Meşruluğu belirsiz savaş nedeni: Önleyici saldırı
Önleyici saldırı ve önceden müdahale kavaramı arsında çok ince bir çizgi varken bu iki kavram arasındaki ince çizginin varlığı kaldırılmıştır.
1.GİRİŞ
Soğuk Savaş döneminde uluslararası toplumda “iki kutuplu sistem” hakim iken, Soğuk Savaşın sona ermesiyle uluslararası alan, ABD’nin önderliğinde “tek kutuplu sisteme” doğru yol almıştır. Fakat küreselleşmenin etkisiyle “tek kutuplu sistem” yerini “çok kutuplu sisteme” bırakmıştır. Japonya, Hindistan, Çin ve Almanya’nın önemli güç merkezleri haline geldiği bu yeni dönemde küreselleşmenin etkisiyle karşılıklı bağımlılığın artması sonucu sınır kavramı anlamını yitirmiş, güvenlik kavramı ulusal boyutta olmaktan çıkarak uluslararası boyut kazanmıştır.
11 Eylül 2001 tarihi uluslararası sistemde bir dönüm noktasını oluşturmuş, devletlerin var olma amaçlarından en önemlisi olan güvenlik, uluslararası bir boyut kazanarak devletlerin bu tarihe kadar uluslararası ilişkilerde yer alan gerek dış politika araçlarının gerekse dış politika amaçlarının değişmesine yol açmıştır. 11 Eylül tarihinde yaşanan olayla devletler için “güvensizlik içinde güvenliği sağlamak” temel amaç olarak sistemde yerini almıştır.
11 Eylül ile birlikte güvenlik kavramının boyutunun değişmesiyle birlikte tehdit kavramı da değişmiştir. Soğuk Savaş döneminde tehdidin kaynağı devletler, niteliği ise konvansiyonel ve nükleer savaşlar iken Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte tehdidin kaynağı ve niteliği değişerek; Soğuk Savaş sonrası dönemde devlet kaynaklı tehdit yerini gittikçe artan küreselleşmenin etkisiyle güç kazanan devlet dışı terör örgütlerine bırakmıştır. Kitle İmha Silahlarının yayılması bunların teröristler tarafından kullanılması ihtimali yeni dönemde önemli güvenlik sorunları haline gelerek uluslararası alanda devletleri bunlarla mücadelede yeni çözüm yolları arayışları içine itmiştir.Yani küreselleşmenin ve bunun neticesinde teknolojik gelişmelerin etkisiyle yeni dönemde tehdit tanımının net olarak yapılamaması ve kaynağının bilinmemesi, tehdidin niteliğinin, zaman ve mekan anlayışının değişmesi; uluslararası sitemde devletleri bu “güvensizlik içinde güvenliği sağlama” amacına yönelik yeni arayışlar içine sürüklemiş, yeni politikalar belirlenmesine ve stratejiler oluşturulmasına neden olmuştur.
Soğuk Savaş döneminde güvenlik ve tehdit algısına karşı alınan önlemler yeni dönemde yeterli olmamış, devletlerin kendisini savunmak amacıyla yeni yollar oluşturmasına neden olmuştur. ABD’nin Eylül 2002’de ilan ettiği Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisinde, Soğuk Savaş sonrası tehdit ve güvenlik kavramlarını yeniden tanımlayan Amerikan yönetimi, kendi güvenliğine veya ulusal çıkarlarına bir saldırı ya da tehdit oluştuğuna dair şüphelenirse bu hedeflere yönelik saldırıda bulunacağını belirterek; önleyici saldırı ve önceden müdahale kavramları üzerinde durmuştur. Yani o güne kadar çok kullanılmayan önleyici saldırı ve önceden müdahale kavramları ABD’nin yeni tehdit ve güvenlik tanımlamalarıyla şekillenmiştir.
Çalışmamızın odak noktasını oluşturan, uluslararası sistemde meşruluğunun tartışıldığı önleyici saldırı kavramı kapsamında oluşturulan önleyici savaş stratejisi yeni dönemde güvenliği sağlamak için yeterli olmuş mudur? Savunma fikri çerçevesinde ortaya çıkan önleyici saldırı kavramı nasıl bir savunmayı öngörmektedir? Devletlerin meşru müdafaa çerçevesinde değerlendirdiği bu kavram uluslararası hukuka ve devletlerin kuvvet kullanmama ilkesine uygun mudur? Önleyici saldırıyı savunan devletler neye dayanarak bu stratejiyi savunmaktadırlar? Bütün bu soruların cevaplarına ulaşabilmek için ilk olarak önleyici saldırı kavramından önce saldırı ve savunma kavramlarına bakmak gerekmektedir.
