Türkiye, Suriye krizinin önemli bir kısmı boyunca askeri gücünü yedekte tutmayı tercih etti. 2015 yılında PKKşehirlerde ayaklanmaya dönük yeni terör stratejisini devreye soktuğunda, örgütün asıl stratejisinin Türkiye değil Suriye olduğu açıktı. Ancak bu dönemde Türkiye önceliğini içeriye vermek durumunda kaldı ve kısa sürede PKK’nın “şehir ayaklanma stratejisi” Türkiye sahasında başarısız oldu. Fakat Suriye, terör örgütünün “yeni stratejisini” hayata geçirmeye çalıştığı asıl sahaya dönüştü.
Geldiğimiz noktada ABD, açık bir şekilde PKK’yı kendi stratejine vekalet edecek bir aktör olarak tayin etmiş görünüyor. ABD bu noktaya aslında arzu ettiğinden çok daha hızlı geldi. Beyaz Saray idaresi, önce DEAŞ ile mücadeleyi bahane ederek PKK’yı “alternatifi olmayan” bir kara gücü olarak tayin etti ve ilk hedefini Suriye’deki rejim karşıtı ılımlı askeri muhalefetin alan genişlemesini engellemek olarak belirledi. Öyle ki Suriye’nin kuzeyinde DEAŞ karşısında ilerleme potansiyeli olan muhalefeti, en kritik zamanlarda bile, bilinçli bir şekilde hava desteğinden yoksun bıraktı. Muhalefetin DEAŞ’a kaybettiği alanlarda ise kendi desteklediği PKK’yı hava desteği sağlayarak DEAŞ’ın üzerine yönlendirdi ve onun alan genişletmesi için elinden geleni yaptı. Daha da önemlisi, Türkiye’nin Fırat Kalkanı harekatı sırasında, en kritik dönemeçlerden biri olan El-Bab’ın DEAŞ’tan temizlenmesi aşamasında, DEAŞ karşıtı koalisyonun bir parçası olan Türkiye’ye verdiği hava desteğini asgari seviyeye çekti. Aslında ABD’nin hedefi, bütün bir Türkiye sınırı boyunca PKK’ya büyük bir coğrafi alanı teslim ederek Suriye’nin fiili olarak bölündüğü yeni bir harita ortaya çıkarmaktı.
Türkiye ise bu dönemde bütün enerjisini PKK ile PYD arasında bir fark olmadığını diplomatik yollardan ABD’ye anlatmaya harcadı. En iyi yaptığı hamlelerinden biri Fırat Kalkanı harekatını başlatmaktı. Türkiye askeri olarak DEAŞ’ı Türkiye sınırından temizleyerek başarılı olurken, stratejik düzeyde PKK’nın kesintisiz bir jeopolitik kuşak oluşturmasının önüne geçti. Ne var ki Menbiç, ABD’nin koruması sayesinde, Fırat nehrinin batısında bir çıkıntı olarak kalmaya devam etti. PKK Fırat’ın doğusunda ABD’nin askeri ve siyasi korumasına giren, askeri kapasitesini artıran, coğrafi olarak Rakka’nın DEAŞ’tan alınmasıyla derinlik kazanan, petrol ve uyuşturucu dahil bütün illegal gelirlerle ekonomisini derinleştiren bir terör örgütüne dönüştü. ABD bu süreçlerin hepsine yakından destek verdi. Yani her şey ABD’nin gözleri önünde yaşandı.
