanlılarının tasfiyesi mümkün olursa, sahadaki diğer muhalif gruplarla rejim arasında uzlaşının gerçekleşmesinin önünde bir engel kalmayacak.
4-Türkiye’nin inisiyatifi ve bölgede kontrol sağlaması
İhtimallerden biri de Türkiye’nin Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı bölgelerinde olduğu gibi İdlib’de de yönetimi eline alması. Türkiye’nin ağırlığını koyması ve inisiyatif alması durumunda mümkün olabilecek bu ihtimalde, yine de cihat yanlısı unsurların takınacağı tavır merak konusu. Türkiye’nin kontrol noktalarına dahi büyük itirazı olan cihat yanlısı grupların, böyle bir hamle karşısında nasıl bir yöntem izleyeceği bilinmiyor.
Rusya ve Esed rejimi Türkiye ile askeri bir karşılaşmayı göze alır mı, bu sorunun cevabını şimdiden vermek olanaksız. Ancak durumun askeri olarak bu noktaya gelmesi oldukça uzak bir ihtimal. Her ne kadar uluslararası hukuka göre Türkiye’nin Suriye’de bulunmak için meşru sebepleri olsa da, bölgedeki topraklar uluslararası arenada Esed rejimine ait olarak görülüyor ve Türkiye’nin burada uzun süre durmasının mümkün olup olmayacağı bilinmiyor.
Sonuç
İşin içine farklı değişkenlerin dahil olması ve sürecin karmaşık geçmişi, geleceğe olan bakışı bulanık hale getiriyor. Suriye’de yaşanabilecek her gelişme, bölgede dengeleri sarsma, geleceği etkileme ve akıllara kazınma potansiyeline sahip. Çünkü hiçbir olasılık, 7 yılı geride bırakan savaşta basit bir çözüme çıkmıyor. Bu doğrultuda başta muhalifler ve Türkiye olmak üzere tüm taraflar için İdlib’de yaşanması muhtemel olan olaylar uzun yıllar hatırlanma potansiyeline sahip. Tarihe tanıklık edilen bu süreçte yaşanacak olayları önceden kestirmek oldukça güçken, oyuncuların sahada neler gerçekleştireceğini zaman gösterecek.
Kitle imha saldırıları ve kimyasal silah kullanımının da gündemde olduğu bu süreçte İdlib’de yaşanacak insan hakları ihlallerine dünyanın vereceği tepki bu denklemlerin tamamen ötesinde. ABD ve Batı’nın sürece dair tutumunun müdahaleci olması beklenmiyor. Ancak bölgede devam eden bilmecede, tarafların artık harekete geçmesi ve puslu havanın az da olsa berraklaşması bekleniyor. İdlib gerek siyasi, gerek askeri, gerek de insani olarak bir süre daha odak noktası olacak.
Kaynak: Mepa News