Çalışmamızın ilk kısmında yukarıda da belirttiğim gibi savunma ve saldırı kavramları ele alınarak, bu iki kavramın devletlerin dış politikasındaki rolü incelenmeye çalışılmıştır. Daha sonra uluslararası ilişkilerde önleyici saldırı ve önceden müdahale kavramları incelenmiş, bu iki kavram arasındaki fark ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bunun akabinde ayrı bir başlık olarak ele aldığım bu iki kavram, uluslararası hukuk açısından özelliklede devletlerin meşru müdafaa hakkı kapsamında incelenmiş ve bu konuda uluslararası alandaki görüşler sunulmaya çalışılmıştır. Daha sonra kavramın ön plana çıkmasına neden olan ve kavramın kapsamını genişleten Bush Doktrini çerçevesinde önleyici savaş doktrini ele alınarak yeni dünya düzenindeki yeri tartışılarak; 21. Yüzyılda bu kavram kapsamında gerçekleştirilen Irak Müdahalesi ele alınmış ve bu kavramın güvenliği sağlayabilme konusundaki başarısı tartışılmıştır.
2.SALDIRI VE SAVUNMA KAVRAMLARI VE BU İKİ KAVRAMIN DEVLETLERİN DIŞ POLİTİKASINDAKİ ROLÜ
Devletlerarası ilişkilerde devletlerin haklı bir nedene dayanarak savaşa başvurması yüzyıllardır benimsenen bir anlayış olmuştur. Haklı savaş olarak literatürde gördüğümüz bu kavram çerçevesinde devletlerin yaptıkları müdahalelere zemin oluşturulmuştur. Birleşmiş Milletler sistemiyle bu kavram hukuksal olarak yasal zemin bularak somutlaştırılmıştır. Böylece devletlerin uluslararası sistemde bir başka devlete müdahale etmek için haklı bir sebebinin bulunması gerekmektedir. Uluslararası ilişkilerde devletlerin birbirine karşı kuvvet kullanması yasaklanmıştır, uluslararası sistemde kuvvet kullanmama ilkesi devletlerin benimsemek zorunda olduğu genel ilke olarak kabul edilmiştir. Fakat bazı durumlarda meşru müdafaa kapsamında kuvvete başvurulabileceği belirtilmiştir. Bunun sonucunda uluslararası hukukta kuvvet kullanma yasağı saldırı amacıyla kuvvet kullanma ya da savunma amacıyla kuvvet kullanma ayrımına dayanır duruma gelerek; saldırı ve savunma kavramlarının tanımının yapılması gerekliliğini ortaya çıkarmıştır.
“Haklı olmayan savaş” suçuna verilen bir isim olarak literatürde yerini alan saldırı kavramı hukuka uygunluk bakımından savunma kavramından ayrılmaktadır. Bunu Birleşmiş Milletlerin oluşturduğu sistemden görmek mümkündür. Bu ayrılma noktasına gelmeden önce saldırı ve savunma kavramlarının incelenmesinde yarar olduğunu görmekteyim. Öncelikle Önleyici Saldırı kavramına temel oluşturan saldırı kavramı üzerinde durmak istiyorum. Birleşmiş Milletler sisteminde bu kavramın net olarak tanımı yapılmamakla birlikte 1700’lü yıllardan beri saldırı kavramı tanımlanmaya çalışılmıştır. Ancak Milletler Cemiyeti dönemine kadar bu tanımlamalar; devletlerin bu kavrama yükledikleri anlam çerçevesinde sınırlı olarak kalmıştır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Müttefik Devletlerin, İtilaf Devletleri’ni suçlamak ve onlara savaş tazminatlarını ödetmek maksadıyla kullandıkları bir kavram olarak ortaya çıkan saldırı kavramı, bu dönemde oldukça dar yorumlanmıştır. II. Dünya Savaşı’na ve sonrasına baktığımızda kavramın kullanılmasının amacı, yine kaybedenlerin kazananları barışa karşı suçlardan yargılamak istemesidir.
Saldırı kavramının tanımının oluşturulmasına ilişkin geniş araştırmalar, Nüremberg ve Tokyo Mahkemelerinin statülerinin hazırlanması evresinde gerçekleşmiş olup, burada da net bir tanım ortaya konulamamıştır. Saldırı eyleminin belirli unsurları üzerinde durularak; bu unsurların “egemenlik kurma” veya millet tanımının öğelerini oluşturan “egemenliğe, ülkesel bütünlüğe veya siyasal bağımsızlığa saldırı” şeklinde ifade edilmiştir. Yani burada temel olarak bir devletin başka bir devletin egemenliğine, ülkesel bütünlüğüne, siyasal bağımsızlığına yapılan saldırının, saldırı eyleminin amaçlarını oluşturduğu, temel olarak saldırı eyleminin gerçekleşme amacının devletlerin diğer devletler üzerinde egemenlik kurmaya çalışması olarak belirtilmiştir.
