21 Haziran'da Yemen medyası Suudi Arabistan ve Husi isyancı hareketinin Yemen'in kuzey sınırı boyunca 64 savaşçının cesedini takas ettiğini duyurdu. Bu durum, ülkenin sekiz yıldır devam eden iç savaşında iki ana muharip taraf arasındaki ilişkilerde olumlu bir gelişme olarak kutlandı. Ancak tarafların kapsamlı bir ateşkese ulaşma konusunda daha önemli bir ilerleme kaydedip kaydedemeyecekleri belirsizliğini koruyor. Husiler Nisan ayından bu yana Suudi destekli Yemen hükümetiyle müzakereler yürütüyor, ancak şu ana kadar ülkeyi parçalayan, yüz binlerce Yemenlinin ölümüne neden olan ve dünyanın en kötü insani krizlerinden birine yol açan korkunç çatışmayı sona erdirmek bir yana, bu tür takaslar konusunda bile bir anlaşmaya varmakta zorlandılar.
İlerleme kaydedilememesi kısmen iki tarafın uzlaşmaz tutumundan kaynaklanıyor. Suudiler, Yemen hükümetini destekleyerek Suudi Arabistan'ın güney sınırını tehdit etmeyecek zayıf ve uysal bir Yemen devletini korumaya çalışıyor. Buna karşılık Husiler de Suudi Arabistan savaşı tek taraflı olarak sona erdirene, Suudi liderliğindeki tüm askeri güçleri geri çekene, Yemen'in hava ve deniz limanlarına uyguladığı ablukayı tamamen sona erdirene ve Husi hükümetine açık uçlu tazminat taahhüdünde bulunana kadar gerçek ateşkes müzakerelerine girmeyi reddediyor. Kısacası Suudiler Husilerin iktidarı bırakmasını, Husiler de Suudilerin kendilerine tüm ülkeyi altın tepside sunmasını istiyor.
Daha büyük bir sorun ise tarafların meşruiyetinin olmaması. Suudilerin Yemen'in büyük bölümünde nasıl görüldüğünü düşünmek gerekiyor. Nisan ayında bir Suudi-Umman heyeti Husilerle görüşmelere başlamak üzere başkent Sana'ya geldiğinde neredeyse hiç kimse onları "barış yapıcılar" olarak karşılamadı. Bunun aksine heyettekiler Husi medyası tarafından "çatışmadaki başlıca saldırganlar" olarak lanse edilirken, Suudi müttefiki Yemen hükümeti de "kendi çıkarları için acımasız bir savaş yürüten güçlü bir yabancı komşu tarafından değersizleştirilmiş" olarak tanımlandı.
Ancak Husiler de onlardan daha popüler değil. Başkenti 2015 yılında ele geçirdiklerinden bu yana diktatörlük rejimi kurdular, geniş çaplı baskı ve insan hakları ihlallerinin yanı sıra endemik yolsuzluk ve ayrımcılıkla suçlandılar. Dahası, Suudi destekli Yemen hükümeti gibi Husiler de Lübnanlı Şii milis grup Hizbullah ve özellikle İran dahil olmak üzere yabancı desteği kabul etmiş görünüyor. Öyleyse mevcut müzakerelerdeki iki tarafın ortak noktası, her ikisinin de Yemen nüfusunun genelince sevilmemesi ve her ikisinin de bölgesel güç ittifaklarıyla ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiş olmalarıdır.
Aslında bu, Yemen tarihinde ülkenin son derece sevilmeyen, yabancıların egemenliğindeki iki grup arasında kaldığı ilk durum değil. 1960'larda Yemen Cumhuriyeti'nin kuruluşunu takiben benzer bir iç savaş yaşandığında, yıllar süren şiddeti sona erdirmek ve halkın meşruiyetini elde eden istikrarlı, uzlaşmacı bir yönetim kurmak için üçüncü bir tarafın ortaya çıkması gerekmişti. Yemen'in mevcut sürgün hükümeti ve Husi isyancılar daha kalıcı bir çözüme ulaşmak istiyorlarsa, bu tarihten ders çıkarmaları ve halk nezdinde daha fazla meşruiyeti olan diğer liderleri de görüşmelere dâhil etmeleri iyi olacaktır.
Ne Kahire ne de Riyad
1962 yılında Yemenli devrimciler ülkenin asırlık Zeydi Şii imamlığını devirerek bugünkü Yemen'in kuzeybatısında Arap milliyetçisi bir devlet olan Yemen Arap Cumhuriyeti'ni kurdular. Ancak kuzeydeki önemli bir nüfus -şu anda Husi hareketini destekleyen aynı aşiret grupları da dahil olmak üzere- devrik imama sadık kaldı. Devrimci liderler neredeyse anında kendilerini militan bir muhalefetle savaş halinde buldular.
