Ukrayna’daki savaşının devam ettiği ve ABD-Rusya ilişkilerinin giderek daha da kötüleştiği bugünlerde Amerikalıların Çin ile olan ilişkisi de radikal bir değişiklikten geçmektedir. Pekin yönetimine nasıl muamele edileceği hususunda on yıllardır devam eden Amerikan siyasetindeki fikir birliği yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlayan farklı bir politika nedeniyle saldırıya altındadır.
Clinton’ın başkanlık döneminde ortaya konulan Çin’in küresel kapitalizm aracılığı ile baskı altına alınmasının bu ülkedeki idari ideolojide bir değişikliğe yol açacağı tezi gelinen noktada ‘deli saçması’ olarak görülmektedir. Kapitalist bir Çin’in siyasi sistemini ‘özgürleştireceğine’ dair Amerikan varsayımları hatalıydı ve Washington’un Çin devletini yeniden şekillendirme hedefi tam bir fiyaskoyla sonlandı. Bugünlerde Çin’e karşı daha sert bir politika izlenmesi gerektiği fikrini destekleyenlerin sayısı ezici çoğunluktadır.
Washington’un Çin hususundaki pozisyonunu değiştirmekle doğru mu yoksa yanlış mı yaptığını değerlendirmeye geçmeden önce eski Başkan Bill Clinton’ın varsayımının son derece naif ve kibir dolu olduğunu ve Amerikalıların bu tür yaklaşımları nedeniyle uyguladığı dış politikaların küresel istikrarı bir anda tehlikeye atmasının da ne kadar kolay olduğunu vurgulamakta fayda vardır.
Çin ile alakalı gerçekler Obama hükümeti döneminde artık iyice anlaşıldığı için yürürlüğe alınan ‘Asya’ya yöneliş’ politikası ile Pekin’in yükselişi kontrol altına alınmak istendi. Çinli liderler ise hiçbir zaman ABD’ye şu veya bu şekilde güvence verme zahmetine dahi girmedi.
2008’deki küresel finans krizi sayesinde Çin, dünyanın ana ekonomik motoru gibi son derece hayati bir rol üstlendi ve bu saatten sonra gerekmedikçe sinirlendirilmemesi gereken bir oyuncu olarak tanımlandı. Çin devletinin elindeki ABD’ye karşı devasa bir ticaret fazlası kozuna ilaveten ABD Hazinesi tahvillerinin bir numaralı müşterisi de yine Pekin yönetimidir. ABD ve Çin’in ekonomileri gittikçe birbirine daha bağımlı hale gelirken Pekin’in hırsları da devletin ekonomi ve teknoloji alanlarındaki etkileyici performansıyla beraber büyüdü. Bu durum geçen yıllar içinde ABD açısından gittikçe daha da kabul edilemez bir hal aldı.
Bu vaziyete rağmen eski başkan Barak Obama, Çin’in Asya-Pasifik bölgesinde ABD’nin liderliğini (Pekin yönetiminin bakış açısına göre hegemonyasını) kabul etmeye zorlayabileceklerinden emindi.
ABD hegemonyasının idame edilmesi
Donald Trump’ın Beyaz Saray’a gelişi ile ABD politikası kökünden değişti. Yeni başkan tüm harekât planını eski hükümetlerin politikalarının tam bir başarısızlık abidesi olduğu ve Çin’in ABD’den haksız kazanç elde ettiği tezi üzerinden hazırladı. Trump’ın tezinin ilk kısmı doğru fakat ikinci kısmı ise yanlıştı.
ABD’nin yeni Hint-Pasifik stratejisinin ana hatlarını belirleyen ilk isim daha sonra Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı yardımcısı ve Çin üzerine çalışan en yetkili görevlisi olan Matthew Pottinger idi. Pottinger’ın hazırladığı ve kısa süre önce ‘gizli belge’ statüsü kaldırılan doküman, “Hint-Pasifik bölgesinde ABD’nin stratejik üstünlüğünün korunması, Çin’in yeni ve liberal olmayan nüfuz alanları elde etmesinin engellenerek liberal bir ekonomik nizam için çalışılması” hususlarında kullanılacak bir yol haritasıydı.