1950’li yılların başlarında Birleşmiş Milletlerin yaptığı çalışmalarla saldırı kavramının tanımının yapılmasına ilişkin olarak bu kavramın iki unsuru olduğu belirtilmiştir. İlk unsur olarak bir devletin başka devlete karşı şiddet eylemine ilk başvurması saldırı kavramını oluşturmakta iken ikinci unsuru ise şiddete saldırgan bir niyetle başvurulması oluşturmaktadır. Birleşmiş Milletler dönemi saldırı kavramı için önemli adımların atıldığı dönem olmuş, dolayısıyla ilk şiddete başvurma ve şiddete başvururken saldırgan niyetin varlığı saldırı kavramını tanımlamaya çalışan iki önemli unsur olmuştur. Fakat yine de içi tam olarak doldurulamayan bu kavramın net bir tanımı yapılamamıştır. Bunun sebebi ise unsurları oluşturan şiddet kavramının tanımının net olarak yapılmadığı için, o günkü duruma ve o dönemin şartlarına göre tespit edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Unsurlarının net olarak neyi ifade ettiği bilinmeyen bir kavramın elbette net olarak tanımının yapılması oldukça güçtür.Bu yüzden dolayı bundan sonra yapılacak saldırı tanımlamalarının içi, kavramların neyi ifade ettiği bilinmeyen boş bir tanımlama olarak kalmıştır.
Saldırı kavramının tanımının oluşturulması çabası içinde alınan, 3314 sayılı kararda, Nüremberg ve Tokyo Mahkemelerinde olduğu gibi, yine aynı şekilde, bir devletin başka devlet üzerinde egemenlik kurmaya çalışması, ülkenin egemenliğine, bağımsızlığına, bütünlüğüne aykırı olarak ya da Birleşmiş Milletler statüsüne aykırı olarak kuvvet kullanılması olarak saldırı kavramı tanımlanmış, bunun akabinde belirtilen kısımda da silahlı kuvvete ilk başvurmanın saldırı eylemi için ilk delil olarak sayılacağı belirtilmiştir. Burada Güvenlik Konseyi’ne hangi fiillerin saldırı eylemi olduğunu belirleme yetkisi verilerek; hangi fiillerin saldırı olarak kabul edilebileceğine, o zamanın şarlarına ve fiilin gerçekleşme durumuna göre saldırı olarak kabul edilmesi ya da ya da edilmemesi Güvenlik Konseyi’nin kararına bırakılmıştır. 1990 yılında tekrar gündeme gelen saldırının tanımının yapılması konusu, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne ve Statüsü’ne ilişkin çalışmalar kapsamında tekrar incelenmeye başlanmış, fakat ortaya tam olarak belli olan bir tanım çıkmamıştır. Görülüyor ki unsurlarının belirtildiği saldırı kavramı içen genel bir tanım yapılamamakta, uluslararası alanda bu tanımlamayı yapma yetkisi duruma göre Güvenlik Konseyi’ne bırakılmıştır. Bu durum, bundan sonrada görüleceği gibi bir karmaşıklığa yol açarak hangi eylemin saldırı fiilini oluşturduğu hangi fiilin oluşturmadığı Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararlar çerçevesinde belirlenmeye çalışılmıştır.
3314 sayılı kararla saldırı eyleminin mutlaka bir silahlı eylemi kapsadığı görülmekte, saldırı kavramının kuvvet kullanma eyleminden farklı olduğu açıkça gözler önüne serilmektedir. Silahlı saldırı kavramının kuvvet kullanımının en ağır şekli olduğunu belirten Uluslararası Adalet Divanı Nikaragua Davasının kararında kuvvet kullanmanın ağır ve hafif şekilleri arasında ayrım yapılmasını belirtmiştir.
Dolayısıyla buraya kadar belirttiğimiz saldırı kavramının tanımının yapılması konusundaki çalışmalardan saldırı eylemi, bir devletin gerçekleştirdiği hukuk ihlalidir. Uluslararası alanda kuvvet kullanmama ilkesine aykırı olarak, bir devletin başka devlet üzerinde egemenlik kurmaya çalışması, o ülkenin egemenliğine, bağımsızlığına, bütünlüğüne aykırı olarak; içinde şiddet içerecek ilk saldırı eylemini saldırgan niyetle gerçekleştirmesi, kabaca saldırı kavramının içini tam olarak doldurmasa da tanımının yapılmasını kolaylaştıracak unsurlardır.