Yeni kurulan cumhuriyeti tek başlarına savunamayan devrimci liderler Mısır hükümetinden yardım istedi ve Kahire nihayetinde 70 bin askeri ve hava kuvvetlerinin üçte birini gönderdi. Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdunnasır, cumhuriyeti desteklemek suretiyle, pan-Arabizm şövalyesi olarak kendisini parlatmanın bir yolunu buldu. Kuzeydeki aşiret muhalefeti ise Nasır'ın Arap Yarımadası'ndaki istikrarsızlaştırıcı varlığından korkan Suudi Arabistan'dan destek istedi. Riyad, kuzeyli kabile milislerine yardım etmek için topraklarını güvenli bir sığınak olarak açtı ve onları mali olarak destekledi.
1963 yılına gelindiğinde Yemen'in yeni liderleri Suudi destekli isyanı kontrol altına almakta zorlanıyor ve cumhuriyetin çökmesini engellemek için Mısır'ın artan desteğine ihtiyaç duyuyordu. Aynı zamanda Mısır'ın Yemen'deki askeri varlığı arttıkça halkın cumhuriyete olan desteği de azalıyordu. Mısırlı yetkililer Yemenli askeri komutanlara ya da siyasetçilere çok az güveniyordu, bu yüzden askeri operasyonların yürütülmesi ve ülkenin mali idaresi konusunda asıl sorumluluğu üstlendiler. Başka bir deyişle, Mısır başlangıçtaki askeri yardım teklifini giderek bir sömürge yönetimine dönüştürmüştü ve bunun ağır maliyetleri Mısır'ın ekonomisini ve gelişmekte olan dünyadaki diplomatik konumunu etkilemeye başlamıştı.
Bu arada Riyad da kuzeydeki kabilelerle ilişkisinin boyutu konusunda kendi hesaplarını yapıyordu. Suudi hükümeti, 1930'lardan beri izlediği bölgesel dış politikaya uygun olarak, sadece Mısır'ın tam bir zafer kazanmasını engellemekle ilgileniyordu: Suudi Arabistan'la çatışma geçmişi olan Yemen İmamlığının tam bir restorasyonunu istemiyordu. Dolayısıyla Mısır karşıtı kuzeyli aşiret güçlerine, Mısır'ın yenilgisini garanti altına alacak kadar değil ama çıkmazı sürdürecek kadar destek verildi.
Dış güçlerin ülkeye giderek daha fazla karıştığı bir ortamda, pek çok Yemenli hem cumhuriyete hem de kuzeydeki muhalefete karşı hayal kırıklığına uğradı. Bölgesel güçlerin egemenliği altına girdikçe her iki taraf da halkın ihtiyaçlarına hitap etmekten uzaklaştı. Sonuç olarak, 1965 yılına gelindiğinde Yemen Cumhuriyeti içinde "Üçüncü Kuvvet" olarak bilinen, küçük ancak büyüyen bir siyasi muhalefet hareketi ortaya çıkmaya başladı. Destekçileri Yemen'in bağımsızlığını artırma ve ülkedeki yabancı müdahalesine son verme arzusuyla hareket ediyordu. Ertesi yıl Nasır, Üçüncü Kuvvet'e bağlı 50 önde gelen Yemenli siyasetçiyi, görünüşte Mısır'ın Yemen'den çekilme zamanı konusunda siyasi müzakereler yapmak üzere Kahire'ye davet etti. Ancak grup toplantı için Kahire'deki subaylar kulübüne vardığında Nasır hepsini tutuklattı ve Yemen'e dönmelerini yasakladı. Nasır bu tek ihanet eylemiyle Sana'da, Mısır liderliğindeki Yemen cumhuriyetine karşı iç muhalefeti etkisiz hale getirmeyi ve Üçüncü Kuvvet'in askeri bir darbe yapma olasılığını engellemeyi başardı.
Eylül 1967 tarihli Hartum kararının bir parçası olarak Mısır ve Suudi Arabistan düşmanlıklara son vermeyi ve Yemen'den çekilmeyi kabul etti. Bir ay sonra Mısır, Sana'ya dönen Üçüncü Kuvvet politikacılarını serbest bıraktı, Mısır yanlısı yönetimi görevden aldı ve saygın Müslüman hukukçu Abdurrahmen el İryani'yi cumhuriyetin başkanı olarak atadı. Kasım ayı sonunda son Mısır askeri de Yemen'den çekilmiş ve cumhuriyet Üçüncü Kuvvet'in eline geçmişti. Başkentte uzun süren bir kuşatmadan zaferle çıkan İryani, cumhuriyetin zaferini ilan etti. Ulusal Meclis ve diğer cumhuriyet kurumlarında eşit temsil hakkı tanınan kuzeyli gruplarla bir uzlaşma görüşmesi yaptı.