Bu belgenin içeriği, “ABD’nin, bölgenin ve tüm dünyanın büyümesi için bir motor görevi görmeye devam edecek olan Hint-Pasifik bölgesinin koşulsuz bir şekilde erişime açık olması ABD’nin güvenliği ve refahının olmazsa olmaz koşullarından bir tanesidir” ve “siyasi ve ekonomik sistemlerimizin farklı doğası ve hedefleri nedeniyle ABD ile Çin arasındaki stratejik rekabet devam edecek, Çin bu mücadelesinde bir avantaj elde etmek için uluslararası kurallar ve normların etrafından dolaşarak hamleler yapacaktır” benzeri varsayımlara dayanmaktaydı.
Belgedeki diğer bir varsayım da Çin’in “yapay zekâ ve bio-genetik sahaları dahil en yeni teknolojileri domine ederek bu teknolojileri otoriter rejim ideolojisinin hizmetinde kullanma niyeti olduğu ve Çin’in bu teknolojiler hususunda bir numara haline gelmesinin dünya üzerindeki ‘özgür toplumlar’ açısından büyük ölçekli sorunlar teşkil edeceğiydi.” Dokümanda ayrıca Çin’in “Tayvan’ı yeniden birleşme hususunda gittikçe daha agresif adımlar atmaya” hazır olduğu uyarısı da yer almaktaydı.
Pottinger’ın çalışmasına göre ABD’nin Çin’e yönelik politikası, hem Amerika’nın rekabet kabiliyetini zaafa uğratmayacak hem de Çin’in “yabancı rakiplerini saf dışı bırakmaya yönelik yırtıcı nitelikteki mali uygulamalarını ve 21. yüzyıl ekonomisini domine etme hevesini” engelleyecek bir biçimde şekillendirilmeliydi. Belge de ayrıca “Çin’in endüstriyel politikaları ve adil olmayan ticaret uygulamalarının küresel ticaret sistemine zarar verdiği hususunda uluslararası bir fikir birliği inşa edilmesi” gerektiği de vurgulandı.
Pottinger’ın ortaya koyduğu bu dokümandaki ana varsayımlar sağlam temellere oturmamaktaydı ve kendisinin önerdiği politikalar ABD ile Çin’i sonunda birbirlerine girecekleri bir yola sokabilirdi.
Heba edilen fırsatlar
İlk olarak, Çin’in ABD’yi kullanarak haksız kazanç sağladığı vurgusu, iki devlet arasındaki ticari açığın sebebinin ABD’nin tarafından yaratıldığı gerçeğini tamamen göz ardı etmektedir.
ABD kendisini Irak ve Afganistan’da girdiği sonu olmayan savaşta bitirip tüketirken ve ekonomisini de verimsiz ve spekülasyona dayalı politikalar aracılığı ile haddinden fazla finanse ederken Çin araştırma, geliştirme ve eğitim alanlarına devasa yatırımlar yaparak iki ülke arasındaki teknoloji açığını hızla kapatmaya odaklandı. Pekin yönetimi bu yaklaşımının meyvesini 5G ve güneş enerjisi üretimi benzeri belli başlı alanlarda teknolojik açıdan önemli bir avantaj yakalayarak topladı. Çin’in savaşarak enerji harcadığı (yaşananlara savaş denilebilirse) en son tarih 1979 idi.
Amerikalı şirketler on yıllar boyunca Çin’deki düşük imalat maliyetlerinden faydalanarak karlarını arttırmak için bazı endüstriyel tedarik zincirlerini komple bu ülkeye taşıdı. Elde edilen karların sadece çok küçük bir kısmı ABD’nin bir devlet olarak rekabet kabiliyetlerini idame ettirmek veya güçlendirmek için harcandı.
Trump hükümetinin 2017 yılının başlarında yürürlüğe aldığı devasa ‘şirket vergisi’ hamlesi Amerikan iş modelinin verimlilik karşıtı doğasının muazzam bir emsaliydi. Bu hamleden elde edilenlerin sadece ufak bir kısmı yeni yatırımlar veya iş fırsatları için kullanılırken çoğu hissedarların kar paylarını ödemek ve daha fazla hisse senedi toplamak için harcanarak Amerika’nın yarattığı mali balonu daha da şişirdi.
İlaveten, Çin’in tarihinde bu ülkenin otoriter devlet ideolojisini yaymak veya 21. yüzyıl ekonomisini domine etmek hedefinin olduğu fikrini destekleyen hiçbir kanıt yoktur. Çin tarihi boyunca sürekli istilaya uğramıştır; mesela Çin Seddi’ni de kendisini savunmak için inşa etmiştir. Ayrıca Çinli liderler hiçbir zaman liberal bir ekonomi sisteminin beraberinde liberal siyaset yaklaşımını da getirmesi gerektiği tezini kabul ettiklerini ifade etmemiştir.
