Körfez'in ithal akılla güçlenen ülkesi: BAE
Son yıllarda sessiz ama derinden bir yayılma politikası izleyerek, Ortadoğu ile Kuzey ve Doğu Afrika’yı şekillendiren bir bölgesel güce dönüşme arzusunda yeni bir aktör var: Birleşik Arap Emirlikleri. BAE, bölgedeki hemen her mücadelenin bir kenarında doğrudan veya dolaylı yer alıyor. Peki ama nüfus ve yüzölçümü bakımından bu küçücük ülke, geçmişteki aktif tarafsızlık politikasını bırakıp, gücünü aşan şekilde müdahaleci bir politika benimsemekle hangi temel hedefleri güdüyor? Amaçlarına ulaşmak için hangi araçları ne şekilde kullanıyor? Başarı şansı var mı?
BAE “büyük oynuyor”
BAE’nin hedeflerinden ilki iktisadi. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 10’una sahip ve petrol ihracatında dünya yedincisi olan BAE için Körfez’deki enerji kaynaklarının dışarıya güvenli arzı kritik bir mesele. Yine Ortadoğu ticaretinde ve finans sektöründe Dubai önemli bir merkez konumunda. Dolayısıyla Asya-Avrupa arasındaki deniz ticaret yollarını ve enerji güzergâhlarını kontrol etmek, -hele de ABD’nin küresel jandarma rolünden yavaş yavaş el etek çektiği, buna mukabil diğer küresel ve bölgesel güçlerin boşluğu doldurmak için birbiriyle yarıştığı bir ortamda- BAE için hayati önemde.
Bu amacına erişmek için Körfez’den başlayıp Kızıldeniz ve Akdeniz’e uzanan güzergâhtaki stratejik boğazlar, adalar ve ticaret yolları üzerinde limanlar, askeri üsler ve lojistik ikmal hatları kurarak iktisadi ve askeri olarak gücünü yaymaya, adeta bir "deniz imparatorluğu" kurmaya çalışıyor. BAE'nin oyununu ne denli iddialı oynadığını anlamak için kontrol etmeye çalıştığı noktalara bir göz atmak yeterli: Dubai’nin Cebel Ali limanından başlayarak Yemen’in Aden, Mokha, Mukalla ve eş-Şihr limanları, Sokotra ve Perim/Meyun adaları; Eritre’nin Assab limanı; Somali’nin Puntland ve Somaliland/Berbera bölgeleri; Kıbrıs’ta Limasol limanı; Libya’nın Bingazi bölgesine uzanıyor. Bu üslerin bir kısmını İran’ın ve silahlı devlet dışı aktörlerin yayılmasına karşı askeri amaçlı kullanıyor.
BAE’nin diğer hedefleri ise siyasi nitelikli. Bunlardan ilki, Arap dünyasının iç çatışmalarla parçalandığı ve Kahire, Şam, Bağdat gibi kadim medeniyet merkezlerinin güçten düştüğü bir dönemde doğan boşluğu doldurmak ve nüfuz alanı genişleyen Türkiye ve İran’ın önünü kesmek.
İkinci siyasi hedefi, -gelecekte kendi rejimini de tehdit edebileceğinden- Ortadoğu’daki değişim dalgasına her türlü araçla karşı durmak ve mümkünse süreci geri çevirmek. Abu Dabi yönetimi, bunun için “Arap Baharı”nın başından itibaren eski rejimlerin adamlarına kucak açtı; hatta kilit isimler, BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’e danışman yapıldı. Böylelikle BAE karşı-devrim dalgasının operasyonel üssüne dönüştü. 2013’ten bu yana bölgede değişimi savunan güçlere karşı askeri darbeden psikolojik harbe, siber savaştan tehdit ve şantaja, vekâlet savaşından doğrudan askeri müdahaleye kadar her yönteme başvuruluyor. Muhammed Dahlan gibi Arap dünyasının kirli ve karanlık adamları, veliaht prensin danışmanı sıfatıyla bu misyonlarda aktif bir şekilde kullanılıyor.