Uluslararası hukuka aykırı olarak kabul edilen bu kavram çerçevesinde ortaya çıkmış saldırı suçu Birleşmiş Milletler sistemine de aykırı olarak kabul edilmiştir. Nitekim BM Antlaşması’nın 2/4 maddesinde kuvvet kullanma yasağı ortaya konmuştur. Kuvvet Kullanma yasağının istisnası olarak da BM Antlaşması’nın 51. Maddesinde yer alan meşru müdafaa hakkı saldırı kavramından ziyade devletlerin savunma amacıyla kuvvet kullanabileceğini belirtmiştir. BM Antlaşması’nın 51. Maddesine göz atacak olursak bu maddede şu hükümlere yer vermiştir:
“İşbu Antlaşmanın hükmü, Birleşmiş Milletler Üyelerinden birinin silahlı bir saldırmaya hedef olması halinde, Güvenlik Meclisi milletlerarası barış ve güvenliğin muhafazası için lüzumlu tedbirleri alıncaya kadar, tabi olan münferit veya müşterek meşru müdafaa hakkına halel getirmez. Bu meşru müdafaa hakkını kullanarak Üyelerin aldığı tedbirler derhal Güvenlik Meclisine bildirilir ve Meclisin, işbu Antlaşmaya dayanarak milletlerarası barış veya güvenliğin muhafaza veya iadesi için lüzumlu göreceği şekilde her an hareket etmek yetki ve ödevine hiçbir veçhile tesir etmez.”
Buradan hareketle savunma kavramının tanımını oluşturmak gerekirse; savunma kavramı ilk olarak devletlerin silahlı bir saldırıya maruz kalması sonucu kendisine koruma çabalarıdır. Bu çerçevede devletlerin savunma amacıyla kuvvet kullanımına başvurması, uluslararası hukuka uygun bir eylemdir. Devletlerin kendilerini savunmak amacıyla karşı tarafa kuvvet kullanımında bulunmasındaki temel amaç bu cümlenin kendisinden de anlaşılacağı gibi kendini savunmak, saldırgan devletlere karşı korumaktır. Saldırı eyleminin unsurlarından biri olan niyet unsuru, savunma kavramı içerisinde saldırgan bir tutumla değil, tamamen savunmacı bir tutumla şiddete başvurulması eylemi ile yasallık bulmaktadır. Hukuki zemine oturan savunma amacıyla gerçekleştirilen eylemlerin uluslararası hukuka uygunluğu, yukarıda da belirttiğim gibi BM Antlaşması’nın 51. Maddesi kapsamında meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmiştir. Ki geçmişten günümüze kadar uluslararası sistemi incelediğimizde devletlerin temel amaçları olan güvenliklerini sağlamak için savunma kapsamında kendilerine müdahale eden devletlere karşı haklı olarak şiddete başvurduğunu görmekteyiz.
Saldırı kavramının aksine haklı savaş anlamına gelen savunma kavramının yarattığı eylem uluslararası arenada devletlerin sık kullandıkları kavram olarak ortaya çıkmıştır. 11 Eylül 2001 sonrası güvenlik kavramının uluslararası boyut kazanması, tehdit kavramının niteliğinin değişmesi ve kaynağının bilinmemesi, devletleri yeni dünya düzeninde yeni stratejiler arayışına sürüklemiştir. Önceden müdahale ve meşru müdafaa kapsamında devletlerin kendi egemenliğini, ülkesel bütünlüğünü, siyasal bağımsızlığını korumak amacıyla kendisine yönelik gerçekleşen saldırılar karşısında aldığı önlemler, başvurduğu yöntemler bu yeni dönemde farklı bir boyut kazanarak, kendisine herhangi bir saldırı gerçekleşmeden devletlerin algıladıkları tehdide karşı kendisini korumak amacıyla saldırı eylemine geçmesi savunma ve saldırı kavramlarının artık net olarak birbirinden ayrılamadığını ortaya koymaktadır. Yeni dünya düzeninde savunma kavramını da içine alarak tanımlanmaya çalışılan saldırı kavramı, 11 Eylül sonrası dönemde devletlerin dış politika amaçları çerçevesinde alınacak önlemlerin ve başvurulacak yöntemlerin belirlenmesinde etkili olmuştur.
3.ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ÖNLEYİCİ SALDIRI VE ÖNCEDEN MÜDAHALE KAVRAMLARI
Birbirine çok benzeyen, ince bir çizginin yer aldığı bu iki kavram arasındaki temel ayrımın bu iki kavramın bize neyi ifade ettiğini göstermektedir. Bu nedenle ilk olarak yapılması gereken şey, bu kavramların ilk bakışta birbiriyle aynı anlama geliyor gibi gözükse de aslında aralarındaki o ince çizginin belirgin hale getirilmesi ve farklarının ortaya konularak bu anlam karışıklığına son verilmesidir.
