Ortadoğu'da güç dengeleri ve Kürtler
Bu araştırmanın amacı Türkiye’de günümüzde yaşanan Kürt isyanlarına verilen ulus-ötesi destek kaynaklarının önemini değerlendirmektir.
Kürtlerin bir devleti yoktur; büyük oranda Sünni Müslümanlardır; Hindu-Avrupa dil kökeninden gelirler. Geleneksel olarak anavatanları, Orta Doğu’nun dağlık, engebeli bölgeleridir. Bu topraklarda da Türkiye, Irak ve İran sınırları çakılır. Dünyadaki Kürtlerin yaklaşık yarısı Türkiye’de yaşar. Çok daha az sayıda kesim ise, Suriye ve Sovyetler Birliğine konuşlanmıştır; diğer Orta Doğu devletleri, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da ise diaspora kalıntılarına rastlanır. Ağustos 1984’te Abdullah Öcalan’ın liderliğindeki Marksist-milliyetçi PKK, Türkiye’nin güneydoğusundaki bağımsızlık hedefli gerilla savaşını yeniden diriltti. Oysa Eylül 1980’de iktidara geldikten sonra Türk ordusu tarafından söz konusu savaşın sona erdirildiği düşünülüyordu. PKK isyanının kontrol altına alındığına dair birbiri ardı sıra gelen iddialara rağmen, çatışmalar neredeyse her gün yaşanmaya devam etti. 1990 İlkbaharına gelindiğinde, öyle bir düzeye ulaştı ki ilk kez Güneydoğu Anadolu’nun onlarca küçük kentinde, hükümet karşıtı gösteriler patlak verdi. Türk hükümeti, bu sorunla başa çıkmak üzere daha önce benzeri olmayan bir karar yayımladı: Basını sansürledi, ülke içinde sürgüne izin verdi; güvenlik sebebiyle köylerin boşaltılmasını sağladı.
Bir çok Türk, hükümetleriyle birlikte, PKK ve diğer ayrılıkçı Kürtlerin bir çok devlet ve gruptan yardım aldığını hissediyordu. Söz konusu devletler ve gruplar, Türkiye’nin zayıflamasını istiyorlardı. Hatta Türkiye’nin eski cumhurbaşkanı Kenan Evren’in bile örneğin Ekim 1981’de verdiği söylenilen bir demeçte, Kürt sorununun yabancı kışkırtmasıyla olduğu ifade ediliyordu.(Genelkurmay Başkanı General Necip Torumtay ise, artan PKK gerilla operasyonlarına dair Ağustos 1989’da yapmış olduğu ‘’Beyanatı’’na dair yorum yapan önemli bir Türk kaynak şu sonuca varmıştı: ‘’Ayrılıkçı kamplar Suriye’de, Lübnan’da, Irak’ta ve İran’da varlığını sürdürdükçe, Avrupa ülkelerinden dolaylı destek almaya devam ettikçe, Türkiye her gün yeni bir silahlı terörizmle karşı karşıya kalacaktır.’’
Tarihsel Öncüller
Türkler, bu iddialarda bulunurlarken, 19. ve 20. Yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu’nu zayıflatıp bölmeye dönük Avrupalı emperyalist planların tarihi anılarından etkilenmişlerdi hiç kuşkusuz. Türkiye Cumhuriyeti, 1920’li yılların başında doğuşundan beri, Kürtlerin milliyetçi uyanışını kendi topraksal bütünlüğünün önünde ölümcül bir tehdit olarak görmüştü. Söz konusu tavır ise, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından belirlenmişti. Türkler, İngilizlerin 1925 yılında Türkiye’nin doğusundaki Şeyh Said Kürt isyanını desteklediğinden şüphelenmişler; İngiltere’nin bu şekilde Irak’ın Musul vilayetine dair (ki büyük çoğunluğu Kürt idi) Türkiye’nin iddialarını zayıflatmak istediğini düşünmüşlerdi. Türkiye’ye karşı bir Kürt isyanı, Musul Kürtlerini en iyi kendisinin temsil edeceğine yönelik Türkiye’nin iddiasını çürütürdü. O tarihten beri Türklerin yaklaşımı şu şekilde oldu: bir siyasi zayıflık anında Irak’ın Musul-Kerkük bölgesi, Türkiye’nin elinden alınmıştır.
Bununla birlikte Türkler, kuşkularını somut bir temele yerleştirecek türden inandırıcı kanıtlar üretemiyorlardı. Diğer yandan Kürt isyanı da kısmen bastırılmıştı; çünkü Fransızlar, askeri birliklerin taşınması için Suriye üzerinden geçen Bağdat demiryolunu kullanmak üzere Türklere izin vermişlerdi. Benzer şekilde, 1930 yılında Ararat dağı dolaylarındaki Kürt isyanı sırasında –her ne kadar Kürtler, Ermenilerden belli bir oranda destek almış olsalar da- İran, Türk birliklerinin topraklarından geçerek isyancıları bastırmasına izin vermişti. İran ve Türkiye, daha sonraları, 1932 yılında küçük çaplı bir sınır düzenlemesi yapmak suretiyle anlaşmalarını yasal bir zemine taşımışlardı. Buna ek olarak, 1937 tarihli Sadabad Paktı ve 1955 tarihli Bağdat Paktı çerçevesinde, Türkiye, İran ve Irak, Kürt sorunu etrafında işbirliğine gitmeye razı oldular. Söz konusu güç birliği dahilinde; Kürtler arasında sınır ötesi iletişimin ve desteğin önlenmesine dönük tedbirler vardı ve mevcut uluslararası sınırlara ters düşebilecek türden her türlü ulus-ötesi Kürt eyleminin de kaynağın da önlenmesi öngörülüyordu.
Türkiye’nin kendi içerisinde ise, ülkenin yöneticileri, ayrı bir Kürt kimliğine atıfta bulunabilecek her türden etmeni yok etmeyi taahhüt etmişlerdi. Kürt dilinin bile ‘’ifade ve düşüncelerin yayılmasında kullanımı, yasalar tarafından anayasal çerçevede yasaklanmıştı.’’ (1982 anayasası, madde 26). ABD Dışişleri Bakanlığı ise, bu durumu şu şekilde tanımlamıştı:
‘’Her ne kadar Türkiye’de yaşayan milyonlarca Kürt, ulusun siyasi, ekonomik ve sosyal yaşantısına tam olarak entegre olmuş olsalar da, Türk Hükümeti’nin tam asimilasyon hedefi, Kürt dilinde yazılan her türlü kitabın, gazetenin ve diğer materyallerin yayımlanmasının önlenmesine yol açmıştı. Kürt tarihi, kültürü ve etnik kimliğine dair her türlü materyal yasaklanmıştı ve Kürtçe şarkı söyleyenler bile tutuklanıyordu. Kültürel ifadenin önündeki bu engeller, birçok Kürt kökenli Türkiye vatandaşı açısından bir huzursuzluk teşkil etmektedir-özellikle de çoğunluğu oluşturdukları ve ekonomik açıdan daha az gelişmiş olan güneydoğu bölgelerinde yaşayanlar için…”
Bununla birlikte, Kürtlerin oluşturduğu huzursuzluk Türkiye içinde ve dışarıda devam etti; dolayısıyla Türk-Kürt anlaşmazlığına yabancı kuvvetlerin dahil olduğuna dair Türkiye’nin endişelerini kalıcı hale getirdi. Bu çalışma, Kürt isyanına verilen ulus-ötesi desteğin bölge-temelinde iddia edilen kaynaklarını inceliyor.
Orta Doğu
1989 yılında haftalık yayımlanan bağımsız bir Türk dergisinde bu duruma dair şöyle bir yorum yapılmıştı: ‘’Orta Doğu’da Türkiye ile komşu olan devletler, yani İran, Irak ve Suriye, yıllar boyu tatbikatlar, silah tedarikleri, sınır ötesi saldırılar ve siyasi askeri karargah kurulması gibi konularda güvenli bölgeler olarak kullanılmıştı.’’ Türk İstihbarat kaynakları, Türkiye’nin güney komşularının üçünde de sınır boyunca PKK üslerinin var olduğunu iddia etmişlerdi. İran’da söz konusu kamplar; Selvana, Rezhan ve Ziveh’te yer alırken, Irak’ta ise Sihhat, Kishan, Nirve Lolan ve Deryasor’da, Suriye’de de Kamışlı ve Resulyan’da bulunuyordu. Bu üç devlete yakından bakıldığında ise, Suriye’nin PKK’ya en fazla gizli desteği veren ülke olduğu görülüyor. Irak en azından Türkiye ile işbirliğinde bulunmak üzere bir çok girişimde bulunmuş: 1983 yılından beri dört farklı defa PKK’yı Kuzey Irak’a dek izlemek üzere Türkiye’ye geçit hakkı bile vermişti. İran’nın bu konudaki rolü ise, iki uç örnek arasında bir yerlerde konumlanmaktaydı.