“Sınır Muhafaza Gücü” ABD’nin yeni bir aldatmacası
Washington yönetimi, şimdi yeni bir stratejiyi daha devreye sokmuş durumda. Trump idaresinin bu konuda nasıl bir etkisinin olduğunu tam olarak kestirmek neredeyse imkansız olsa da, güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere, CENTCOM’un Suriye ve Irak stratejisinde PKK önemli bir yer tutuyor. Geride kalan birçok örnek, bu stratejiyi ifşa etmek için çarpıcı misaller sunuyor. İlginç bir şekilde, bu strateji Trump’ın genel dış politika vizyonuyla (eğer öyle bir şey gerçekten varsa) uyumsuzluk gösteriyor ve bu nedenle Trump’ın bu konuya ne kadar hakim olduğu epey tartışmalı. Gelinen nokta itibarıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da Trump’tan bu stratejiye bir son vermesi yönündeki beklentisi sona ermiş görünüyor.
Bu aşamadan sonra ABD, PKK konusunda müzakere edilecek bir aktör olmaktan çıkmış durumda. Bu durumun çok ciddi anlamları var. Türkiye askeri ve siyasi düzeyde sadece Fırat’ın batısındaki PKK varlığıyla ilgilenmeyecek, aynı zamanda bütün bir güney sınırını PKK’dan temizlemek için çalışacak. Dolayısıyla eğer ABD, ana sütunlarını PKK’nın oluşturduğu “Kuzey Ordusu” veya şimdiki adıyla “Sınır Muhafız Gücü”nü desteklemeyi, genişletmeyi ve operasyonel hale getirmeyi istiyorsa Türkiye’nin hedefi haline gelecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mesajlarındaki ton dikkate alınırsa, Türkiye geri adım atmayacak. ABD geri atmaz ve mevcut politikasından vazgeçmezse Türkiye’nin hedefi haline gelecek. Bu tabloyu Beyaz Saray ve Pentagon da benzer bir şekilde okuyor olmalı. Ancak onlar açısından kritik olanın, Türkiye’nin PKK konusunda Suriye’de askeri olarak ne kadar ciddi olduğunu göstermesi olduğunu söyleyebiliriz. Yani Türkiye ileri gitmezse, ABD daha da ileri gitmek isteyecek.
Ancak öyle ya da böyle, bundan sonra PKK’nın ABD’nin vekalet gücü olduğunun daha açık bir şekilde gösterileceği bir strateji olarak “Sınır Muhafaza Gücü” stratejisi hayata geçirilmeye çalışılacak. İşte tam da bu noktada, Türkiye’nin yukarıda ifade edilen kısa tarihsel arka planı hızlı bir şekilde yeniden düşünmesi gerekiyor. Yani bugünlerde herkesin gözünü kulağını Afrin’e yönelttiği bir sırada, Türkiye’nin PKK ile mücadelede sıklet merkezinin neresi olacağını yeniden hesaplaması gerekiyor. Bu öncelik sıralamasında Afrin’in tek başına hedef alınması, ABD’nin “Sınır Muhafaza Gücü” aracılığıyla, sahip olduğu planı daha kolay şekilde hayata geçirmesi anlamına gelebilir. DEAŞ’a karşı koalisyon sözcüsünün, Türkiye’nin muhtemel Afrin operasyonuna yönelik yaptığı açıklamada “Afrin’in Koalisyon’un operasyon sahası içinde olmadığını” ifade etmesi ve yine ardından gelen “Afrin’deki PYD ile ilişkimiz yok” açıklaması, bu bakımından ilginç bir çıkış olarak değerlendirilebilir. Acaba ABD Türkiye’yi Afrin’e yönelterek ABD-PKK ilişkisi konusundaki politikasını yumuşatmak mı istiyor?
Tutması zor hesaplar
ABD’nin “Sınır Muhafaza Gücü” ile kısa ve orta vadede hayata geçirmeye çalıştığı plan, Türkiye’yi bugün olduğundan daha da zor durumda bırakabilir. ABD’nin hedefinin, Türkiye’yi Afrin’e yöneltmek suretiyle, hem burada Rusya ile varılan uzlaşısını bozmak hem de Türkiye’nin Afrin sahasında yıpranmasını sağlamak olup olmadığını yeniden düşünmek gerekiyor.