Bir eylem gerçekleşmeden önce, hedef ülkenin tehdit yeteneği kazanmadan tehdidin kaynağına yönelik yapılan müdahale önleyici saldırı (preventive) olarak kabul edilirken, önceden müdahale kavramı (pre-emptive), devletlerin kendi ülkesini korumak için önceden davranma ya da karşılaşacağı saldırıdan önce savunma amacıyla saldırı anlamına gelmekte ve bu kavram, ani bir saldırı tehdidi karşısında savaş stratejisini anlatmaktadır.
Burada önemli ayrım noktalarından birini oluşturan ilk fark olarak tehdidin yakınlığı ve uzaklığının etkili olduğunu görmekteyiz. Eğer tehdit çok yakın ise, aniden bir saldırı olasılığıyla karşı karşıya kalınacaksa karşı tarafın saldırıda bulunmadan, karşı tarafa müdahalede bulunulması önceden müdahaleyi oluşturmaktadır. Karşı taraf saldırı için bütün önlemleri almış, askeri hazırlıkları tamamlamış, saldırıya hazır şekilde saldırıda bulunmak için beklerken, karşı tarafa yapılan müdahale bir bakıma devletlerin karşı tarafın hazırlıklarını alt üst etmesine ve beklemediği bir davranış sergileyerek uluslararası alanda devletlerin güvenliklerini sağlamak amacıyla güç elde etmelerine yardımcı olmaktadır. Buradaki önemli olan unsur daha önceden uyuşmazlığın çözüm yolları için bütün yollar denenmiştir, fakat uyuşmazlığın çözüme kavuşamamasından dolayı karşı tarafa yönelik saldırı gerçekleştirme fikri ortaya çıkmıştır.
Önceden müdahale ve önleyici saldırıyı örnek üzerinde anlatacak olursak, 1981 yılında İsrail’in nükleer silahlar geliştireceği gerekçesiyle Irak’ın Bağdat’taki Osirak nükleer reaktörünü bombalaması önleyici saldırı kavramına örnek olarak verilebilir.Çünkü bu olayda yakında gerçekleşmiş somut olarak tehdit unsurları oluşmamış, İsrail açısından, güvenliğini zedeleyecek bir durumun ortaya çıkmasından duyduğu endişe ile BM Antlaşması’nın 51. Maddesi kapsamında Irak’a saldırmıştır. İsrail’in yaptığı bu saldırıyı değerlendirecek olursak; karşı taraf askeri anlamda daha tehdit yeteneği kazanmadığını görmekteyiz. İsrail’in bir şüpheden yola çıkarak yaptığı bu saldırı uluslararası hukuka aykırı bir eylemdir.
Önceden Müdahale kavramına örnek olarak; 1967 yılında Mısır ve Suriye kuvvetlerinin, İsrail sınırına hareket ettiği anda İsrail’in bu ülkelerden daha hızlı davranarak yaptığı saldırı gösterilebilir. Burada karşı taraf askeri anlamda bir tehdit yeteneği kazanmış, buna karşılık İsrail yapılacak olan saldırıya karşı kendini savunmak amacıyla meşru müdafaa kapsamında saldırıda bulunmuştur. Burada yukarıdaki örnekten farklı olarak tehdit bir şüpheden kaynaklanmamaktadır. Somut olarak tehdidin gerçekleşmesine kesin gözüyle bakılmaktadır. Tehdidin ortadan kaldırılmasına yönelik gerçekleştirilen eylem, karşı tarafın bütün hazırlıklarını boşa çıkarmıştır. Boşa-çıkarıcı eylem olarak adlandırılan, karşı taraftan önce harekete geçmeyi öngören önceden müdahale kavramı bu örnekten de anlaşılacağı gibi tehdidin yakın bir zamanda, gerçekleşmesi kesin olarak bakılan olaylara karşılık; devletlerin bu saldırı karşısında kendisini savunmak amacıyla yaptığı önceden müdahale kavramı uluslararası hukuka uygun olarak görülmüştür.
Tehdidin yakın olması veya uzak olmasının önleyici saldırı ve önceden müdahale kavramlarının birbirinden ayrılması için temel farklardan biri olduğunu, eğer tehdidin gerçekleşmesi yakın ve büyük olasılıkla kesin ise devletlerin bu tehdide karşı yaptıkları saldırı, kendilerini savunmak amacıyla yapılmış önceden müdahaledir. Önceden müdahale tehdidin yer aldığı karşı tarafın bütün hazırlıklarının boşa çıkmasına neden olarak devletlerin öncelikli davranarak kendilerini savunmasını içerir. Tehdit kavramı henüz askeri bir nitelik kazanmamışsa ve tehdidin gerçekleşme durumu uzak ve bir şüphe üzerine kuruluysa bu tehdidin yok edilmesine karşı girişilen eylem önleyici saldırıdır.