Suriye: Suriye, 1980 yılında Türkiye’de gerçekleşen darbeden önce PKK lideri Abdullah Öcalan’a sığınma sağlamıştı. Bunun ardından Suriye hükümeti, PKK bakiyesinin Suriye topraklarında ve Lübnan’ın kontrolleri altındaki bazı kısımlarında toplanıp kendilerine yeniden çeki düzen vermelerine göz yummuştu. PKK’nin ilk üç ‘’kongresi’’ de burada gerçekleşmişti. Bu durumun ardında kuşkusuz çok fazla sebep bulunuyor. 1939 yılında Hatay ilinin Türkiye topraklarına ilhak edilmesine ilişkin düşmanlıkların yanı sıra Fırat nehrinin sularına ilişkin sorunlar, Türkiye-Suriye ilişkilerinin pek sıcak seyretmemesine yol açmıştır. Tamamlandığında, Türkiye’nin devasa Atatürk Barajı’nın, Suriye topraklarına akan 26 trilyon litreden fazla suyun yarısının yönünü değiştireceği öngörülmüştü.
Buna ek olarak, Kıbrıs, İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün lider kadrosu arasındaki anlaşmazlıklar devam ediyordu. 20. Yüzyılın ilk yılarına kadar devam eden Osmanlı’nın sert yönetiminden kalan anılar, muhtemelen bu durumun arka planını teşkil ediyordu. Dahası, şunu da özellikle belirtmek gerekir ki; Suriye lideri Hafız Esad’ın cafcaflı hayalleri vardı: bölgede başat bir konum elde etmek istiyordu. Dahası Esad’ın kardeşi Rıfat’ın Öcalan’ın iyi dostu olduğu söyleniyordu. Öcalan’a bizzat yeşil bir zırhlı Mercedes vererek dostluğu ve güvenini göstermek istemişti. Kendisi, ayrıca, PKK ile Türkiye’deki küçük terörist grubu Acilcilerin (ki başında Mihraç Ural bulunuyordu) bir araya gelmesine yardımcı olmuştu.
Temmuz 1987’de Türkiye Başbakanı Turgut Özal, Şam’da Suriyelilerle bir güvenlik protokolü imzaladı. Protokolün kurallarına göre, Suriye, PKK’nın Suriye sınırları üzerinden Türkiye’ye sızmasını önleyecek ve toprakları üzerindeki PKK kamplarını kaldıracaktı. Ankara ise, Suriye’ye ayda en az 500 metre küp su temin etmeye onay vermişti. Bununla birlikte Öcalan’ın teslim edilmesi yönündeki talep reddedildi.
Ancak Suriye’nin inatçılığı ve uyuşmazlığı kısa süre içerisinde ortaya çıktı; keza PKK kampları sadece Beka Vadisi’nin Suriye’nin kontrolü altındaki bölgelerine taşınmıştı ve burasının Suriye’nin yasal kontrolü dışında olduğu iddia ediliyordu. Bu konuda Türkiye tarafından hazırlanan bir rapora, ‘’Suriye topraklarının halen PKK saldırılarının çoğunda kullanıldığına dair kanıtlar var’’, şeklinde ifadeler kaydedilmişti. Söz konusu bilgiler ise, ele geçirilen PKK ajanlarının ifadelerine dayandırılıyordu ki içlerinden bazıları Suriye vatandaşıydı. İki ülke arasında Haziran 1988’de gerçekleştirilen bir diğer üst düzey toplantıda ise, Suriye’nin Öcalan’ı iade etmeyi bir kez daha reddettiği, onu gelecekte bir ‘’koz’’ olarak kullanmak istediği ortaya çıkmıştı. 1989sonbaharında ise, cumhurbaşkanlığı koltuğundaki Turgut Özal, Suriye’ye su tedarikini kesme tehdidini ile kullanmıştı; ancak bu tür bir girişim, uluslararası düzeyde doğuracağı etkilerden dolayı pek olanaklı görünmüyordu.
İran: Laik Türkiye ile İslami İran arasındaki derin ideolojik farklılıkları bir kenara bırakırsanız, her iki devlet de ilginç bir şekilde dostane ilişkiler sürdürmeyi başardılar. Bunun sonucunda, İran hiçbir zaman Suriye gibi PKK’ya güvenli bir sığınak rolü üstlenmedi. Bununla birlikte, gerilimler yok değildi. Birinci Körfez Savaşı sırasında, hem İran hem de Irak, diğerinin topraklarında yaşayan Kürtleri ‘’müttefik’’ olarak görüp silahlandırdılar. Dolayısıyla, Tahran, PKK’ya kucak açan Iraklı Kürtleri desteklemiş oldu. Söz konusu Kürtlere yönelik olarak Türkiye’nin gerçekleştirdiği baskınlar ise, İran’ın hiç de hoşuna gitmedi. Dahası, İran, Türk ordusunun sınırları ötesine geçerek PKK’nın izini sürmesine izin vermedi –Iraklılardan farklı olarak. Bir gözlemcinin kaydettiği gibi: ‘’Türkler, hem İran’a hem de Irak’a, Kürtleri silahlandırmak yoluyla Türk-Irak-İran üçgeninin istikrarını bozma riskini aldıkları yönünde bir sitemde bulunabilirler; ki bunda son derece haklılar.’’
1989 yazında ise, Türk bir kaynağın iddia ettiğine göre, İran’da bir zamandır varlık gösteren PKK kamplarına ek olarak, yeni bir kamp da Doğu Bloğu ve Küba’nın desteğiyle Urumiye’nin kuzeyinde Ucneviye’ye kurulmuştu. PKK itirafçısı Fatih Tan’a göre (ki kendisi şimdi Türk hükümeti için çalışan eski bir PKK gerillasıdır), İran’daki PKK kamplarında, Öcalan’ın kardeşi Osman Öcalan’ın kumandası altında yaklaşık 25 militan bulunmaktaydı. İddia edilene göre, Nisan 1989’da İran sınırından Türkiye içine seksen kadar PKK gerillası sızmıştı. İçlerinden çoğu ise, Ahmet Kesip ve Orencik Şehitleri Direniş Kampı’nda eğitilmişlerdi. Bir diğer raporda ise, PKK’ya ait iki yasadışı mobil radyo istasyonunun İran’da olduğuna inanılıyordu. Buna ek olarak, diğer veriler ise, İran topraklarındaki kamplardan İran ile Irak arasındaki tampon bölgeye çok yoğun bir şekilde PKK askerinin yığılmakta olduğuna işaret ediyordu. 200 kadar PKK gerillası, Basiyan bölgesinde konuşlanmışlardı ki söz konusu topraklarda Türkiye, İran ve Irak sınırları bir üçgen oluşturuyordu. ‘’Teröristlerin İran’a aniden geri çekilebilecekleri, böylelikle Türk birliklerinin herhangi bir sınır-ötesi saldırısını önleyebilecekleri şekilde yerleşmişlerdi.’’ Bu sorunlara rağmen, Türkiye tarafından yapılan bir çalışmada varılan sonuç şuydu; ‘’Kasım 1984’ten beri İran’dan gelen çok az sayıda PKK saldırısı oldu. Tahran, PKK’nın İran’daki faaliyetlerini sınırlandırmak konusunda oldukça dikkatliydi.’’
Irak: Yukarıda sözü edildiği gibi, Irak, Türkiye’nin toprakları içine PKK gerillalarının izini sürmesine izin vermişti. 1983 yılından beri bu tür bir girişime en az dört farklı defa rastlanmıştı. Dolayısıyla her ne kadar Irak’taki üsler, PKK açısından pek değerli olmasa da, ev sahibi hükümetin izninden de yararlanamıyorlardı. 1989 yılında Türkiye tarafından hazırlanan bir rapora göre, Birinci Körfez Savaşı’nın ardından, Irak Hükümeti, kuzey (Kürt) bölgelerinin kontrolünü geri kazandı; PKK kampları burada korundu ve erişilmesi zor dağlık alanlardaki ‘’çadır kamplar’’ şeklinde kamufle edildi. 1990 yaz dönemi itibariyle ise söz konusu kampların; Kishan, Duruk, Urah, Gulkan, Besili, Sutuni, Zivek, Artis, Nazdur, Birri, Kiru, Barzan, Hayat, Ikmalah, S.Yunıs ve Durjan’da yer aldığı iddia ediliyordu. Türkiye ile işbirliğine rağmen, bazı Türk yetkililer, Irak’ı PKK’ya gizlice silah temin etmek ve karşılığında da Mesut Barzani’nin Irak’taki Demokratik Kürdistan Partisi hakkında istihbarat almak için kullandığı iddia ediliyordu.
Bir Türk yetkilinin 1987’de ifade ettiği gibi: ‘’Irak rejiminin Barzani güçleri nedeniyle giriş yapamadıkları sınır bölgelerine yönelik bir ilgisi var. Irak, PKK’ya silah ve mühimmat temin ediyor ki Iraklı Kürtlerin faaliyetleri hakkında istihbarat temin edebilsin. PKK, bir yandan bu Kürtlerden destek alırken, diğer yandan da kendi bekası için onları arkalarından vuruyor. Bir diğer rapor ise, söz konusu iddiayı desteklemekteydi: ‘’Bağdat’ın PKK’ya istihbarat karşılığı silah ve mühimmat sattığına dair bazı bilgiler var. Edindiğimiz hissiyat şu yönde ki, PKK, Barzani kamplarının bulunduğu yerleri Irak ordusuna söylüyor.’’
Eğer Irak’ın iki yüzlülüğünü gösteren bu raporlar gerçek ise, Iraklı KDP’nin 1987 yılı sonunda PKK ile ittifakını neden sona erdirdiğini de açıklamaya yardımcı olmaktadır.