Üçüncüsü, “Arap Baharı” sürecinde çürümüş seküler milliyetçi rejimlerin en önemli alternatifine dönüşen Müslüman Kardeşler başta olmak üzere, siyasi iddiası olan İslami hareketlerin tamamını terör örgütleri kapsamına sok(tur)arak onlarla içte ve dışta topyekûn mücadele etmek.
“Arap Baharı”nın yol açtığı siyasi, iktisadi ve askeri meydan okumalarla mücadelede BAE öncü bir rol üstleniyor. Ortadoğu’da güvenlik için “otoriter istikrar”ın yılmaz savunucusu olup kendisini radikalizme karşı ılımlılığın ve hoşgörünün timsali, “liberal otoriterliğin” rol modeli olarak sunuyor. Ayrıca siyasal İslam’a karşı sekülarizmi ve din-devlet ayrımını destekliyor. Aslında komşularından İran Şiiliği, Suudi Arabistan Vehhabi-Selefiliği, Katar da İslamcılığı himaye eden bir politika izlerken BAE’nin elinde güçlü rakiplerine karşı başkaca bir alternatif de bulunmuyor. Yine çoktandır ölüm döşeğindeki Arap milliyetçiliğini yeniden diriltmeye çalışıyor ve “Arapların meseleleri Arap dünyası içinde çözülmeli” görüşünü savunuyor. Aslında bu politikayla hedeflediği, hiç şüphesiz Türkiye ve İran’ın bölgede artan nüfuzuna engel olmak; yoksa Arap meselelerine Batı’nın ve İsrail’in müdahil olmasından hiç rahatsız olmadığı gibi, rakiplerine karşı onlarla sıkı bir işbirliği yapıyor. Keza “Arap milliyetçiliği” kisvesi altında kendi yayılmacı emellerinin de üzerini örtüyor.
İttifaklardan silahlı kuvvetlere, paradan propagandaya BAE’nin dış politika araçları
Türkiye ve İran ile İslamcı akımların yükselişini, yine terör örgütleri ile Ortadoğu’daki anarşik ortamı birer tehdit olarak algılayan, ama küçük bir ülke olması hasebiyle gücünün sınırlarının da farkında olan BAE, hem bu tehditleri kendi sınırına dayanmadan yerinde bertaraf etmek hem de bölgesel bir denge kurmak için ittifaklar ağına öncelik veriyor. Bu çerçevede bölgede, Suudi Arabistan ve Mısır’la birlikte “ılımlı Arap rejimleri” ekseninin başını çekerken; dışarıda ise -BAE’nin Washington Büyükelçisi Yusuf el-Uteybe’nin 2008’den itibaren sarf ettiği çabalarla- ABD’yle, özellikle de Amerikan sağı (neoconlar), Yahudi lobisi ve İsrail’le yakın ilişkiler ağı kurdu. Obama yönetiminin yerel ortakları sahaya sürerek “geriden yönetme” politikası ve Trump’ın müttefiklerin ellerini taşın altına koydurma taktiği için BAE biçilmiş bir kaftandı. Bu süreçte Amerikan politikalarını uygula(t)maya en hevesli aktör olarak sivrildi; İsrail’in Arap dünyasıyla ilişkilerini güçlendirme noktasında hayati bir rol oynadı.