Devletlerin güvenliklerini bir üst boyuta taşımak istemesi, uluslararası sitemde çok güçlü olması ve göreceli olarak güç kaybına uğraması devletleri önleyici savaşa iten nedenleri oluşturmaktadır. Ayrıca devletin karşı taraftan zayıf ve güç kaybetmeye devam etmesi başka bir önleyici savaş nedenidir. Bu duruma örnek olarak 1980 yılında Irak’ın İran’a yaptığı saldırıyı gösterebiliriz. Bu dönemde Irak, İran’dan askeri kapasite olarak daha geridir, fakat 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrim nedeniyle, İran göreceli olarak bir güç kaybına uğramıştır. Bu durumdan yararlanmak isteyen Irak, İran’a saldırıda bulunmuştur.
4.ÖNLEYİCİ SALDIRI VE ÖNCEDEN MÜDAHALENİN ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN İNCELENMESİ
Önleyici saldırı ve önceden müdahale kavramlarının uluslararası hukuk boyutundan incelenmesine girmeden önce uluslararası hukukta bu iki kavramla yakından alakalı olan “kuvvet kullanma yasağı” ve bu yasağın istisnası olarak ortaya çıkan “meşru müdafaa” hakkını ele almakta yarar olduğunu görmekteyim. Önleyici saldırı ve önceden müdahale eylemlerinin uluslararası hukuka uygunluğunu bu kavramlar kapsamında değerlendirilmesinin, konunun net olarak görülebilmesi açısından olumlu katkı yapacağını düşünüyorum.
Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 2/4. Maddesinde devletlerin birbirlerine karşı kuvvet kullanması ilke olarak yasaklanmıştır. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 2/4. Maddesinin içeriğine göz attığımızda kuvvet kullanımının yasaklanması çerçevesinde şu hükümlere yer verilmiştir;
“Teşkilatın üyeleri, milletlerarası münasebetlerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletlerin amaçları ile telif edilemeyecek herhangi bir surette, tehdide veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.”
Kuvvet kullanma yasağının istisnası olarak Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesinde yer alan meşru müdafaa hakkı, devletlerin bazı durumlarda kendilerini korumak amacıyla kuvvet kullanabileceği belirtilmiştir. Yukarıda içeriği verilen bu hakkın doğması için belirli şartların olduğu, maddeyi incelediğimizde ortaya çıkmaktadır. İlk olarak göze çarpan unsur, meşru müdafaanın doğması için devletlerin silahlı bir saldırıya uğraması gerekmektedir. Daha sonra bu saldırı karşısında başka önlemlerin alınmasına imkan vermeyen zaman darlığının ve aciliyetinin olması ve bunun neticesinde kuvvet kullanırken devletlerin orantılı olması gerektiği maddeyi incelediğimizde ortaya çıkmaktadır.
Birleşmiş Milletler sisteminde saldırı kavramının tanımının net olarak yapılmadığı ancak silahlı bir saldırının gerçekleşmesi gerektiğini belirtmiştir. Devletler her türlü barışçıl çözüm yollarının işletilebilmesi ya da saldırıyı başka yollarla yok etmenin mümkün olmaması şartıyla meşru müdafaa çerçevesinde kuvvet kullanabileceği belirtilmiştir.
Tam olarak bir hukuk sistemi oluşturulmadan önce uluslararası örf ve adet hukuku çerçevesinde meşru müdafaanın, önleyici meşru müdafaayı kapsadığı görülmektedir. Yani önleyici müdahaleyi kabul eden bir yaklaşım mevcuttur. 1837’de Kanada’da İngiltere’ye karşı bir isyan sürerken, Caroline isimli bir geminin isyancılara yardım etmesi ve hükümet kuvvetlerine zarar verdirmesi nedeniyle İngilizler bu gemiye saldırmış ve gemiyi ateşe vererek Niagara Şelalesinden aşağı atmışlardır. İki Amerikan vatandaşının öldüğü ve bazılarının da yaralanmış olduğu olay, ABD ile İngiltere arasında bir uyuşmazlığa yol açmış ve devletlerin önleyici meşru müdafaa kavramı, meşru müdafaa içinde hukuka uygun olarak yer almıştır. ABD Dışişleri Bakanı’nın ortaya koyduğu ansızın, karşı konulmaz, başka bir araç seçimine ve düşünmeye imkan bırakmayan bir meşru müdafaa halinin zorunlu olduğu, meşru müdafaa kapsamında yapılan bu saldırının, haklı görülebilecek bir eylem olduğu, önleyici meşru müdafaa dahil olmak üzere, hukuki bir meşru müdafaa hakkının gereklilik, orantılılık ve acillik kriterlerine uygun olması gerektiği belirtilmiştir.