Birinci Körfez Savaşı
Irak’ın kuzeyinde bulunan Musul-Kerkük bölgesinde 2 buçuk milyona kadar Iraklı Kürt yaşamaktadır ve bunlar savaş sırasında neredeyse otonom bir hal kazanmışlardır; keza Irak, o sırada İran’a karşı beka mücadelesine yoğunlaşmak zorunda kalmıştı. Irak’ın çöküşünün ardından Türkiye’nin petrol zengini bu bölgeyi işgal etmeye çalışacağı yönündeki olasılığın uluslararası düzlemde devasa sonuçları olacaktı. Türkiye’nin petrole yönelik çok yoğun ihtiyacı göz önüne alındığında, İran’ın zaferinin ardından Irak’ın kuzeyinde olası bir Kürt devletinin engellenmesine yönelik bir çıkar söz konusuydu. Aynı şekilde, Türkiye’nin güneydoğusuna yönelik sızmalarda da PKK’nın Kuzey Irak’ı bir üs olarak kullanması, endişeye yol açıyordu. Bu durumda, Türkiye’nin askeri bir harekatı mümkün olabilirdi.
Bununla birlikte, öncelikli endişe kaynağı, Kerkük’ten Türkiye’de İskenderun’a bir milyon varil petrol taşıyan stratejik bir boru hattı idi. Söz konusu boru hattı, Türkiye’nin petrol ihtiyacının üçte birini karşılamıştı ve ayrıca Irak’taki kira giderleri için de 300 milyon dolar sağlamaktaydı. Türk yetkililer, Humeyni hükümetinin Kuzey Irak’a bir saldırıda bulunma girişimi çerçevesindeki hedeflerini takiben bu boru hattını vurmaması konusunda İran’ı uyarmıştı. İran’ın ise boru hattının güvenliğini garanti altına almayı reddetmesi, bir Türk yetkili tarafından ’’talihsiz’’ olarak nitelendirildi; keza eğer ‘’temel çıkarlar’’ tehdit altındaysa ülkesi bu duruma seyirci kalamazdı.
Ağustos 1987’de, Türkiye’nin Hakkari ilindeki sınır görevlileri, Şemdinli yakınlarında İran Devrim Muhafızları Birliği’nin özel operasyon birliğinin yolunu kesti ve içindeki doksan beş kişiyi gözaltına aldı. Türk yetkililer, İran’ın boru hattını sabote etmeye çalıştıklarını iddia ediyorlardı; ancak İranlılar sadece Kuzey Irak’ta Kürtlere ait bir düşman gerilla kampına saldırıda bulunmaya çalıştıklarını belirtiyorlardı. Diplomatik görüşmeleri takiben Türkler, İranlıları ülkelerine geri gönderdiler. Dolayısıyla, söz konusu boru hattı meselesi, Türk basınında, boru hattını İranlı güçler ve onların Iraklı Kürt müttefiklerinden (yukarıda söz edildiği gibi, 1987 yılı sonuna dek PKK’yı destekleyen Barzani’nin KDP’si) koruma amaçlı olası bir Türk askeri operasyonuna dair bir spekülasyon doğurmuş oldu. Türk askeri kaynaklarının özel görüşmelerde ileri sürdüğüne bakılırsa, askeri de dahil olmak üzere olası seçenekleri incelemekteydiler.
Türk istihbaratından eski bir yetkili olan Hüseyin Avni Güler ve Türkiye’nin Kerkük’e ve boru hattına yönelik olası bir İran-kaynaklı saldırı karşısında askeri eyleme geçmesi konusunda Birleşmiş Milletler’in desteğini aldığına dair ellerinde kanıt olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu tür bir hareket, muhtemelen İran’ı ve büyük olasılıkla Suriye’yi, söz konusu bölgeyi kullanmaktan mahrum edecekti. Bununla birlikte, bir çok gözlemci, Türkiye’nin bu tür bir eyleminin pek muhtemel olmadığını hissediyorlardı; keza Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile olan sınırı oldukça kırılgandı; Yunanistan ile ciddi sorunlar yaşanıyordu ve Kuzey Kıbrıs sürekli bir işgal altındaydı; hem Suriye hem de İran ile Türkiye’nin arasının açık olduğunu söylemeye bile gerek yok. Elbette Irak’ın çökmemesi ve 1988 yaz döneminde savaşın sona ermesiyle birlikte Irak kuzeyindeki Kürt bölgesinde otoritesini yeniden tesis etmesiyle birlikte, tüm mesele tartışmalı bir hal aldı.
Batı Avrupa
Son yıllarda 500.000 kadar kişinin bulunduğu bir Kürt diasporası, bir dizi siyasi, ekonomik, sosyolojik ve eğitim faktöründen dolayı Batı Avrupa’da tesis edildi. Şu anda Batı Almanya’da 400.000’in, Fransa’da 60.000’in İsveç’te 10.000’in, Belçika’da 5.000’in üzerinde Kürt yaşarken, diğerleri de Britanya, Hollanda ve İtalya’ya dağılmış durumda. Türk kaynaklarının şikayetlerine bakılırsa, ‘’bir çok aşırılık yanlısı örgüt ve PKK, Avrupa topraklarını kendi oyun sahaları olarak kullandılar, yeni militanlar aldılar, Doğu Bloku ile bağ kurdular ve militanları Türkiye’ye gönderdiler.’’
Öte yandan, Fransa’daki sosyalist hükümet de Paris’te bir Kürt Enstitüsü kurulmasına yardımcı oldu ve buna finansman sağladı. Enstitünün direktörü ise, Türkiye kökenli bir Kürt, Kendal Nezan. Ekim 1989’da Enstitü, Kürtlerin kültürel kimliği ve insan hakları durumuna dair uluslararası bir konferansa sponsorluk yaptı. İsveç hükümeti, Kürt Ulusal Birliği’ne resmi tanıma sağladı ve yetişkinler ile çocuklar için 20’nin üzerinde Kürtçe kitap basılmasını finanse etti. İsveçliler, aynı zamanda, Kürt doktorlar, öğretmenler ve yazarlara yönelik dernekler kurulmasına olanak sağladı. 13-15 Ocak 1989 tarihleri arasında İsveç, sekiz farklı Avrupa devletinden gelen dokuz Kürt örgütüyle birlikte bir politika belirleme konferansına ev sahipliği yaptı. Katılan örgütler arasında PKK karşıtı Tevger de bulunmaktaydı ki bu örgüt, altı örgütün bir araya geldiği bir Türk-Kürt ittifakı idi.
1987 Haziranında, Avrupa Parlamentosu, son derece Türkiye-karşıtı olarak kabul edilen bir karar geçirdi: ‘’Ermeni Sorununa Siyasi Bir Çözüm Bulunmasına Dair Karar.’’ Parlamento, bu kararda sadece Ermenilerden yana bir tavır almakla kalmıyor, aynı zamanda Kürt sorunu ve daha bir dizi ‘’iddia edilen’’ günahından dolayı Türkleri de ağır biçimde suçluyordu: ‘’Avrupa Parlamentosu, mevcut Türkiye hükümetinin Ermeni halkına karşı ‘’soykırım’’ı kabul etmekte ve Kürt sorununun varlığını inkar etmekte direndiğine inanmaktadır. Bunlar, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılım olasılığının önünde aşılmaz engeller oluşturmaktadır.’’
PKK bu kararın kabulünden sadece iki gün sonra Türkiye’nin güneydoğu topraklarındaki Pınarcık’ta 30 kadar sivili öldürdüğünde, Cumhurbaşkanı Evren, biraz da haklı olarak, Avrupa Parlamentosu’nu PKK’nın eylemlerini desteklemekle suçladı. Bununla birlikte, aslında, Parlamento’nun Türkiye-karşıtı tavrı ve Türkiye’nin AET üyeliği önünde ‘’aşılmaz engeller’’ olarak tanımladığı şey; Türkiye’yi ekonomik sebeplerle AET’in dışında bırakma arzusundan başka bir şey değildi. Geleneksel anavatanlarının dışında o zamana dek pek seyrek sergiledikleri bir militanlıkla ortaya çıkan Kürt gruplar, 1986 yılı güz döneminde Batı Almanya ve Hollanda’daki Türkiye ofislerini ve Paris’teki Irak Havayolları ofisini kısa bir süreliğine işgal ettiler. Sonraki Mart ayında ise, Kürt gruplar, bir çok Batı Avrupa kentindeki Türk Havayolları ofislerini işgal ettiler ve diğer bir çok ofisin önünde de protesto gösterileri düzenlediler.
Bu yaşananları özetlemek için Paris’teki Kürt ofisinden bir yetkili olan Siyamend Osman, 1987 yılında şu satırları yazmıştır: ‘’Benim kişisel görüşüm (ve aynı zamanda korkum); Kürtlerin bu geleneksel sessizliğinin, uzun süre devam etmeyeceği yönünde; keza Kürt örgüt kadrolarıyla ve liderleriyle yapmış olduğum görüşmeler neticesinde, Kürtlerin, özellikle de Türkiye’de yaşayanların, artık giderek umutsuzluğa kapıldıklarını düşünmeye başladım.’’ Zira, Batı Avrupa’da Türkiyeli Kürtlerin gizli örgütleri arasında yaşanan bir anlaşmazlık sonucunda, 1980’li yılların sonunda en az 20 kişi öldü. Polise göre, kan döken PKK idi; destekçilerinin çoğu Türkiye’de Eylül 1980’de gerçekleşen darbenin ardından Batı Avrupa’da sürgünde yaşamaktaydı. Bu şiddet ortamı sonucunda, hainler ortadan kaldırılmış, ideolojik bölünmeler sona erdirilmiş; şantajla para sızdırılmıştı. Nevruz kutlamalarında da bir dizi şiddet içeren eylem yaşanmıştı. İsveç’te uzun yılar boyunca Türkiye kökenli 9 Kürt, 1984 ve 1985’te yaşanan cinayetler sonucunda ‘’komün tutuklaması’’ olarak nitelendirilen şeyi yaşamışlardı.