BAE, uzun yıllardır bekasını ve güvenliğini ülkesindeki Amerikan üslerine borçluydu. Ancak “Arap Baharı”yla birlikte hem ülke içinde hem de bölgede yükselen tehditler karşısında -ABD’nin geri çekilmesinden de duyduğu kaygıyla- kendi polis, ordu ve istihbarat teşkilatlarını ya sıfırdan kurdurtmaya ya da Batı modeli temelinde yenileyerek etkinliğini artırmaya odaklandı. Bunun için 2011’den itibaren Blackwater’ın kurucusu Erik Prince başta olmak üzere çeşitli yabancı özel güvenlik şirketleriyle ve Amerikalı, Fransız, İngiliz ve Avustralyalı emekli askerler ve istihbaratçılarla çalışmaya başladı. İlk kez 2014’te kendi vatandaşlarına zorunlu askerliği getirse de ordusu halen büyük ölçüde -savaşla yoğrulmuş coğrafyalardan seçilen– Asyalı, Afrikalı ve Latin Amerikalı paralı askerlerden oluşuyor. Son teknoloji ürünü silahlara da muazzam yatırım yapıyor. Dünyada en çok silah ithal eden üçüncü ülke konumunda. Bu silahları ve ordusunu Amerikalı yetkililerin deyimiyle “en ideal şekilde kullanıyor”. Hem 1991 Körfez Savaşı’ndan bu yana neredeyse tüm Amerikan harekâtlarına muharip birlikler yolluyor ve bu sayede operasyonel tecrübe kazanıyor hem hâlihazırda Yemen’den Libya’ya ve Suriye’ye birçok alanda DEAŞ, el-Kaide, Husi Ensarullah ve diğer İslamcı gruplara karşı savaş yürütüyor hem de komşusu İran’ı caydırma amacı güdüyor. Kısaca BAE, artık yumuşak güçle yetinmeyip ordusunu sınırları ötesinde gücünü yayacak şekilde kullanmaya çalışıyor. Bu politikanın mimarı ise uzun süredir ülkeyi fiilen yöneten asker kökenli Veliaht Prens ve Başkomutan Yardımcısı Muhammed bin Zayid.
BAE’nin yumuşak ve kaba gücünün asıl kaynağı ise petrolden ve ticaretten kazandığı servet. Gerek Batı’da gerekse Orta Asya’dan Balkanlara, Ortadoğu’dan Afrika’ya gelişmekte olan ülkelerde, servetini büyük yatırımlara sermaye olarak kullanıyor. Ayrıca “çek defteri diplomasisi”yle gelişmekte olan ülkelere yardım, yatırım veya borç mahiyetinde para akıtarak –veyahut para musluklarını kapatma tehdidiyle– iç ve dış politikalarını yönlendiriyor. İngiltere’yi ve ABD’yi Müslüman Kardeşler menşeli hareketleri terör örgütleri listesine almaya zorlamak için milyar dolarlık yatırımlarla silah ve petrol anlaşmalarını baskı aracı olarak kullanıyor. Mısır örneğinde görüldüğü üzere karşı-devrimleri finanse ediyor. Abu Dabi yönetimi bu aracı sadece dış politikada kullanmıyor; “Arap Baharı”nın başında, kendi içinde daha fakir olan emirliklerde çıkabilecek huzursuzlukların önüne geçmek ve siyasal İslam’ın yayılmasını engellemek için kesenin ağzını açarak halkına milyonlarca dolarlık ilave destek sağlamıştı.
BAE, Batı’da birçok medya kuruluşunun, STK’nın, üniversitenin, düşünce kuruluşunun, akademik derginin finansörü veya bağışçısı olarak bilgi üretimini de doğrudan veya dolaylı olarak etkiliyor, zaman zaman yönlendiriyor. Ayrıca çok sayıda uydu kanalına ev sahipliği yaparak ve birçok medya kuruluşuna maddi kaynak aktararak Arap dünyasının medya merkezine dönüşmeye çalışıyor. El-Cezire’ye karşı Sky News Arapça başta olmak üzere kurduğu veya sponsor olduğu haber kanallarıyla Katar’ın bu alandaki gücünü kırma ve kendi vizyonu doğrultusunda Arap sokaklarını şekillendirme hedefi güdüyor.
BAE’yi diğer zengin Körfez ülkelerinden ayıran en önemli fark ise uzun yıllardır lobicilik faaliyetlerine muazzam paralar ayırarak başta ABD olmak üzere Batı’da karar alıcı çevreler üzerinde nüfuz kurup Ortadoğu politikalarını yönlendirmeye çalışması. Bu noktada Yahudi lobilerini örnek aldığı gibi bizzat onlarla işbirliği de yapıyor. Bu faaliyetlerinde o kadar ileri gitti ki ABD’de Başkan Trump’ın seçim kampanyasına usulsüz para akıttığı ve siyasi nüfuz kurmaya çalıştığı iddiası, özel savcı Robert Mueller’ın soruşturma dosyasına girmiş bulunuyor.