Uluslararası hukukta önleyici saldırı ve önceden müdahale kavramları, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesinin geniş yorumlanması sonucu yerini alarak çeşitli tartışmalara neden olmuştur. Eğer bir olay muhtemel olarak gerçekleşecekse yani uluslararası hukuktaki kavramsallaştırmasıyla verilecek olursa “vukuu muhtemel” bir durum söz konusu ise ve potansiyel tehditler ve risklere karşı yapılan bir eylem ise önleyici saldırı olarak nitelendirilmiş ve meşru kabul edilmemektedir. Çünkü kuvvet kullanma yanında kuvvet kullanılmasını gerektirmeyecek alternatif tedbirlere de yanıt verme imkanına sahip bir kavramdır. “Vukuu muhakkak” olarak uluslararası hukuk literatüründe yer alan önceden müdahale, tehdidin kesin olarak gerçekleşeceğinden dolayı uluslararası hukuka uygun olarak görülmüş ve meşru kabul edilmiştir.
Önleyici saldırı kavramı her ne kadar uluslararası hukuka aykırı olarak gözükse de küreselleşenin etkisiyle, değişen güvenlik anlayışı ve tehdit algılamaları neticesinde bir doktrin olarak uluslararası sistemde meşru müdafaa hakkı temelinde yerini almış, ve Bush Doktrini adı altında hukuki bir yaşam bulmaya doğru yol almıştır.
5.11 EYLÜL İLE BİRLİKTE KAPSAMI GENİŞLEYEN ÖNLEYİCİ SALDIRI KAVRAMI
11 Eylül günü ABD’nin ekonomik ve mali gücünü simgeleyen New York’taki ikiz kulelere ve askeri gücünü simgeleyen Pentagon’a düzenlenen saldırılar, Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin tek süper gücü olan ABD’nin bu tarihten sonra ülkesel ve küresel savunma stratejisini ciddi şekilde etkilemiştir.11 Eylül ile birlikte ABD güvenlik bağlamında yeni bir boyuta geçmiş ve tehdit algılamaları, uluslararası ilişkilerin temel aktörleri olan devletlerden çıkıp, devlet dışı terör örgütleri halini almıştır. Böylece uluslararası ilişkiler açısından da daha karmaşık bir dönem başlamıştır. 11 Eylül saldırılarından sonra, ABD Başkanı Bush, terörizme ve terörizmi destekleyenlere karşı savaş açtığını ilan ederek 20 Eylül tarihinde Afganistan merkezli, Usame Bin Ladin’in öncülüğünde El-Kaide örgütünün saldırılardan sorumlu örgüt olduğunu açıklamıştır. ABD’nin bu çerçevede oluşturduğu yeni güvenlik stratejileri ulusal boyuttan çıkıp küresel boyuta taşınmıştır.
Burada önleyici saldırı kavramı çerçevesinde oluşturulmuş olan Bush Doktrini, 11 Eylül saldırılarından sonra başkan Bush’un imzasıyla Eylül 2002’de yayınlanan, ve bu gerçekleşen saldırılardan sonra tüm dünyaya meydan okurcasına Amerikan stratejisinin dost ve düşman tanımını ifade eden bir doktrindir. Önleyici saldırı ve önceden müdahale (preventive war ve preemptive strike) kavramları üzerinde durularak, ABD’nin yeni dış politikası açıklanmıştır. O güne kadar çok kullanılmayan önleyici saldırı ve önceden müdahale kavramları ABD’nin yeni tehdit ve güvenlik tanımlamalarıyla şekillenmiştir. Yani ABD, kendi güvenliğine ya da ulusal çıkarlarına bir saldırı ya da tehdit oluştuğunu hissederse, bu durumdan şüphelenirse, bu hedeflere yönelik önleyici saldırılarda bulunacaktır. Önleyici saldırı doktrini, saldırı veya eylem hazırlığında olan düşman veya terörist grupları etkisizleştirmeyi hedeflemiş, uluslararası toplumda kabul görmemiştir fakat buna rağmen geniş uygulama alanı bulmuştur.