Bu durumdan ötürü, İsveç, PKK’yı 1984 yılında ‘’terörist örgüt’’ ilan etti ve lideri Abdullah Öcalan’ın ülkeye giriş talebini reddetti. Bununla birlikte, üyelerinin ülkede kalmasına izin verilirken, Hüseyin Yıldırım da (ki kendisi kısa süre öncesine dek PKK’nın Batı Avrupa’daki sözcüsüydü), Stockholm’de yaşamaya devam etti. İsveç Başbakanı Olof Palme’nin 28 Şubat 1986’da bir cinayet sonucu öldürülmesinden sonra ise, Stockholm Polis Şefi Hans Holmer, bu işte PKK’nın parmağı olduğunu anladı. Bir çok sebep öne sürüldü –her ne kadar bazıları tuhaf görünse de… İçlerinden en elle tutulur olanı ise, İsveç hükümetinin PKK’yı ‘’terörist örgüt’’ ilan etmesi ve liderine giriş vizesi vermeyi reddetmesiydi. Bir diğer iddia ise, Palme’nin Türkiye’deki Kürtlere otonomi öngören gizli bir plan üzerinde çalıştığı yönündeydi. Öldürülmüştü, çünkü PKK’dan bazı tavizler talep ediyordu ve Kürtlerin İsveç mandası altına girmesi gibi tavizler de bu kapsamdaydı. Bir diğer iddia ise, Palme’nin İran’a silah satışına karşı olması sebebiyle İran’ın PKK’ya bu cinayeti işlemesi için ciddi miktarda para aktardığı yönündeydi.
Ocak 1987’de bir çok PKK üyesi bu cinayetle bağlantılı olarak tutuklandı; ancak somut kanıt olmadığı için kısa süre sonra serbest bırakıldı. Ancak iddia edilen PKK senaryosu, içlerinden en ihtimal dışı olanıydı; keza Palme, Kürtlerin bu tür davalarının en akın savunucularından biriydi. Dahası, İsveç başbakanı gibi bir devlet adamını öldürmek, Kürt davasına da olumsuz etki doğuracaktı. Bir diğer deyişle, PKK’nın kendi terminolojisini kullanırsak, Palme’yi öldürmek, başarılı bir silahlı propaganda eylemi olmayacaktı.
Ancak, İsveç yetkililerinin kafası bu cinayet konusunda karışmış durumdaydı. PKK’nın bu olayla bağlantılı olduğuna dair iddialar ise, bir dezenformasyon kampanyasının özelliklerini taşıyordu.
Haziran 1987’de Batı Almanya İçişleri Bakanı, şu ifadelerin yer aldığı bir rapor yayımladı: ‘’PKK, Kürtler arasında 1986 yılı itibariyle en aktif ve en militan aşırılık yanlısı örgüttür.’’ Raporda ayrıca, Batı Almanya’da bir önceki yıl yayımlanan bir rapora göre, PKK’nın kendisini ‘’faşist Türk işgaline karşı mücadeleye adamış bir güç olduğu’’ ve hedeflerinin peşinden giderken ‘’devrimci şiddet’’ kullandığı yönünde bir ifade yer almaktaydı. Altı ay kadar sonra, Wiesbaden Federal Kriminal Ofisi, PKK’yı ‘’tehlikeli bir örgüt olarak tanımladı ve bir önceki yıl (1987) Batı Almanya’da ‘’en az bir cinayet, iki cinayet girişimi, üç saldırı ve diğer dört ciddi eylem (soygun, şantaj ve tehdit) gerçekleştirdiği’’ni belirtti. Ofis, ayrıca, Batı Almanya’da Türk hükümetini devirmeye çalışan en az 1000 Kürt aşırılık yanlısı olduğunu da kaydetmişti. ‘’Her ne kadar öncelikli hedefleri Türk hükümeti ve Türk vatandaşları olsa da, Batı Almanya vatandaşları ve Türk hükümetiyle işbirliğindeki kurumlar da tehlike altındadır.’’
Bu tür faaliyetlerin Kürt davasının inandırıcılığını zedelediğini hisseden bir Kürt ise şöyle yazmıştı: ‘’Filistinlilerin Ebu Nidal’i, Ermenilerin Asala’sı var; biz ise PKK ile başa çıkmak zorundayız ne yazık ki.’’ Temmuz 1987’de Köln’de gerçekleşen bir baskın sırasında Batı Almanya polisi, bir çok Kürt aktivisti tutuklayıp, 437,000 doların üzerinde para ve değerli eşyalarına el koydu. Buna ek olarak, Batı Alman yetkililer, PKK’nın yasadışı faaliyetlerinin üstünü örtmek için yasal örgütler üzerinden çalıştığını iddia ediyordu. Temmuz 1988 itibariyle, örneğin, bu tür cepheler arasında şunların isimleri geçiyordu:
‘’Kürt Ulusal Özgürlük Cephesi ERNK, Yurtsever Kürt İşçiler Partisi, Kürt Yurtsever Kadınlar Birliği, Kürt Devrimci Gençler Birliği’’ Her ne kadar muhtemelen biraz abartılıyor olsa da, PKK’nın Atina sözcülerinden Yılmaz Çiftçi, Cyprus Weekly’ye şöyle bir demeç vermişti: ‘’Partisinin siyasi kolu olan ERNK, gençler kadınlar ve işçi komitelerinden ve bir özgürlük ordusundan oluşan kitlesel bir örgüttür.’’ Türkiye’de yayımlanan bir rapor ise, aşağıdaki Batı Alman kentlerinde PKK şubeleri olduğunu belirtiyordu: ‘’Mainz; Offenburg; Russelsheim; Olderburg; Dortmund.’’
1989 yılında PKK Batı Almanya’da sofistike bir gazete yayımlamaya başladı: Serxwebun (Bağımsızlık). ERNK ise, benzer bir gazeteyi Berxwedan (Savunma) ismiyle çıkarıyordu. 1987 baharında PKK, Batı Almanya’da yaşayan Kürt destekçileri, gerillalara silah, giysi ve iletişim malzemeleri vermeye zorlamaya başladı. Yağmurluktan, dayanıklı spor ayakkabılara, el örgüsü kalın yün çoraplardan, atletlere, radyo alıcılarına ve nakit paraya dek uzanan bir liste söz konusuydu. Öte yandan PKK, Batı Alman konsolosluk ateşesi Siegfried Wielsputz, 4 Ocak 1988 günü Paris’te vurularak öldürülmüştü. Cesedinin üzerinde ise ‘’Batı Almanya’nın Kürtlere kötü davrandığı yönündeki iddiaları reddeden’’ ve ERNK tarafından imzalanmış bir bildiri bulunmuştu. Bununla birlikte ERNK bu cinayette sorumluluğu üstlenmedi ve bu cinayeti ‘’ödlek bir eylem’’ olarak nitelendirdi. Kürtlerin sözcülerinden Siyamend Osman da, ‘’Örgütten hiçbir Kürdün Batılı bir diplomata asla saldırıda bulunmadığını, ve bu olayın Kürtlerle hiçbir ilgisinin bulunmadığını’’ ekledi. ERNK sözcüsü bir adım ileri giderek, ‘’Türklerin Ulusal İstihbarat Örgütü ve CIA’in bu girişimin ardında bulunduğunu’’ söyledi. On iki gün sonra İzmir yakınlarında Batı Almanya’ya ait bir charter uçağı havada infilak etti ve içindeki on altı kişinin tümü öldü. ERNK bir kez daha bu olaydan dolayı suçlandı; ancak Wielsputz cinayeti ve Palme suçlamalarında olduğu gibi, Kürtleri ve özelde PKK’yı itibarsızlaştırmaya dönük bir kampanya olduğu görülüyordu. Avrupa’nın önerdiği fırsatlara rağmen, Öcalan, Ekim 1988’de Avrupa stratejisinde tamamen bir geriye dönüş yapmaya karar verdi ve Avrupa’yı ‘’kurallara aykırı oyun oynanan bir alan’’ olarak nitelendirdi. ‘’Avrupa’da kendimizi ve bazı ilkelerimizi kurtarmışsak, bunu çok büyük acılar çekerek yaptık’’ dedi ve Avrupa’daki Kürtlerle Türkiye’dekilerin kaderi arasında hiçbir fark olmadığını iddia etti. Birinde Türk kentlerinde asimile olurken, diğerinde de Avrupalılaşıyordu.