Son olarak BAE, önümüzdeki yıllarda çok daha önemli hale gelecek alanlara da -yine Batılı uzmanlar sayesinde- muazzam yatırımlar yapıyor. Nükleer enerji projesini başlatırken BAE Uzay Ajansını kurmak için NASA’yla temas içinde. Siber alana odaklanarak bilgisayar korsanlarından elit bir görev gücü ve sosyal medya trollerinden oluşan güçlü bir ağ kuruyor. Bu noktada attığı en kritik adım, Doha’yı diplomatik ve ekonomik tecrit altına almadan evvel Katar Haber Ajansı’nı hackleyerek Katar Emiri’nin ağzından sahte içerik yaymasıydı.
“Küçük Sparta”nın başarı şansı
BAE -vitrinde Suudi Arabistan görünse de- perde arkasından Arap coğrafyasını yönlendiren aktör olmakla övünüyor. Ancak gücünün kat kat üzerinde oynadığından ve aşırı yayıldığından orta ve uzun vadede başarı şansı düşük görünüyor. En büyük zaafı 9,4 milyonluk nüfusunun sadece yüzde 12’sinin yerli halktan oluşması. Ekonomisini Asya’dan gelen işçiler ayakta tutarken, bütün o iddialı politikalarının akıl hocası ve uygulayıcısı ise dolgun maaşlar sayesinde veliaht prensin emrine giren yabancılar.
BAE, askeri gücü ve savaşma istekliliğiyle Amerikalı yetkililerin “Küçük Sparta” övgüsüne mazhar olsa da bunu dışarıdan ithal silahlar, ileri teknolojiler, paralı savaşçılar ve danışmanlarla elde etmiş durumda. 1820’lerden itibaren imzaladığı anlaşmalarla (Osmanlı ve İran’a karşı) güvenliğini ve dış politikasını İngiliz himayesine devretmesinden gelen bir alışkanlıkla, bugün de Batı’nın güvenlik yapılanmalarını ve savunma stratejilerini kopyalamaya ve bizzat Batılıları kiralamaya çalışsa da bunları kendi bünyesine uyduramadığı gibi yerli ve bütüncül bir vizyondan da yoksun. Dışarıda askeri üsler ve limanlarla kurmakta olduğu o büyük “deniz imparatorluğu”nu da kendi başına yönetmesi imkânsız.
İşte bu noktada devreye giren gücünün asıl bileşeni ittifaklar ağına gelince, baş müttefiki ABD’de en büyük yatırımı yaptığı Başkan Trump’ın görev süresini salimen bitirip bitiremeyeceği belirsiz. Görev süresini tamamlasa dahi Trump’ın ikinci dönem başkan seçilebilmesi mümkün görünmüyor. Washington’da bir yönetim değişikliği durumunda BAE için işler şu anki gibi yolunda gitmeyebilir. “Karşı-devrimci Arap ekseni” ise ortak tehditler etrafında şekillenmiş olup kendi içinde rekabetler ve kırılganlıklar sözkonusu. BAE Veliaht Prensi, devlet yönetiminde toy Suudi Veliaht Prensi üzerinde kurduğu etkiyle Suudi tahtının ardındaki asıl güce dönüşse de uygulattığı “devrim” niteliğindeki politikalar önümüzdeki süreçte kraliyet ailesi ve rejimin dayandığı güç odakları içinde bir patlamaya yol açabilir. Suud-BAE arasında şu an Yemen politikasında alenen görünen farklılıklar ileriki dönemde başka alanlarda da kendini hissettirebilir. Tıpkı dayattıkları sözde Arap-İsrail barışıyla Ürdün’ü giderek yabancılaştırdıkları gibi önümüzdeki süreçte bu eksen içinde başka savrulmalar da yaşanabilir.