ABD Başkanı Bush, 1 Temmuz 2002’de yaptığı konuşmasında güvenlik anlayışının Soğuk Savaş Dönemi’nden farklı olduğunu ve artık tehditlerin gerçekleşmesinin beklenemeyeceğini belirterek; bu ulusal güvenlik stratejisinde; ve önleyici savaş (preventive) ve önceden saldırı (preemtive) kavramlarına birbirlerinin yerine geçecek şekilde yer verilmiştir. Aslında plan basittir, bu saldırı ABD için, yeni ulusal güvenlik stratejisinin dayandığı meşru kaynaktır. Soğuk Savaş sonrası düzende tek süper güç ABD, dünyada hakimiyetini kurmak, kontrolü sağlamak için kendisine dayanak hazırlamış ve bunu meşrulaştırarak planını yürütmeye başlamıştır.
Önleyici müdahale kapsamında yapılan bu saldırının uluslararası hukukta yer alan uluslararası uyuşmazlıkların barışçıl çözüm yollarına aykırı olarak yapılması, diplomatik yolların, hukuksal yolların denenmeden direk olarak askeri yollara başvurulması ve akabinde bu müdahalenin BM Antlaşması’nın 51. Maddesi kapsamında meşru müdafaa zemininde meşruluk kazandırılması bu uyuşmazlığın konusunu oluşturmaktadır. Ayrıca ABD’nin güvenlik ve savunma amacıyla oluşturduğu NATO örgütünün, 11 Eylül saldırıları sonrasında NATO Antlaşması’nın bütün üyelerin beraber savunulmasını hükmünü içeren 5. maddesinin ilk kez uygulanması literatürde yer almakta olup, ABD’nin bir diğer meşruluk kazanma yolunu oluşturmaktadır.
Uluslararası hukukun vukuu muhakkak bir saldırı tehdidine karşı önleyici meşru müdafaa hakkı kapsamında oluşturulan Bush Doktrini çerçevesinde öne çıkan Önleyici Savaş Doktrini yeni dünyanın devletlere karşı yaptıkları saldırıları haklı bir nedene oturtmaya çalışması sonucunu doğurmuştur.
6.SONUÇ
Soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte değişen güvenlik ve tehdit algılaması devletleri caydırıcılık ve diplomasiye dayanmayan yeni yöntemler arayışı içine sokmuştur. Bu durum çalışmamızın ana konusunu oluşturan önleyici saldırı kavramı çerçevesinde yeni bir stratejinin uluslararası alanda yasal bir zemin bularak hayat kazanmasına neden olmuştur.
11 Eylül 2001 saldırılarında sonra ABD’nin Ekim 2002 tarihinde ulusal güvenlik stratejisi belgesini ilan ettikten sonra Bush Doktrini adı altında ortaya çıkan önleyici meşru savunmayı ortaya çıkarmıştır. Çalışmamızda saldırı ve savunma kavramları arasında fark belirtilerek bu kavramların önleyici saldırı ve önceden müdahale kavramlarının anlamını nasıl değiştirdiğini göstermiştir. Savunma amaçlı ortaya çıkan önceden müdahale kavramı uluslararası hukuka uygun bulunurken, meşru müdafaa kapsamında değerlendirilirken devletlerin silahlı saldırıda bulunmasına dayalı olarak saldırı suçunun ortaya çıkması ve bunun akabinde önleyici saldırı kavramının karşı taraftan algılanan tehdidin askeri bir anlam kazanmadan yok edilmeye çalışılması ve tehdidin gerçekleşmesi olasılıklar ve şüpheler üzerine olması bu saldırı kavramının içini doldurmuştur.1980 yılında İsrail’in Irak’a gerçekleştirdiği saldırı önleyici meşru müdafaa kapsamında gerçekleşmiş olup 1967 ‘ de Mısır’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği tepki önceden müdahale kapsamında değerlendirilmiştir.
Önleyici saldırı ve önceden müdahale kavaramı arsında çok ince bir çizgi varken bu iki kavram arasındaki ince çizginin varlığı Bush Doktrinin ilan edilmesi ile ortadan kaldırılmıştır. Meşru müdafaa hakkına dayanan önceden müdahale kavramı bu tarihten sonra yerini önleyici meşru müdafaaya bırakmıştır.
21. yüzyılda ortaya çıkan bu yeni strateji devletle arasındaki güvensizliği daha da arttırarak uluslararası sistemde sonu gözükmeyen bir yola girilmesine neden olmuştur. Devlet dışı aktörlerin ön plana çıktığı bu yeni dönemde devletlerin birbirine müdahale etmesi için herhangi bir saldırının gerçekleşmesine gerek kalmadan devletlerin tehdit algıladıkları unsurlara karşı müdahale etmesini haklı bir sebebe dayandırarak yeni dünya düzeninde meşruluğu belirsiz bir savaş nedeni olarak önleyici saldırının tekrar gündeme oturmasına neden olmuştur.
Makale Kırıkkale Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrencisi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencisi, Nazlı Eser tarafından yazılmıştır.