Küresel güç krizi: Devler ama hegemon değiller
Çin’in komşuları, spesifik taleplerine ve karşı çıkar çatışmalarına karşılık Amerika’nın desteğini kendilerine çekmek için her türlü fırsatı değerlendiriyorlar.
Bugün bir çok kişi, giderek ortaya çıkan Amerika –Çin ikilisi tekelinin, kaçınılmaz olarak bir anlaşmazlığa yol açmasından korkuyor. Ancak, küresel hakimiyete dönük savaşların, bugünkü Hegemon-Sonrası Çağ’da ciddi bir olasılık olduğuna inanmıyorum. Herkesin kabul edeceği gibi, tarihsel sicil, kasvetlidir. 200 yıl önce küresel siyasetin başlangıcından itibaren, Soğuk Savaş da dahil olmak üzere, Avrupa’da egemenliği ele geçirmek için dört uzun savaş gerçekleşti ve bunların her biri, tek bir süper gücün küresel hegemonyasıyla sonuçlandı. Bununla birlikte, son yıllarda ortaya çıkan bir çok gelişme, bu denklemi değiştirmişe benziyor. Nükleer silahlar, hegemonya savaşlarını aşırı yıkıcı hale getirdi; dolayısıyla zafer kazanmak da anlamsızlaştı. Giderek iç içe geçen bir küresel ekonomi içerisinde, tek yönlü ulusal ekonomik zaferler, herkes için daha belalı sonuçları harekete geçirmeksizin artık elde edilemez. Dahası, yeryüzündeki topluluklar da siyasi olarak ciddi bir uyanış içindeler ve artık eskisi kadar kolay bir şekilde bastırılamıyorlar, en kudretli güçler tarafından bile. Son olarak, ne ABD ne de Çin, tahrikçi düşman ideolojiler tarafından yönlendirilmiyorlar.
Dahası, ABD ve Çin oldukça farklı siyasi sistemlere sahip olmasına karşın, her iki toplum da farklı şekillerde ‘’açık’’ olarak nitelendirilebilir. Bu durum ise, her bir toplum içerisinde düşmanlığa ve kötü niyete karşı olan baskıyı dengeliyor. 100 binin üzerinde Çinli, Amerikan üniversitelerinde öğrenci konumundayken, binlerce genç Amerikalı da Çin’de çalışıyorlar ve okuyorlar, veya özel bir araştırma veya seyahat programına katılıyorlar. Eski Sovyetler Birliği’nden farklı olarak bu gün milyonlarca Çinli, düzenli olarak yurtdışına seyahat ediyor. Ve ayrıca milyonlarca genç Çinli de, her gün internet üzerinden dünya ile iletişim kuruyorlar. Tüm bu gelişmeler ise, küresel güç olmak için 19 ve 20. Yüzyıl’da rekabet edenlerin sosyal düzeydeki öz-tecritleriyle büyük oranda ters düşüyor; keza söz konusu rekabet, kindarlıkları güçlendirmiş, düşmanlıkları kızıştırmış ve ötekini şeytanlaştırmayı daha kolay hale getirmişti. Bununla birlikte, son yıllarda Amerika ve Çin arasında dostane bir ilişki kurulması yönündeki umut verici beklentinin, giderek daha çatışmacı polemiklerle test edilmeye başlandığı gerçeğini de tamamen göz ardı edemeyiz –özellikle de her iki kesimin büyük medya organları tarafından. Bu durum ise, kısmen, Amerika’nın kaçınılmaz olduğu iddia edilen çöküşü ve Çin’in hızlı ve önlenemez yükselişine dair spekülasyonlarla besleniyor. Amerika’nın geleceğine dair karamsarlıklar içinde bulunanlar, bu ülkenin kendi kendine yenileme kapasitesini gereğince önemsemiyor. İyimserler de, Çin’in önlenemez üstünlüğüne dair şunu görmezden geliyorlar: Çin ile Amerika arasında gerek kişi başına düşen GSYİH, gerekse karşılıklı teknolojik yetenekler anlamında büyük bir uçurum söz konusu, bunlar nasıl görmezden gelinebilir?
Çelişkili bir şekilde, Çin’in gerçek anlamda imrenilen ekonomik başarısı, şimdilerde, kendisini komünist olarak tanımlayan yönetici bürokrasinin, yükselen ve daha fazla hak arayışında olan orta sınıf karşısında devlet kapitalizmi sistemini daha ne kadar ve ne şekilde yönlendirebileceğine dair karmaşık sosyal ve siyasi düzenlemelere yönelik sistem ihtiyacını güçlendiriyor. Amerika’ya yönelik olarak Çin’in potansiyel askeri tehdidine ilişkin basite indirgeyici kışkırtmalar ise, Amerika’nın hem etrafında Okyanus’a kıyısı olan müttefiklerden hem de iki büyük okyanusun açık kıyılarında yer almasından dolayı oldukça elverişli durumdaki jeostratejik konumu sayesinde elde ettiği faydaları gözardı ediyor. Buna karşın, Çin, coğrafi olarak, sadece her daim dostane ülkelerle çevrili değil; aynı zamanda çok az müttefiki bulunuyor. Çin’in komşuları, spesifik taleplerine veya Çin’e karşı çıkar çatışmalarına karşılık Amerika’nın desteğini kendilerine çekmek için her türlü fırsatı değerlendiriyorlar. Ne mutlu ki, bu tür tehditlerin tek taraflı veya askeri olarak çözülmemesi, onun yerine ‘’müzakere’’ye başvurulması gerektiğine dair giderek büyüyen bir uzlaşının sinyalleri alınıyor.