Kısa bir süre önce verdiği röportajda Pottinger bir kez daha Amerikan siyasetinin ne kadar naif olduğunu Washington’dakilerin “konuşarak Çin’i değiştirebilecekleri ve Pekin’e yönetimini ABD’nin bir tehdit olmadığı hususunda garanti verebileceklerine” inandıklarını söyleyerek ispatladı. Pottinger’ın, Pekin yönetiminin ABD’yi kendisine yönelik ana tehdit olarak algılamasının nedeninin kendisinin bahsettiği o ABD’nin Çin’i değiştirme hırsı olduğunu durup bir saniye bile düşünmemesi gerçekten ilginçtir.
Tansiyon artışı
Trump hükümeti Çin’in gerçek niyetlerinin neler olduğu hususunda geçmişe göre daha net bir vizyon sahibi olduğunu iddia etse de o dönemki görece daha saldırgan politikanın seleflerine göre Amerikan çıkarlarına daha fazla hizmet ettiği söylenemez. ABD’nin Çin menşeili birçok ürüne getirdiği gümrük vergisinin 2019 yılında yürürlüğe girmesinden bu yana geçen sürede Çin’in ABD’ye yaptığı ihracat 350 milyar dolara ulaşırken bu vergi ABD’de enflasyonun hızlı artışında o kadar önemli bir rol oynadı ki Biden hükümetinin bugünlerde bu vergileri kaldırmayı gündemine almaya başladı.
Pottinger’ın politika raporu ile kendisininkinden önceki diğer tüm stratejik Amerikan raporları benzer bir yaklaşımı temsil etmektedir: ABD nezdinde yükselen bir Çin Washington’un dünya liderliğine yönelik kabul edilemez bir tehdittir. Dünyada sadece bir hegemona yetecek yer var ve (Çin’in de savunduğu) gerçek manada bir çok kutuplu dünya nizamı yaklaşımı Washington’un aklına dahi getirmekten imtina ettiği bir tezdir.
Tüm denklemlerden sonra elde kalan hamle istikameti göstermektedir ki Rusya’yı yalnızlaştırma amacıyla NATO müttefiklerini harekete geçiren ABD buna benzer bir politikayı Çin’e karşı da uygulamaya hazırlanmaktadır. Madrid'deki NATO zirvesinde kabul edilen yeni ‘Stratejik Konsept’ de bunu yansıtmaktadır.
Bu tür bir politika yaklaşımı geçmişte şahit olduğumuz o tarihi büyük savaşlar minvalinde bir savaşa yol açabilir mi? Washington’da yöneticiler arasında Çin’in yükselişinin durdurmanın tek yolunun savaş olduğunu düşünenler gerçekten var mı?
Dünya üzerindeki en büyük iki devletin son derece tehlikeli bir tansiyon artışı döneminde olduğunu gösteren işaretlerin sayısı inkâr edilemeyecek düzeydedir.
Amerikalıların, Avrupa ve Asya’daki müttefiklerine baskı uygulayarak Çin ile yürüttükleri siyasi ve mali münasebetlerini yeniden gözden geçirmelerini talep etmesi, Pekin yönetimi tarafından kendisine yönelik bir yalnızlaştırma, sınırlandırma ve zarar verme girişimi olarak algılanmaktadır. Çin devletinin yönetimi altındaki Doğu Türkistan ve Hong Kong'daki baskıcı politikaları ile Güney Çin Denizi ve Tayvan özelindeki agresif hamleleri, Pekin yönetiminin otoriter devlet modeline sadakatinin ve kurallara dayalı dünya nizamının ihlalinin birer delili olarak görülmektedir.
İki taraf arasındaki karşılıklı güvensizlik, ‘kazanan hepsini alır’ tarzında çok tehlikeli bir oyunun içine sıkışıp kalmışa benziyor. Halihazırdaki Biden hükümetinin selefi Trump’ın üstünlük sağlamaya yönelik tavrının aksine Çin tarafından daha kabul edilebilir türde şartlar ortaya koyarak bu karmaşık ilişkiyi kurtarabileceğine dair umutlar hızla tükenmektedir. Benzer şekilde Başkan Xi Jinping ve Çinli liderlerin geri kalanı ABD ile ortak bir paydada buluşabileceklerine dair bir ihtimale olan inançlarını her gün biraz daha kaybetmektedir.
Marco Carnelos tarafından kaleme alınan ve Middle East Eye'da yayınlanan bu değerlendirme Mepa News okurları için tercüme edilmiştir. Değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.