PKK liderine göre, Avrupa’nın niyeti ‘’PKK’yı yolsuzlaştırmak’’ idi. Avrupa’nın ‘’öncelikle PKK’nın ideolojik-siyasi-askeri yapısını yolsuzlaştırıp, ardından PKK’yı bölgedeki emperyalist hedefleri doğrultusunda bir araç olarak kullanma niyetinde olduğuna’’ inanıyordu. ‘’Brüksel Çemberi’’nin niyeti, Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak toprak bütünlüğünü korumak idi. Kürtlerin bu tuzağa düşmemesinin tek yolu, Avrupa’da konuşlanmış tüm militanların ‘’savaş bölgesine’’ geri dönmeleri, ciddi bir parti ve askeri eğitimden geçmeleri ve Türkiye’ye karşı mücadele etmeleriydi. Bu üçgen önerisinin belirleyici etmenlerinden birisi, Öcalan’ın mali yardım ve siyasi sığınma vaadinde bulunmak suretiyle Avrupa’nın PKK’yı pasifize ettiğine inanmasıydı. ‘’Eğer direnişi sona erdirir ve daha ılımlı bir örgüt olursa, onu kabul edebilirlerdi.’’ Avrupa’daki dostu Hüseyin Yıldırım da, böylesi bir ılımlı PKK inşa etmeye çalışarak girişimi ele almıştı ve şimdilerde Avrupa’daki Kürtlerin liderliği anlamında ona rakip çıkmıştı. Bununla birlikte, PKK’nın programları için Avrupa’yı bir platform ve güvenli sığınak olarak kullanmaya devam etmesi de olasıydı.
Sovyetler Birliği
Türkler ve Ruslar, yüzyıllardır düşman olageldiler. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına dek, Çar I. Nikola’nın ‘’Avrupa’nın hasta adamı’’ olarak nitelendirdiği ülkenin çöküşünden en çok yararlanan devlet Rusya olmuştur. Örneğin, İran Genelkurmay Başkanı (1944-1946) ve aynı zamanda 1958-1961 yılları arasında İran’ın Türkiye nezdindeki büyükelçisi olan Hasan Arfa, şöyle yazmıştır: ‘’1829 ve 1853-55 yılları arasındaki Rus-Türk savaşları sırasında, Ruslar Kürtleri kendi taraflarında tutmaya çalıştılar; onlara bir tür otonomi vaadinde bulundular ve kendi kontrolleri altında bir Kürt alayı örgütlediler. 1877 yılında Türk orduları Erzurum ve Van dolaylarında Ruslarla savaşırken, Bedir Han’ın oğulları Hakkari, Bhutan ve Badinan eyaletlerinde isyan ettiler. Bu tür fikirlerin onlara Ruslar tarafından aşılandığı görülüyor.’’
Türkiye bu çöküşü tersine çevirip NATO ittifakının üyesi olduğunda ise Rusların Türkiye üzerinden Akdeniz’e ve Orta Doğu’nun petrolüne ulaşma yönünde süregiden hevesleri, çok daha kurnaz bir şekilde bürünmeliydi. Türkiye’de yaşayan Kürt ayrılıkçı örgütlere ya doğrudan ya da Orta Doğu’da Sovyetlerin başlıca müttefiki Suriye üzerinden verilen yasadışı destek, bu uzun erimli hedefi ilerletmenin başlıca yöntemlerinden biri olacaktı. Şubat 1985’te, bir çok Kürt gerillanın mahkemesi görülürken, Suriye’nin kendilerine doğrudan destek verdiğinin kanıtları ortaya çıktı. Suriyelilerin tek başına hareket etmedikleri, CIA Türkiye Masası Şefi Paul Henze tarafından ‘’bir süper gücün desteği ve teşvikini arkalarına aldıkları’’ söyleniyordu. Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili ise, şu açıklamayı yapmıştı: ‘’Bu gerillaların ihtiyaçlarının Ruslar tarafından karşılandığına inanmak için elimizde yeterince sebep var. Rusların birkaç yüz işsiz genci bulup, macera uğruna her istediklerini yaptırmaları kolaydır. Bu, sadece yılda birkaç milyon dolara mal olur. Cephe olarak da Kürt İşçi Partisi PKK’yı kullanıyorlar. Bu partinin tamamen Marksist bir programı var. Şu anda Türkiye’de başka hiçbir yerde terörizmi kışkırtamazlar; ancak güneydoğuda gelecekte kızıştırmak üzere şimdiden ateşleri yakmaya başlayabilirler.’’
Bir PKK’lı sanık olan Abdurrahman Kandemir, Diyarbakır’da sıkıyönetim mahkemesinde şöyle söylemişti: ‘’Amacımız, komünist bir Kürt devleti kurmaktır. Bu devlet, Varşova Paktı’nın üyesi olacaktır.’’ Dava sırasındaki diğer PKK üyeleri ise, Suriye ve Sovyetler’in bu davaya müdahil olup destek verdiklerini doğrulamıştır. Kendileri de, Suriye, Irak ve Lübnan gerilla kamplarında eğitim görmüşlerdi. Önde gelen bir Amerikan-Ermeni haftalık dergisinde yayımlanan bir raporda da şöyle deniyordu: ‘’Suriye istihbarat servisi, birçok uluslararası teröriste sığınak ve destek sağlıyor. Suriyeli yöneticilerin koruması altındaki radikal gruplar listesinde ilk sırayı Kürtler çekiyor. Tüm bu süreç ise, Sovyetler Birliği’nin dolaylı desteğinden yararlanıyor. Sovyetler Birliği, Suriye’ye verdiği destek yoluyla, bölgeyi, özellikle de Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya çalışıyor.’’
Sorgu sırasında PKK üyeleri, Sovyetlerin eğitiminden geçmiş olan Filistinlilerin kendilerine 1980 sonrasında Suriye kontrolündeki kamplarda verdikleri eğitimden söz etmişlerdi. İçlerinden bir tanesi, ‘’Albay Ebu Nidal Filistin Halk Cephesi Kampında PKK üyelerini nasıl eğittiğini anlatmıştı. Şam’da bulunan Sovyet konsolosluğu ve kültür merkezi de, bu kontağı daha da kolaylaştırıyordu. Nayif Hawatmeh’in Sovyet destekli Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi de PKK’ya o süre zarfında mükemmel eğitim tesisleri sağlamıştı. Bir PKK itirafçısı olan Abdülkadir Aygan ise 1981’den sonra PKK eğitim kamplarındaki bir saha teftişinden bahsetmişti; bu sırada Sovyetler Birliği, Bulgaristan ve Küba’dan müfettişler gelmişti. Aygan, aynı zamanda, 1982 yılında Türkiye’den kaçmasından sonra Şam’da aldığı yoğun askeri eğitimi ve Güney Kıbrıs ve Yunanistan’daki kısa kalışlarını da anlatmıştı. O zamanlarda oda arkadaşı, Öcalan’ın özel tercümanıydı. Söz konusu kişi, PKK’nın günlük toplantılarından ve Şam’daki Sovyet konsolosluğu yetkilileri ile görüşmelerinden bahsetmişti ona. Elbette bu tür bir itiraf, ne kadar ilginç olsa da, bir yandan da şüphelidir; keza söz konusu itirafı doğrulatmanın herhangi bir bağımsız yolu bulunmamaktadır. İtirafçının kendisinden işitilmek istenen şeyleri söylemiş olması ihtimali de söz konusudur.
Dolayısıyla, Mehmet Emin Karatay’ın itirafını da benzer şekilde yorumlamak gerekir. Kendisi, 10 Mart 1989 yılında güvenlik güçleri tarafından ele geçirilmiş olup, PKK’nın Mardin eski bölge lideriydi. Yetkililere söylediğine bakılırsa, bir çok Suriyeli temsilci ve Şam’da konuşlanmış olan Doğu Bloku devletlerinden diplomatlar, PKK’nın Bekaa Vadisi’ndeki askeri tatbikatlarına misafir olarak katılmışlardı. Kendisinin bir diğer itirafı ise ; Sovyetler Birliği’nin Suriye üzerine baskı kurup, Türkiye ile 1987 yılında imzalamış olduğu protokole uymamasını sağladığı yönündeydi; keza söz konusu protokole göre, Şam’ın PKK’lıların Suriye toprakları üzerinden sızmalarını önleme yükümlülüğü vardı. Karatay, Türk yetkililere şu itiraflarda bulunmuştu: ‘’Türk sınırına Sovyet kamyonetleri tarafından taşınıyorduk. Bir anda kamyonetler Suriyeli devriyeler tarafından durduruldu ve biz alıkonduk. Öcalan, bizim alıkonduğumuzu öğrendi ve derhal Sovyet yetkililerle temas kurdu. 24 saat içerisinde serbest bırakıldık ve Türkiye’ye giriş yapmamız sağlandı.’’
1979 yılında CIA’nın Kürt sorunu üzerine hazırladığı bir raporda ve Sovyetlerin oynadığı role dair anlatılanlarda ise çok daha önemli bilgiler bulunmaktaydı: ‘’Her ne kadar pek güçlü olmasa da, Sovyet-Kürt ilişkisi, görece olarak eskidir.’’ Sovyetler , ’’muhtemelen Kürtlerle ilk teması 1920’li yılların başında kurdular. Ancak, bu temastan çok fazla bir şey çıkmadı.’’ 1973 yılında bir çalışma hazırlayan Gwynne Dyer’a göre ise, Sovyetler Kürtlere mali yardım sağlamışlardı ve bunu da 1928 yılı gibi erken bir tarihte merkezi Odesa’da bulunan Etniki Eterya Cemiyeti üzerinden vermişlerdi. 1937 yılındaki Dersim (Tunceli) isyanı sırasında da, ‘’Türk hükümeti tarafından iddia edildiğine göre (ancak hiçbir zaman tam olarak kanıtlanamadı) söz konusu silahlar Kürt isyancılara Sovyetler Birliği tarafından sağlanmıştı.
