Üstünden otuz yıl geçmesine rağmen Oslo Anlaşmaları ihaneti hala Filistinlilerin başına bela olmaktadır.
İsrail devleti ve devletin idaresini elinden hiç bırakmayan yerleşimci-sömürgeci rejimin Filistinlilere uyguladığı şiddet ile geçen son günler, aylar ve yıllar düşünüldüğünde 90’lı yıllardaki o umut hissi ve bir barış sağlanabileceğine dair iyimserlik havasını hatırlamak insana zor gelmektedir.
Mevzubahis iyimserlik havası, İsrail ile Filistinliler arasında yıllarca devam eden gizli görüşmeler sonucunda Norveç’te imza edilen Oslo Anlaşması ile birlikte tavan yapmıştı. O günlerde Filistin Kurtuluş Örgütü liderliğini yürüten Yaser Arafat ile yıllar önce kurulmasında rol oynadığı El Fetih mensupları, İsrail devleti yetkilileri ile masaya oturarak Filistin’in kendi kendini yönetme hususundaki başlıkları müzakere etti.
Oslo Anlaşmaları
Görüşmelerin başarılı olup olmadığının cevabı bu soruyu kime sorduğunuza göre değişir. Bundan tam otuz yıl önce 13 Eylül 1993 tarihinde ABD Başkanı Bill Clinton bir yanına Arafat’ı bir yanına da o dönemki İsrail Başbakanı Yithzak Rabin’i alarak bu ikiliye Beyaz Saray’ın bahçesinde el sıkıştırttı ve böylece 1. Oslo Anlaşması imzalandı. Bu imzadan iki yıl sonra da 2. Oslo Anlaşması bu kez Mısır’da imza edildi.
Bu anlaşmalar imzalanırken İsrail devleti artık kuruluşunun üzerinden 50 yıl geçmiş bir devletti. Batı Şeria ve Gazze’nin işgali ise neredeyse 30 yıldır devam etmekteydi. Birinci İntifada sırasında yaşananların anıları hala zihinlerde taptazeydi ve FKÖ bir süre önce İsrail’in işgal ettiği bölgelerden çekilmesini ancak gerekli gördüğü taktirde “uluslararası kamuoyu tarafından tanınan sınırlarının güvenliğini sağlama hakkının olduğunu” öngören 242 numaralı BM kararını kabul etmişti.
Uluslararası kamuoyunun gözünde bu gelişmeler, yan yana var olacak iki ayrı İsrail ve Filistin devletinin tanınması çerçevesinde oluşturulan iki devletli çözüm önerisinin hayata geçirilmesi için fevkalade uygun bir tablo oluşturmaktaydı.
Fakat birçok kişi dünyanın geri kalanının kapıldığı, görünüşte Orta Doğu'da barışa doğru atılmış bu muazzam adımın yarattığı iyimserlik ve şenlik havasını paylaşmamaktaydı. (Bu anlaşmalar dünyada o kadar büyük yankı uyandırdı ki 1. Oslo Anlaşmasına imza atan Arafat, Rabin ve o dönemki İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres 1994 yılında Nobel Barış Ödülüne layık görüldü.)
Bir tarafta son teknoloji ürünü teçhizatlarla donatılmış bir orduya sahip ve bağımsız bir devlet olan İsrail diğer tarafta ise teknik olarak bir devleti ve hatta temsile dayalı bir yürütme organı dahi olmayan ve toprakları aynı anlaşmaya imza atan devlet tarafından işgal edilmiş Filistinliler olmak üzere imza edilen anlaşmanın tarafları arasındaki güç dengesizliği bazı Filistinliler de dahil olmak üzere birçokları tarafından gündeme taşındı.
Filistinli entelektüel Edward Said, anlaşmalar imzalandıktan hemen sonra bu gelişmeyi ağır bir dille eleştirerek Oslo Anlaşmalarını, “Filistin halkının teslim alınmasına yardım edecek bir enstrüman, Versay Anlaşmasının Filistin versiyonu” olarak nitelendirdi ve şu ifadeyi kullandı: “Filistin halkının özgürlüğünün gerçek bir manada elde edilmediği gün gibi açıkta olup Oslo Anlaşmalarının, bu özgürlüğün İsrail ve ABD tarafından dikte edilen kısıtlamaların dışına çıkmaması için dizayn edilen bir aparat olduğu da aşikardır.”