Amerikan medyasının Obama yönetiminin Asya’ya yönelik derin ilgisini görece olarak yeniden dengelemesi ve askeri imayla bir ‘’eksen’’ olarak tanımlaması ise (oysa ki söz konusu kelime, bizzat Başkan tarafından hiçbir zaman kullanılmamıştı), bu sürece pek yardımcı olmadı. Aslında, bu yeni çabanın tek anlamı; ABD’nin hem pasifik hem de Atlantik gücü olduğuna dair değişmeyen gerçekliğin yapıcı biçimde yeniden ifadesiydi. Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde, istikrarlı bir Amerika-Çin ilişkisinin önündeki gerçek tehdit, her bir ülkenin düşmanca niyetlerinden kaynaklanmıyor. Daha ziyade, yeniden canlanan bir Asya’nın, kaynaklar, toprak veya güç konusunda 20. Yüzyıl Avrupa’sında yaşanan çatışmaları hızlandıracak şekilde milliyetçi bir heyecana kapılması gibi can sıkıcı bir olasılıkla bağlantılı bulunuyor.
Bölgede halen bir dizi potansiyel patlama noktası mevcut: Kuzey Kore-Güney Kore; Çin-Japonya; Çin-Hindistan veya Hindistan-Pakistan… Buradaki tehlike ise; eğer hükümetler söz konusu milliyetçi heyecanı, birer güvenlik supabı olarak kabul edip tetikler veya ona izin verirlerse, bu durumun kontrolden çıkması an meselesi olur. Böylesine potansiyel olarak patlayıcı nitelikteki bir bağlamda, Amerika’nın Asya’ya siyasi ve ekonomik olarak müdahalesi, oldukça ihtiyaç duyulan bir istikrarlaştırma etmeni haline gelebilir. Amerika’nın Asya’daki mevcut rolü ise, Britanya’nın 19. Yüzyıl Avrupa’sındaki rolüne benzemelidir: Bölgedeki düşmanlıklara hiçbir şekilde müdahil olmayan, bölgede egemenlik kurma çabasında bulunmayan, ‘’bölge dışından’’ dengeleyici bir nüfuz… Bunun etkili olabilmesi için, Amerika’nın Asya’da yapıcı ve stratejik açıdan hassas bir müdahalesi, sadece Japonya ve Güney Kore ile mevcut ittifaklar üzerine dayanmakla yetinmemelidir. Üstlenilen sorumluluk, aynı zamanda ABD-Çin işbirliğinin kurumsallaştırılması anlamına gelmelidir. Dolayısıyla, Amerika ve Çin ekonomik rekabetlerinin siyasi düşmanlığa dönüşmesine izin vermemelidir. Şu aşamada gereksinim duyulan şey; ikili ve çok taraflı olarak karşılıklı bir sorumluluk yüklenilmesidir, yoksa birbirini karşılıklı bir dışlama değil. Örneğin, ABD’nin Çin’siz ‘’Trans-Pasifik Ortaklık’’ arayışında olmaması; Çin’in de ABD’siz bir Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Pakt hayali kurması gerekir.
Amerika eğer Asya’da bir istikrar sağlayıcı (bir polis gücü değil) olarak varlık sergiler ve Çin de bölgede despot değil ama üstün bir güç haline gelir ise, tarih de 20. Yüzyıl’ın belalı çatışmaların tekrarlanmasını önleyebilir. Ocak 2011’de Başkan Obama ve Çin eski cumhurbaşkanı Hu Jintao bir araya geldiler ve ortak girişimleri zekice ayrıntılandıran bir tebliğ yayımladılar. Tebliğde, Amerika ile Çin arsında tarihte eşi benzeri görülmemiş bir ortaklık inşa edilmesi önerilmekteydi. Obama yeniden seçildiğine göre ve yeni başkan Xi Jinping Çin’de cumhurbaşkanlığını üstlenmeye hazırlanırken, iki liderin yeniden buluşup Amerika-Çin ilişkilerini yeniden harekete geçirip bir geçerlilik kazandırmaları gerekiyor. Söz konusu ilişki, sağlam ve mecburi veya zayıf ve şüphelerle dolu olmasında bağımsız olarak, bu durum; tüm dünyayı etkileyecek.
Amerikan New York Times gazetesi, 14 Şubat 2013
Zbigniew Brzezinski