BAE, “Arap Baharı” sürecine en büyük sekteyi vuran aktörlerden olsa da Mısır’dan Libya’ya ve Yemen’e kadar desteklediği kadroların ülkelerine istikrar getiremeyeceği gibi birlik ve bütünlüğü de koruyamayacağı aşikâr. BAE’nin özellikle stratejik önemi haiz Yemen ve Somali’de ayrılıkçı grupları eğitip silahlandırarak ve gerekli kurumsal altyapıyı hazırlayarak bölünmelerinin önünü açtığı ve bölgede yeni yeni çatışmaların tohumlarını attığı bariz bir şekilde görülüyor. Ancak yedi emirlikten müteşekkil bir federasyon olarak, önümüzdeki dönemde parçalanan Ortadoğu’da kurulabilecek yeni federatif yapılar için ideal bir model olacağı beklentisinde. Dahası Ortadoğu’da kendisi gibi küçük devletçiklerin ortaya çıkması BAE’nin bölgesel aktörlüğünü sürdürebilmesinin de bir teminatı.
Öte yandan BAE’nin destek çıktığı karşı-devrimlerin o kadar da başarılı olduğu söylenemez. On milyarlarca dolar akıtılmasına rağmen Mısır hala daha istikrara kavuşamadığı gibi her an patlamaya hazır bir bomba olarak Arap dünyasının göbeğinde duruyor. Libya’da muazzam yatırım yaptığı General Halife Hafter dört yıldır hala daha ülkeyi kontrolü altına alabilmiş değil. Yemen’de kurdukları oyunlar her defasında ellerinde patladığı gibi üç yıldır devam eden bombardımana rağmen Husiler hala daha başkenti kontrol ediyor. Birçok ülkede planladıkları darbe tezgâhları tutmuş değil. En son Katar’da yönetimi devirme ve 2013’te Sisi darbesiyle başlattıkları karşı-devrim sürecini tamamlayarak kendi bölge vizyonlarını hâkim kılma amaçlı kuşatmadan da henüz istedikleri sonucu alabilmiş değiller. BAE-Suud baskısıyla Katar’la diplomatik ilişkileri kesip tecrit kervanına katılan Arap ülkelerinin bir kısmı -kendileri de bu süreçten zarar görerek- Doha’yla ilişkileri yeniden rayına oturtmanın şu an yollarını arıyor.
BAE, büyük güçlerin dış politikalarını etkileyip yönlendirebildiği gibi, kendisi de bölgede uyguladığı politikalarla aynı büyük güçlerin taşeronluğunu üstleniyor. Bu durum ileriki dönemde BAE’ye duyulan öfkeyi artırabilir. Keza bölgede izlediği yayılmacı politikalar dostlarıyla da düşmanlarıyla da arasının bozulmasına, hatta çatışmalara yol açabilir. Zira Kızıldeniz ve çevresi şu an bütün küresel ve bölgesel güçlerin üslendiği ve rekabet ettiği bir coğrafya niteliğinde. Yine Yemen’in güney ve doğusundaki yayılmacılığı, komşusu Umman’ı öfkelendirerek karşı önlemler almaya itmekte. Ayrıca BAE’nin politikaları zaman içinde ev sahibi ülkelerle arasının açılmasına yol açıyor; tıpkı Cibuti, Somali ve Yemen’le olduğu gibi.
Ortadoğu’da halkların ihtiyaçlarını ve çağın icaplarını dikkate alan gerçek ve yerli bir oyun kurmak yerine, dışarıdan ithal akıllar ve araçlarla eski düzeni geri getirmeye ve Suudi Arabistan’ı öne sürerek dikkatleri fazla üzerine çekmeden bir bölgesel güce dönüşmeye odaklanan BAE’nin başarı fazla görünmüyor. Tam da Middle East Eye’ın baş editörü David Hearst’ün ifadeleriyle, “Onlar, kumpas kurabilirler ve devirebilirler; ama idare edemezler ve istikrara kavuşturamazlar. Onların gerçek bir bölge vizyonu yok.”
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.