Körfez Savaşı patlak verdiğinde Irak’ı destekleyen Yaser Arafat, bu dönemde birçok Arap devletinin kendisine verdiği desteği kaybetmesinin yanı sıra zaten kendisinden pek de hazzetmeyen Batılıların gözünden de iyice düştü. Sağlık durumu da zaten bir süredir iyice kötüye gitmekteydi.
Kendilerine ait bir devlet arzusu içindeki Filistinlilere bu amaç doğrultusunda yabancı devletlerin yardım etmeye hazır olduklarına dair söz vermeleri, Filistin halkını temsil eden zümre üzerinde masada müzakere edip bir anlaşma imzalaması yönünde büyük baskı oluşturmuştu.
Oslo Anlaşmaları aslına bakıldığında, söylem noktasında sürekli öne çıkarılmasına rağmen barış veya adaleti tesis etmek için değil henüz tam olarak tanımlanmamış bir Filistin devletinin teknik ve lojistik temellerinin atılması için imzalanmıştır.
Bugün mesele ile alakalı söylenip yazılanlar, bu anlaşmaların geçici bir kimlik üzerine inşa edildiğini yani asıl amacının milli bir Filistin otoritesi oluşturularak kısa süre içinde bir Filistin devletinin inşasına ön ayak olmak olduğunu tamamen görmezden gelmektedir.
Oslo Anlaşmalarının asıl odak noktası bu olduğu için Kudüs meselesi, Filistinli mültecilerin yurtlarına geri dönme hakları ve hatta sınırlar dahi bu anlaşmaya dahil edilmemiş ve bilinçli bir şekilde müzakere edilmemiştir. Zaten küçük bir alandan ibaret olan Batı Şeria, Filistinlilere değişik oranlarda bağımsızlık verilen ancak İsrail’in idare ve güvenlik ile alakalı meselelerde neredeyse mutlak kontrole sahip olduğu üç ayrı bölgeye bölündü.
Anlaşmalar işgali kalıcı hale getirdi
Bugün herkesin müşahede ettiği üzere Said ve diğer birçoklarının yaptığı uyarılarda haklı olduğu aşikardır. Oslo Anlaşmaları neticesinde işgal, kalıcı bir idare şekli olarak iyice sağlama alındı. Bu sayede Filistin’in tüm sınırlarının ve ekonomisinin kontrolü mutlak şekilde İsrail devletine geçti.
Doğu Kudüs de dahil olmak üzere Batı Şeria’daki yerleşimci faaliyetlerinin büyüme hızı rekor seviyelere ulaştı. Bugün Mahmud Abbas’ın liderliğini yaptığı Filistin Otoritesi ise gelinen noktada adım atmaya hali olmayan ve boğazına kadar yolsuzluğa batmış bir yapı haline geldi. Filistin’in özgürlüğünü artık sadece yeri geldiğinde birkaç lafla savunmaktan başka bir işe yaramayan FO’nun bugünlerdeki tek amacı Filistin’deki üst tabakanın cebini doldurmaktır.
Uluslararası toplumun Filistin halkının maruz kaldığı zulme gösterdiği ilgi dünyanın başka noktalarına kaydı. İsrail’in ağır şiddet kullandığı zamanlarda geçici de olsa geri dönen bu ilgi tek bir işe yarar o da “endişe duyuyoruz”, “her iki tarafı da birbirine saygı duymaya davet ediyoruz” açıklamalarıdır ki bu açıklamalar dahi İsrail’in bu denklemdeki işgalci güç statüsünü tamamen görmezden gelir.
İsrail devletinin Oslo Anlaşmaları çerçevesinde yerine getirmesi gereken yükümlülüklerin ise gelinen noktada artık esamesi dahi okunmamaktadır. Tel Aviv yönetimi çoğunluğunu çocukların oluşturduğu Gazze’deki sivil halkı hala kuşatma altında tutmaya ve rutin bir şekilde bombalamaya devam etmektedir.