1970'te Yemen'in son imamı ve ailesi, 1967'de Üçüncü Kuvvet'in dönüşüyle zaten sürgün edilmiş olan Mısır yanlısı cumhuriyetçi liderliğin izinden giderek sürgüne gönderildi. Böylece, Mısır ve Suudi güçlerinin etkin bir şekilde geri çekilmesi ve savaşan tarafların ayrılmasıyla, modern Yemen cumhuriyeti, başında uzlaşmacı bir adayla ortaya çıktı. Böylece ülkede, modern bir siyasi altyapının oluşturulduğu ve Körfez'deki Yemenli işçilerin dövizleriyle finanse edilen bir ekonomik büyüme ve kalkınma döneminin yaşandığı bir istikrar dönemi başladı. İryani'nin iç savaşı sona erdirme ve bir koalisyon hükümeti kurma becerisi nihayetinde ülkeyi birleştirdi ve modern Yemen devletini şekillendirmeye başladı.
İçten gelen bir lider
50 yıl sonra Yemen kendini 1960'lardakine oldukça benzer bir durumda buluyor. Bir kez daha cumhuriyetçi bir hükümet savaş alanında kuzeyli bir kabile muhalefetiyle savaşıyor ve müttefikler farklı olsa da her iki taraf da dış güçler tarafından destekleniyor. Savaşan taraflar da selefleriyle aynı siyasi zorlukların çoğuyla karşı karşıya. Mısır destekli devrimci hükümet ve 1960'lardaki Suudi destekli düşmanında olduğu gibi, yıllar süren çatışmaların ardından ne sürgündeki mevcut Yemen hükümeti ne de Husi isyancı hareketi kesin bir zafer elde edebildi. Her ikisi de bölgesel güçlerle olan ilişkileri nedeniyle lekelenmiş durumda ve kalıcı bir barışa öncülük etmek için yeterli yönetim meşruiyetinden yoksunlar. Bu eksikliklere rağmen, iki taraf BM müzakere masasına davet edilen yegane taraflar. Sonuç olarak görüşmelerde neredeyse hiç ilerleme kaydedilmedi.
Bu çıkmazda Üçüncü Güç'ün verdiği ders ile halkın çıkar ve kaygılarını daha yakından temsil eden grupların sürece dahil edilmesinin önemi göz ardı ediliyor. Aslında, bugün Yemen'deki bir dizi küçük siyasi aktör her iki taraftan da bağımsız ve savaştan barışa geçişte önemli sesler olarak hizmet edebilirler. Nisan 2022'de Suudi Arabistan, Yemen siyasi sahnesindeki bu azınlık seslerden bazılarını ortaya çıkarma amacıyla, Yemen'in önde gelen dört yerel figürünü de içeren sekiz üyeli bir Başkanlık Konseyi atadı. Ancak konsey birleşik bir liderlik üretemedi ve olsa olsa, Suudi Arabistan ülkeden imajını kurtaracak bir çıkış yapmaya çalışırken, Yemen siyasetinin kontrolünü tamamen elinde tuttuğu gibi talihsiz bir gerçeği kabul etmeyen rakip gruplar arasında daha fazla çatışmaya neden oldu.
Müzakerelerde üçüncü bir ses olmaya aday grupların başında ülkedeki en güçlü askeri ve siyasi güçlerden biri olan Güney Geçiş Konseyi geliyor. Her ne kadar GGK'nin de bir dış güçle yakın bağları olsa da -Birleşik Arap Emirlikleri onlara önemli ölçüde askeri ve mali destek sağlıyor- sürgündeki Yemen hükümetinin sahip olmadığı bir yerel meşruiyete sahip. GGK'nin lideri Aidrus ez Zübeydi, güney Yemen'in nüfusunu ve kaynaklarını kontrol eden bir Husi hükümeti fikrini reddediyor. Ayrıca Yemenli kimliğinin yalnızca San'a ile tanımlanmaması ve güney nüfusunun temsilcilerinin de ulusal liderlikte güçlü bir rol oynaması gerektiğini defalarca savundu.
GGK'nin siyasi etkisini kabul eden Suudi hükümeti geçen yıl Zübeydi'yi Yemen Liderlik Konseyi'ne resmen katarak GGK'nin müzakerelere daha fazla katılımı için potansiyel bir fırsat yarattı. Ancak şimdiye kadar GGK'ye masada bir koltuk verilmedi. BAE'nin GGK ile geliştirdiği yakın mali ve askeri ilişki, Zübeydi'nin Yemen'de gerçekten bağımsız hareket edip edemeyeceği konusunda ayrı şüpheler doğurdu.