1958 yılında, Sovyetler, gizli bir radyo istasyonu kurdular: ‘’Bizim Radyo.’’ Söz konusu kanal Romanya ve Doğu Almanya üzerinden Türkiye’ye komünist propaganda yapmaktaydı. İkinci istasyon ise , ‘’Türk Komünist Partisi’nin Sesi’’ ismini taşıyordu ve 1968 yılında Doğu Almanya’dan yayın yapmaya başladı. Her ne kadar bu radyo propagandasının başlıca hedefi Türkler arsındaki huzursuzlukları kışkırtmak olsa da, Türkiye’de yaşayan Kürtler de ihmal edilmedi. Bu ikinci istasyon, 9 Kasım 1985 tarihinde şöyle bir yorum yayınladı: ‘’Türk Kürdistan’ının maruz kaldığı baskı devam ediyor. Bu da şu anlama geliyor ki, CIA, veya bir diğer ifadeyle Amerika Birleşik Devletleri, bu bölgede faşist ve şövenist Evren-Özel diktatörlüğü tarafından uygulanmakta olan baskıcı ve kıtlık yaratmaya dönük politikaları destekliyor.’’ İstasyonun iddia ettiğine göre, Amerika, Türkiye’nin doğusundaki üslerini koruma derdindeydi Yorum şu şekilde sonlanıyordu: ‘’Bu gelişmeleri durdurmanın yegane yolu; Türk ve Kürt, diktatörlüğün Amerikan emperyalistleriyle özel işbirliğine karşı çıkmasıdır.’’
1946 yılında kurulan Kürt Mahabad Cumhuriyeti, Sovyetlerin, güney sınırındaki devletlerden birinin (İran’ın) toprak bütünlüğüne karşı Kürt milliyetçiliğini kullanma istekliliğinin en iyi örneklerinden birini teşkil ediyordu. 1941 yılında İngiliz ve Sovyet birlikleri, İran’ın Nazi Almanya’sını desteklemesini önlemek için bu ülkeyi işgal ettiler. Savaşın ardından bu ortak işgal kaldırıldı; ancak Sovyetler, İran’ın kuzeyinde bir Azerbaycan Cumhuriyeti kurulmasını ve İran’ın güneybatısında da Mahabad Kürt Cumhuriyeti’ni teşvik etmek üzere harekete geçtiler. Sovyetlerin niyeti, muhtemelen İran’ı bölmek ve zaman içerisinde bazı eyaletlerini kendi topraklarına katmak idi.
Her ne kadar bir Kürt milliyetçisi olmasına rağmen, Gazi Muhammed (ki kendisi Mahabad Cumhuriyetinin lideriydi) ‘’Azerbaycan’daki Komünist-milliyetçi çabayla bağlantılandırılacak bir Sovyet-yanlısı Kürt hareketinin liderliğini üstlenmeye hazırlanmaktaydı.’’ Sovyetler, ‘’tank tüfek, makinalı tüfek ve top dahil olmak üzere gerekli askeri ekipmanı gönderme vaadinde bulunmuşlardı.’’ Kasım 1945’te, Ruslar, yazılı basına şöyle bir haber de servis etmişlerdi: ‘’Kısa süre içerisinde Kürtçe yayınlar başlayacaktır.’’
Her ne kadar Komünist-tarzda bir sosyal devrim olmasa da, ‘’Sovyetlerin etkisi olacaktı. Kürt liderler, şu hesabı yapıyorlardı: Eğer Sovyet yetkililerin tavsiyelerine itaat ederler ve onların arzularını yerine getirirlerse, davalarında başarılı olacaklardı. Dolayısıyla işbirliği, istemli bir şekilde genişletildi.’’ Kürt Cumhuriyetinin kurulmasından kısa süre sonra, ‘’Mahabad’a 5000 kadar Sovyet silahının bulunduğu sevkiyat geldi. İçlerinde tüfekler, makinalı silahlar, tabancalar bulunuyordu. Ancak daha önceki bir çok vaade rağmen, ne tank ne de top mühimmatı gönderilmemişti.’’
Mahabad Kürtlerinin zayıflığını hisseden Sovyet ajanı İbrahimov, kendilerine Azerbaycan ile Kürtlerin birliğinin ne kadar büyük avantajlar getireceği konusunda o zamana dek vaazlar vermişti. Keza Irak ve Türkiye’de yaşayan Kürtler, çok daha geniş kapsamlı ve daha kalıcı bir Kürt devletinin kurulmasını mümkün kılmak için özgürleşebilirlerdi. Bununla birlikte, 1945 yılı Mart ayında ‘’Sovyet ordusundan Kaptan Salahaddin Kazimov, ulusal Kürt ordusunu örgütleyip eğitmeye yardımcı olmak üzere Mahabad’a geldi.’’ Bir ay içerisinde , Kürt hükümeti veya ordusuyla bağlantılı olan neredeyse herkes, haki botları, pantolonları ve şapkalarıyla tipik Sovyet askerlerini andırmıştı.’’
Kuşkusuz, İngiliz-Amerikan baskısı, Sovyetlerin İran dışına zorla çıkarılmasına sebep oldu ve ana destekçisinin ortadan kalkmasıyla birlikte Mahabad Cumhuriyeti de hızla çöktü. Gazi Muhammed asıldı; eski devletin askeri lideri Iraklı Kürt Molla Mustafa Barzani de Sovyetler Birliği’ne kaçarak canını zor kurtardı. ‘’Kızıl’’ Molla ( o sıralarda böyle adlandırılırdı), 1947-58 yılları arasında orada sürgün hayatı yaşadı; ki bu durum da Sovyetlerin kendi hedefleri doğrultusunda Kürt milliyetçiliğini kullanma arzusunun bir kanıtı gibi duruyor. 1950’li yılların sonunda, Barzani’nin Irak’a dönmesine izin verildi. Kendisi bu sırada Amerika’nın ve İran’ın ciddi miktarda ancak dolaylı yollardan verilen yardımları sayesinde uzun süren bir isyanın liderliğini yapmaktaydı. Amerika da, İran da Irak’ı dize getirmeye çabalıyorlardı. Bu Kürt ayaklanmasının sona ermesi ise, ancak, İran’ın gizli Amerikan desteğiyle politikasını tersine çevirip Iraklı Kürtleri desteklemeyi sonlandırmasıyla mümkün oldu. Bunun için de 6 Mart 1975 tarihinde Irak ile ünlü Cezayir Anlaşması imzalandı. SSCB ile ilk başlardaki dayanışması ışığında, Barzani’nin 1979 yılında ABD’de öldüğü sırada kimileri tarafından Amerikan emperyalizminin bir ajanı olarak görülmeye başlanması da ironik bir durumdur.
Her ne kadar her iki taraf tarafından da kullanılsa da, Barzani hiç kuşku yok ki ne Sovyetlerin ne de Amerikalıların ajanı değildi. Daha ziyade, geleneksel ve aşiretine bağlı bir Kürt milliyetçi lideriydi ve mümkün olan her kaynaktan yardım almaya açıktı. Amerikalıların kendisi üzerinden Kürt milliyetçiliğini kullanıp ardından da ellerinin tersiyle itme konusunda gösterdikleri irade ise, Sovyetlerin bu süreçte herhangi bir tekeli olmadığını da gözler önüne seriyordu. Daha ziyade, Kürt kaynaklarının iddiasına göre, ABD, Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğine karşı çıkıyordu çünkü kendisi Amerika’nın saygın bir müttefiki olup, aynı zamanda bir NATO üyesiydi. Türkiye, Sovyet sınırı yakınındaki büyük askeri tesislerde ABD’ye radar istasyonu imkanı sağlamaktaydı. Söz konusu üsler, İran ittifakının 1979-80 yılarında kaybedilmesiyle birlikte ABD açısından çok daha büyük önem kazanmıştır. Ayrıca, Türkiye’nin Suriye ile olan güney sınırı da, İsrail’e karşı Suriyelilerin askeri hareketlerini tespit etmek açısından da önem taşıyordu.
Benzer şekilde, Sovyetler, genellikle Türkiye’deki ve diğer bölgelerdeki Kürtleri desteklemeye meyilli olmuşlardı ve bunu da bir yandan ABD’yi zayıflatmak, bir yandan da kendilerinin güneye doğru yayılma stratejilerini teşvik etmek üzere bir yöntem olarak kullanmışlardı. Bununla birlikte, Sovyetler; Ankara, Bağdat ve Tahran’daki hükümetleri kendilerine düşman etmeme konusunda temkinli olmalılardı; keza bu hükümetlerle Sovyetlerin ilişkilerinin korunması icap ediyordu. Dolayısıyla, adeta alay edercesine, ‘’Birçok Kürt entellektüel, Sovyetler Birliği’ni, çıkarları gereği canlı kalması ancak tamamen iyileştirilmemesi gereken bir hastayı (Kürdistan) gerektiren(keza bu şekilde günün birinde araştırmalar için kullanılabilir) bir doktora benzetmeye başladılar. Keza, Archie Roosevelt Jr, Rusların ve Sovyetlerin yarattığı tahribata dair geçmişteki hatıralardan şu şekilde bahseder: ‘’Kürtler, halen ağlamakta olan çocuklarını korkutmak için onları ‘’Ruslar’’la tehdit ederler.’’