Batı Şeria’da ise bariz şekilde ırkçı bir dürtünün ürünü olan bir duvar inşa eden ve sayısız kontrol noktası kuran İsrail, Filistinlilere ait topraklara el koyarak yeni yerleşkeler inşa etmekte, Filistin şehirlerine saldırıp rastgele sivilleri katletmekte ve yerleşimcilerin şiddet kullanmasını engellemek bir yana bunu teşvik etmektedir.
1948 sınırları ve işgal altındaki diğer bölgelerde yaşayan Filistinliler sistematik bir şekilde ayrımcılığa maruz bırakılmakta ve temel insani haklarından mahrum edilmektedir. Bu sistem hem yerel hem de uluslararası insan hakları örgütleri tarafından "ırkçılığa dayalı (apartheid)" olarak tanımlanmaktadır.
Geçtiğimiz yıl İsrail’de gerçekleştirilen seçimlerin en yeni meyvesi olan siyasetçiler, Filistinlilere ait arazilere el konulmasını ve hatta Filistinlilerin bölgeden kovulmasını artık açık bir şekilde dile getirmeye başladı. Durum bu denli açık olmasına rağmen uluslararası toplumun bazı mensupları, tüm bu yapılanları, ABD’nin uğruna her yıl milyarlarca dolar askeri yardım gönderdiği ve Batı dünyasının da hem söylem hem de diplomatik olarak destek sağladığı İsrail’in “sorgulanması dahi imkânsız” kendini savunma hakkının bir tecellisi olduğunu iddia ederek haklı göstermeye çalışmaktadır.
Oslo Anlaşmaları İsrail açısından bakıldığında son derece büyük bir başarı abidesidir zira İsrail devleti karşılığında neredeyse hiçbir bedel ödemeden Filistinlilerin özgürlük mücadelesini onlarca yıl olduğu noktada tutmayı başarmış ve buna ilaveten kendi yerleşimci-sömürgeci genişleme projesinde de fersah fersah yol almıştır.
Filistinliler açısından bakıldığında ise Oslo Anlaşmaları, içine canlı canlı konuldukları işgal tabutunun son çivisini çakmıştır. Filistinli sivil toplum örgütlerinin binalarının basılması, Filistinli halkın yaşadığı kent ve kasabalara baskın düzenleyen yerleşimcilerin teşvik edilmesi veya Gazze’nin abluka altına alınması gibi bugün İsrail’in zulmünün en etkili silahları olan uygulamalar her ne kadar Oslo’da doğmadıysa da burada garanti altına alınmış ve meşrulaştırılmıştır.
Bu anlaşmalar sayesinde uluslararası toplum, İsrail’in uyguladığı şiddet ve tahriklerden doğan tepkileri savuşturmak için aralarından birçoklarının da itiraf ettiği üzere artık imkânsız olan iki devletli çözüm söylemine sığınabileceği nur topu gibi bir bahane elde etmiştir.
Oslo Anlaşmaları sayesinde İsrail, Kudüs üzerinde sadece kendisinin hak sahibi olduğu bir vaziyeti yaratmak ve 1948 ile 1967 yıllarında yurtlarından iltica eden Filistinlilerin “Filistin hariç neresi olursa olsun (Ürdün, Suriye, Lübnan)” orada kalmaları için gerekli siyasi ortamı hazırlamak için manevra alanı kazanmıştır.
Oslo’yu otuz yıl önce eleştirenlerin yaptığı uyarılarda haklı oldukları bir bir ortaya çıkmıştır.
İsrail’in imza ettiği maddelere sadık kalmasını sağlayacak bir güç veya hesap sorma mekanizması üretmekten, iki taraf arasındaki güç dengesizliğinin herkes tarafından kabul edilmesini veya Filistin halkının bu topraklarla olan tarihi bağının tanınmasını sağlamaktan aciz kalan Oslo Anlaşmalarının amacının en başından beri barış değil “sessizlik” olduğu bugün kanıtlarıyla ortadadır.
Oslo Anlaşması uluslararası toplumun İsrail’in yaptıklarına karşı “sessizliğini” garanti altına almış olabilir ancak Filistinliler hala bu sessizliği kabul etmeye yanaşmadığı için teknik olarak bu anlaşma tek nihai amacına dahi ulaşamamıştır.
Dr. Yara M. Asi tarafından kaleme alınan ve New Arab'da yayınlanan bu değerlendirme Mepa News okurları için Türkçeleştirilmiştir. Değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.