Bir diğer potansiyel üçüncü ses ise Yemen'in doğusundaki Hadramevt bölgesinin valisi olan ve aynı zamanda Başkanlık Konseyi'ne de seçilen Farac Selman el Bahsani. Yemen'in doğusundaki çöllük Hadramevt bölgesi, işlevsel bir Hadrami yönetimi ve organize bir yerel ordudan faydalanarak çatışma sırasında göreceli bir istikrar bölgesi oldu. Yüzyıllardır Hint Okyanusu ticareti ve göçleriyle tanınan Hadramiler uzun zamandır Yemen içinde belli bir özerkliğe sahipler ve Sana'daki siyasi çalkantılardan uzak duruyorlar. Hatta bazı Hadramiler Yemen devletinden kalıcı olarak ayrılma ihtimalini bile tartışmışlardır. Dahası, BAE'den gelen askeri yardım dışında, Hadrami yetkililer ülkeyi istikrarsızlaştıran yabancı güçlerden nispeten bağımsız kalmaya devam ediyor ve müzakerelerde potansiyel olarak uzlaşmacı bir taraf olarak hizmet edebilirler.
Bir diğer ihtimal de eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih'in yeğeni olan ve ülkedeki en etkili askeri komutanlardan biri olarak öne çıkan Tarık Salih. Liman kenti Hudeyde'de bulunan ve amcasının seçkin askeri birliklerinin kalıntılarından oluşan Cumhuriyet Muhafızları, ülkenin batı kıyı bölgelerini kontrol etmeye ve Husilerin topraklarını genişletmesine karşı savunmaya devam ediyor. Kendisi de Başkanlık Konseyi üyesi olan Tarık Salih, amcasının milliyetçi siyasi partisi Genel Halk Kongresi'nin yeniden kurulması çağrısında bulunarak bunun birleşme ve uzlaşma için potansiyel bir araç olabileceğini söylüyor. Ancak Tarık'ın önde gelen aile ismi hem bir nimet hem de bir lanet. Bu, amcasının destekçilerinin sadakatini korumasına yardımcı oluyor, ancak aynı zamanda Yemen'de yolsuzlukları ve gücü kötüye kullanmasıyla tanınan Salih ailesine yakınlığını halka hatırlatmaya da hizmet ediyor.
Uzlaşmadan meşruiyete
Bu potansiyel liderlerin her birinin önemli kusurları var ve hiçbiri İryani'nin 50 yıl önce -tüm gruplar tarafından saygı duyulan biri olarak- sahip olduğu türden geniş bir desteği elde etmeyi başaramayabilir. Aynı zamanda İryani'nin başarısı, savaşı sona erdirme, yabancı güçlerin çekilmesini denetleme ve tüm partilerin üyelerini içeren bir uzlaşma hükümeti kurma becerisine bağlıydı. Bugün bu başarıyı tekrarlamak için Yemen'in siyasi liderliğinin tüm kesimlerini kapsayan bir adalet ve uzlaşma gerekecektir. Bununla birlikte Yemen, uzlaşmacı bir aday olarak hizmet edebilecek birini bulmak için daha fazla halk meşruiyetine sahip gruplardan yararlanmak için çok önemli bir fırsata sahiptir.
Nihayetinde, savaş sonrası Yemen'in etkili bir liderinin halka, hükümetin halkın temsilcisi olduğunu ve dış güçlere bağlı olmadığını göstermesi gerekecektir ki bu dış güçlerin tahribatlarının incelenmesi halen gerekmektedir. Suudi Arabistan ve İran'ın 300 binden fazla Yemenlinin ölümüne yol açan bir savaşa ve insani krize katkıda bulunmaktan sorumlu tutulması gerekecektir ki bu da ülkenin umutsuzca ihtiyaç duyduğu savaş sonrası yeniden yapılanma için destek şeklinde olabilir. Ancak ülke iki bölücü ve lekeli siyasi oluşum arasında kaldığı sürece bunların hiçbiri gerçekleşemez. Eninde sonunda ara bulucuların, saldırganların ve sivillerin yola devam etme ve kendi Üçüncü Güçlerini kurma zamanının geldiği konusunda hemfikir olacakları bir zaman gelecektir.
Asher Orkaby tarafından kaleme alınan ve Foreign Affairs'te yayınlanan bu değerlendirme Mepa News okurları için tercüme edilmiştir. Değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.