CIA Raporu, 1979 yılında şöyle bir sonuca varmıştır. ‘’Sovyetler, geçmişte zaman zaman Kürtlere yardım etmiştir; ancak şu anda bu yardımın devam etmekte olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Hatta tam tersine halihazırda yaşanan Kürt ayaklanmasından uzak durmak için Moskova elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Her halükarda, 1970’li yılların başından itibaren Sovyetlerdeki devlet-devlet ilişkileri, Kürtlerin ihtiyaçları ve çıkarlarından önce gelmiştir. Türk basınındaki iddialara rağmen, Moskova kendisini Kürt ayrılıkçılığından uzak tutmak konusunda oldukça titiz davranmıştır.’’
Benzer şekilde, 1985 yılında Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi SPTK ile Kürdistan Yurtseverler Birliği PUK arasında Irak’ta gerçekleşen ortak bir çağrıda şu ifadelere yer verilmiştir: ‘’Kürt sorunuyla ilgilenenleri ve ilgili her kesimi, Kürdistan’daki her hareketin ardında bir yandan komünizm ve Sovyetler Birliği’ni, bir yandan da CIA ve Amerikan desteğini görmek gibi tuhaf tavırlardan kurtarmanın vakti gelmiştir. Sahne ardında yabancıların ellerini her daim araştırmak yerine, yerli etmenlere odaklanarak, karşılıklı rejimlerin pratikleri ve politikalarını inceleyerek ve bunu bağımsız bir olgu olarak kabul ederek çok daha dengeli ve nesnel bir analiz yapılabilir.’’
Bu durum, elbette, Sovyetlerin, temkinli olmayan sularda avlanırken başarısızlığa uğrayacakları anlamına gelmemektedir. CIA raporunda uyarıldığı üzere, ‘’Türkiye eğer ekonomik ve siyasi bir istikrarsızlığa düşer ise, Moskova, Kürt meselesini kullanmaya çalışabilir, böyle bir girişimde bulunabilir. Ancak bunu da son derece temkinli bir şekilde yapar.’’ Sovyetler Birliği’nin süper güç düşmanı ABD’nin istihbarat servisinden gelen bu değerlendirme, Sovyetlerin iddia edildiği gibi Türkiye’deki Kürt gerilla savaşının arkasındaki ‘’kilit’’ etmen olmayabileceğine dair güçlü bir kanıt sunmaktadır. 1989 sonbaharında Avrupa’nın doğusundaki komünist rejimin bir anda çökmesi ve Sovyetler Birliğine liberalizasyon dalgasının geldiği düşünüldüğünde, varılan bu sonuç, en azından şu an için son derece geçerli görünüyor.
Ermeniler ve Kürtler
Birçok gözlemci Kürtleri ve Ermenileri, ‘’kronik düşmanlar’’ olarak kabul etmişlerdir ve Türkiye’ye karşı ayrılıkçı taleplerinin karşılıklı olarak birbirleriyle uyumlu olmadığı söylenmiştir. İki topluluk arasında geçmişte çok fazla kan döküldü ve I. Dünya Savaşında ciddi acılar yaşayan Kürtler, Ermeni katliamında öncü bir rol üstlendiler. Bunun sonucunda, 20. Yüzyıl başında yaşamış olan saygın bir İngiliz yetkili olan G. R. Driver, savaşın hemen ardından şöyle bir yorum yapacak kadar ileri gidebildi: ‘’bağımsız bir Ermenistan iki ırk arasında imha savaşına yol açacaktı; keza hiçbir kimse, bir diğerinin boyunduruğu altına girmeye tahammül edemezdi.’’ Bununla birlikte iki taraf arasında bir ittifak, bu gün tasavvur edilemez nitelikte değil. Aşağıdaki bölümün amacı; bu tür bir dayanışmanın izlerini araştırmaktır.
Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Paris Barış Konferansı sırasında, başında General Şerif Paşa’nın bulunduğu Kürt delegasyonu ve başında Boghos Nubar Paşa’nın bulunduğu Ermeni delegasyonu işbirliğinde bulunmak konusunda hemfikir oldular. Her iki taraf da, bir Kürt ve bir Ermeni devleti kurulmasına dair ortak bir öneri sundular; ancak devletin net sınırları henüz belirlenmemişti. Bununla birlikte Türkiye’nin Kemalist düzende yeniden doğması, bu planların suya düşmesine sebep oldu.
Ağustos 1927’de Ermeni Devrimci Federasyonu (Daşnaklar), Lübnan’a Vahan Papazyan isminde bir ajan gönderdiler. Kendisi orada yeni bir Kürt milliyetçi örgütünün (Khoybun) kuruluşuna katıldı. Söz konusu örgüt, General İhsan Nuri Paşa liderliğinde Ararat dağının bulunduğu bölgede büyük bir Kürt ayaklanması başlattı. Türkiye’deki söz konusu Kürt ayaklanması, 1930 yılında tamamen bastırıldı; ancak bundan sonra Türkler söz konusu örgütü durdurmak için ciddi çabalar sarf etmeye başladılar. İran Kürdistan Demokratik Partisi’nin son dönemdeki genel sekreteri Abdurrahman Ghassemlou’nun bu konudaki gözlemleri de, son derece ilginç:
‘’Daşnaksütyun’un Khoiboun’u neden desteklediğine dair bir açıklama yapılması gerekiyor. Bunun başlıca sebebi, Daşnakyanların Türk topraklarında herhangi bir silahlı hareketi örgütleyecek yetenekte olmamalarıdır; dolayısıyla doğrudan Türkiye’ye karşı Kürt halkının isyanından medet ummuşlardır. Daynakyanlar, Türkiye’yi kadim bir düşman bellemişlerdir. Ayrıca, Daynakyanlar Kürt isyanını desteklemişler; Böylelikle Türkiye’nin zayıflamasını ve gelecekte Ermenilerin mücadelesi için uygun bir fırsat yaratılmasını ummuşlardır. Bağımsız bir Kürt devletinin kurulması halinde, Daşnaksütyun’un Türkiye ve SSCB’ye karşı gelecekte vereceği mücadele için de yeni olasılıklar gündeme gelecektir. Bağımsız bir Kürt devleti, büyük ve bağımsız bir Ermenistan kurulması açısından Daşnakyanlar için bir üs olacaktı.’’
Bu dönemde Mevlanzade Rıfat, Khoybun’daki Kürtler ile Ermeniler arasında bağlantı kurdu. Bu kişi, 1915 yılında doğruluğu şüpheli bir jön Türk toplantısına dair Türkiye-karşıtı ve propaganda maksatlı bir makaleyi yazan bir Kürt’tür. İddia edildiğine göre, bu toplantıda, Ermenileri imha etmeye dönük bir karar alınmıştı. Büyük ihtimalle bu tür ‘’ifşaatların’’ Ermeni-Kürt ittifakını kolaylaştırması bekleniyordu. Daşnakların Suriye’deki Merkezi Komitesi’nin başkanı olan Dr. Tutunjian, Rifat’ın Ermenistan muadili olarak görev yaptı. Buna ek olarak, yukarıda sözü edildiği gibi, Sovyet-destekli ve Odesa merkezli Etniki Eterya Cemiyeti de, 1928 yılında Ermenilere, Kürtlere ve Kemalizm-karşıtı Türklere maddi destek sağladı. 1980’li yıllarda Kürtlerle Emenilerin arasındaki birlik, farklı şekiller aldı. PKK ile ASALA arasında bir işbirliği ‘’deklerasyonu’’, 6 Nisan 1980 tarihinde Lübnan’ın Sidon kentindeki bir basın konferansında açıklandı. ASALA üyelerinin PKK gerillaları ve diğer Kürt gruplara katılarak, Mayıs1983 ve Ekim 1984’te Türk birlilerine karşı mücadele ettikleri de aktarılıyor. The Economist, bu anormal Ermeni-Kürt işbirliği hakkında şöyle bir spekülasyonda bulunmuştu: ‘’Kürtler ile Ermeniler arasındaki taktik bir ittifakın üç yıl kadar önce gerçekleşmiş olabileceği söyleniyor. Ermeniler arasında zeki kişiler ve onların dünya çapındaki bağlantıları, Kürtlerin askeri tatbikatlarıyla birleşince, mükemmel bir gerilla özgürlük hareketi ortaya çıkaracaktır.’’
Kürt asıllı ünlü film yapımcısı Yılmaz Güney, Ermenileri, ‘’mevcut diktatörlüğü devirmek üzere Türkler ile Kürtlerin ülke içindeki mücadelesinde güç birliğinde bulunmaya’’ davet etmişti. İsyancı bir ASALA lideri olan Monte Melkonian ise, bir röportajında şu ifadelere başvurmuştu: ‘’Ermeni mücadelesinin siyasi çizgisini yeniden kurmak üzere, özellikle Türkiye’deki Kürtlerle olduğu gibi bazı özgürlükçü hareketlerle ittifak tesis edilmesi gerekmektedir.’’
‘’Ermeni Dünya Kongresi olarak adlandırılan etkinlikte ise 1983 yılında şöyle bir ifade kullanılmıştı: ‘’Türk sömürgeciliğiyle mücadele etmek için, Ermeni ve Kürt halkları arasında bir ittifak tesis edilmesi gerekmektedir.’’ Benze şekilde, Fransa’da Türk diplomatlarını öldürmekle suçlanan birçok Ermeni’yi savunmuş olan Ermeni asıllı Fransız meşhur avukat Patrick Deveciyan da 1985 yılında yaptığı bir konuşmada, ‘’ Ermenilerin bir başka Vietnam’ı başlatabileceğini’’ söylemiş ve sözlerine şu şekilde devam etmişti: ‘’Türk sınırı son derece geçirgen. Bu da demek oluyor ki Kürtlerle bir ittifak mümkün.’’ Britanya’daki bir çok Kürt grup ise, Türkiye’ye karşı Ermeni militanlarla işbirliğine gitme arzularını Mayıs 1985’te Londra’da gerçekleşen bir konferans sırasında ifade etmişlerdi.’’
PUK’un lideri Celal Talabani, Ekim 1988’de yapmış olduğu bir konuşmada şöyle söyemişti: ‘’Kürtler ile Ermeniler arasında şu anda somut bir işbirliği söz konusu.’’ Iraklı Kürt lider, ‘’Kürtlerle Ermeniler arasında yakınlaşma’’dan bahsettikten sonra sözlerine şu şekilde devam etmişti: ‘’Gelecekte mücadelemizi birlikte sürdürmeye karar verdik. Şu anda dünyadaki tüm Ermeni örgütleriyle yakın ilişki içerisindeyiz.’’
1987 yılı yaz döneminde Türk basınında yer alan bir iddiaya göre; ASALA savaşçıları, kısa süre önce Mardin’deki ölümcül saldırıları gerçekleştiren PKK gerillaları arasındaydı. Saldırganlardan bazılarının Ermenice konuştuğu iddia edilmişti. Hatta köylülerden biri şöyle söylemişti: ‘’Bazı Kürtlerin saldırıya öncülük edip, masum köylüleri öldürme işini Ermenilere bıraktığından neredeyse tamamen eminim.’’ (76) Bir sonraki bahar döneminde ise, PKK’nın irtibat amacıyla Suriyeli Ermenileri saflarına kattığı söylenmişti; böylelikle gizli yazışmalarda Ermenice kullanılabilecekti. Bununla birlikte, elde edilen sonuçların yetersizliği göz önüne alındığında, Melkonian’ın değerlendirmesiyle hemfikir olmak gerekiyor: ‘’Ermeni-Kürt işbirliğine dair iddialar, stratejik bir ittifak olmaktan ziyade taktik bir manevraydı aslında.’’ Keza, Türklerin çıkarlarına karşı Ermeni teröristlerin saldırıları, 1980’li yılların ortasında sona ermiş; ASALA bir dizi ölümcül iç ayrılığın ardından tamamen lağvedilmişti. Elbette söz konusu değerlendirme, ASALA savaşçılarının 1980’li yılların başında PKK’yı desteklemiş olabileceğini ve Suriye ve Lübnan’da yaşayan bazı Ermenilerin bunu halen yapmakta olabileceğini göz ardı etmiyor.
Amerika Birleşik Devletleri
ABD, 1940’lı yılların sonundan beri Türkiye’nin başlıca müttefiki oldu. Söz konusu dönemde, Truman Doktrini sayesinde Türkiye’nin Boğazlara ve Kuzeydoğu Anadolu’ya karşı bir Sovyet tehdidi karşısında direnmesine yardımcı olundu. Yıllar içerisinde söz konusu yakın ittifak, bir çok krize başarılı bir şekilde dayandı. Körfez savaşı sonrasında gelişen Kürt mülteci krizine kadar ise, Türkiye’deki Kürt sorunu, iki müttefik arasında yeni zorlukların ortaya çıkması tehdidini barındırdı. Birinci Körfez Savaşı sırasında bazı Türk yetkilileri, ABD’nin PKK isyanıyla ‘’bir şekilde ilişkili olabileceğini’’ hissettiler. Öne sürülen argümana göre, PKK’nın Türkiye’nin güneydoğu sınırındaki istikrar bozucu faaliyetleri, ‘’Türkiye’yi Körfez Savaşı’na girmeye zorlayacak veya en azından bu amaçla üslerin kullanılasına izin vermesi konusundaki tutumunu yumuşatacaktı. Dolayısıyla, Amerika, ayrılıkçı faaliyetlerden yarar sağlayan ülkeler arasında görülmekteydi.’’
Diğer bir dizi sav ise, ABD’nin Kürtler verdiği desteği açıklama amacı güdüyordu. İçlerinden ilki; ‘’ABD’nin bir üs olarak kullanılmak üzere otonom bir Kürt devleti arayışı içerisinde olduğu’’ yönündeydi. İkinci sav ise; ‘’Amerika’nın Kürt bölgesine Sovyetlerin ilerlemesini durdurmak için, Kürt askerlerden oluşan doğal bir engel yaratmanın gereğine inandığı’’ yönündeydi. Son olarak ise ABD’nin ‘’tüm siyasi ve ekonomik mekanizmanın kontrolünü ele almak üzere Türkiye’yi bölmeye çalıştığı’’ yönünde bir iddia söz konusuydu. Her ne kadar tüm bu iddialar, birçok Amerikalı açısından ‘’paranoyakça’’ gelse de, birçok tanınmış Türk de şuna samimi bir şekilde inanıyorlardı: ‘’Washington, Türkiye’nin güneydoğu bölgesindeki iç güvenlik ve egemenliğini tehlikeye atan bir oyunu açıkça oynamaktadır.’’
ABD’nin daha birçok farklı eylemi, bu duyguyu daha da körüklemiş oldu. Örneğin Şubat 1988’de Türkler, ‘’Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın hazırladığı bir raporda, Türkiye’deki bir Kürt azınlığa atıfta bulunulduğu, bir yandan da devletin Kürtlere karşı işlediği insan hakları ihlallerinin eleştirildiği’’ yönünde bir şikayette bulunmuşlardı. Bunun ardından ise bir çok Türk’e ‘’Schifter Blunder’’ denmeye başlandı. Türk kaynaklara göre, Richard Schifter (İnsan Hakları ve İnsancıl İlişkiler konusunda ABD Dışişleri Bakanı yardımcısı), ‘’Kürtlerin Türklerden dilsel ve Kültürel olarak farklı bir topluluk olduğunu kanıtlamaya çalışmış ve şu ifadeleri kullanmıştı: Her ne kadar Kürtler Lozan Anlaşması’na dahil edilmemiş olsalar da, onların uluslararası standartlara göre ulusal bir azınlık olduklarına inanıyoruz.’’
Türkler, aynı zamanda Iraklı Kürt lider Celal Talabani’nin 9 Haziran 1988 tarihinde Washington’a yapmış olduğu ziyareti de, ‘’Amerikan ikiyüzlülüğünün bir başka örneği’’ olarak görmüşlerdi. Talabani, bir süre önce PKK ile bir anlaşma imzalamıştı. Washington’da ise Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarından yetkililerle buluşmuştu. Ayrıca, Ulusal Basın Klübü’nde, Türkiye’nin Kürtlere karşı tavrını Amerikalı yetkililerle tartıştığını açıkladığı bir basın konferansı vermişti. Ayrıca, PKK’nın sadece kadın ve çocukları öldürdüğünü iddia eden Türkiye’yi de yalanlamıştı.
Talabani’nin Washington ziyaretine Türkiye’nin verdiği tepki, oldukça sert oldu. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İnal Batu, Öcalan ve Talabani’nin ‘’ortak bir strateji dahilinde güç birliğine vardığını’’ iddia etmiş; Talabani’nin Amerikan Dışişleri Bakanlığı yetkilileri tarafından makamlarına kabul edildiklerini belirtmişti. Milliyet yazarı Mümtaz Soysal ise, söz konusu ziyareti, Amerika’nın Basra Körfezi’ndeki bir Sovyet tehdidi karşısında bağımsız bir Kürdistan’a verdiği destek olarak yorumlamıştı. Tercüman gazetesinin dış ilişkiler yazarı Fahir Armaoğlu’na göre, bu durum, ‘’eğer kendilerine söyleneni yaparlarsa destek görecekleri yönünde ayrılıkçılara verilen bir telkinin göstergesiydi.’’ Hürriyetten Oktay Ekşi, Talabani’nin ‘’açıkça Türkiye’nin düşmanı ve diğer tarafın müttefiki’’ olduğunu belirtmiş; ‘’ABD’nin gerçek niyetinin, Türkiye’ye karşı Ermeni milliyetçiliğini geliştirmek ve Kürt özgürlük hareketlerine ilgisini göstermek olduğunu ‘’ iddia etmişti.
Iraklı güçlerin 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt’i işgal etmesinden kıs aşure sonra, Talabani, bir kez daha Washington’u ziyaret etti. ABD’nin Talabani’ye otonomi veren veya Saddam’a karşı desteği karşılığında Kuzey Irak’ta bağısız bir devlete izin veren bir karara hoş bakacağı yönünde Türkler tarafından bir takım spekülasyonlar ortaya atılmıştı.