Ayrıca “Sınır Muhafaza Gücü”nün planlanan muhtevası ve karakteri itibarıyla bir değerlendirme yapılırsa, ABD’nin PKK’yı dönüştürmeye yönelik bir stratejiyi devreye sokmaya çalıştığı da görülebilir. ABD’nin 30 bin kişilik gücün 15 binlik kısmını var olan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) (yani PKK) içinden oluşturmayı planlarken, geri kalan 15 binlik kısmını ise “yeni işe alım” şeklinde gerçekleştireceği anlaşılmaktadır. Böylesi bir askeri güç, PKK’nın kontrolündeki elaman sayısında hatırı sayılır bir artışa neden olacağı için, yakın bir dönemde Türkiye için daha ciddi bir tehdit oluşturacaktır. Öte yandan, bu gücün Arapların ikna edilerek etnik homojenliği görüntü itibarıyla dağıtacak olması, PKK’nın dönüştürülmesi stratejisinin bir parçası olarak iş görüyor. Nitekim ABD’nin gözetmenliğinde kurulan “Kadınlar İçin Askeri Akademi”ye son dönemlerde Arap kadınlarının katılımında yaşanan yükselişin bu bakımdan dikkate alınması gerekir. Özellikle PKK’nın Arap coğrafyasına doğru yayılmasının da SDG’ye katılan Arapların sayısında bir artışa neden olduğunu hatırda tutmak gerekir.
SDG’nin planlan yapısı bununla da sınırlı değil. DEAŞ ile mücadele bağlamında ABD’nin sağladığı silah, PKK’nın silah envanterinde hatırı sayılır bir çeşitlenmeyi sağladı. Yeni oluşturulması planlanan “Sınır Muhafaza Gücü” ABD’nin PKK’ya sağladığı silah ve ekipman yardımını devam ettirmek için yeni bir gerekçe oluşturmuş durumda. ABD’nin aklında, PKK’yı adı geçen “Kuzey Ordusu” bağlamında dönüştürerek “Araplaştırmak” gibi bir stratejinin olup olmadığını anlamak zor olsa da, PKK’nın bu ordunun ana unsuru olmaktan çıkmak isteyeceğini söylemek daha da zor. Dolayısıyla öncelikle hesaba katılması gereken, ABD’nin yeni planındaki PKK’nın, Fırat doğusunda ileride baş edilmesi daha zor bir askeri soruna dönüşebileceğinin hesap edilerek Türkiye’nin askeri stratejisinin oluşturulması.
ABD’nin yeni PKK stratejisi, sadece örgütün karakterinde bir değişimin ortaya çıkarılmasını sağlamak da değil. Washington yönetimi, şayet oluşturabilirse, bu gücü söylendiği gibi DEAŞ’ karşı savunma amaçlı kullanmak niyetinde de değil. Zira gerek DEAŞ’ın Suriye ve Irak’ta tuttuğu sahanın asgariye indirilmesi gerekse de söz konusu “Sınır Muhafaza Gücü”nün sözde korumakla yükümlü olduğu sahanın kapsamı dikkate alındığında, ABD’nin bu gücü saldırı amaçlı olarak da kullanacağını söylemek mümkün. Bu aşamada, bu gücü kime karşı kullanacağı sorusu akla geliyor. Bu gücün öncelikle Fırat’ın doğusuna yönelik olası bir askeri operasyonuna karşı savunma hattı oluşturmak için, Türkiye’nin sınırı boyunca konuşlandıracağını tahmin etmek hiç de zor değil. Bu bölgede ağırlıklı olarak PKK unsurlarının konuşlandırılacağı anlaşılıyor. Öte yandan, bu gücün bir kısmının da batıya, yine Türkiye’nin Fırat Halkanı harekatı bölgesine yönelik konuşlandırılması da söz konusu olacak. Bu güç de temel olarak PKK’dan oluşacak, ancak görüntüyü kurtarmak için Araplar belirgin bir şekilde öne çıkarılacak. Fırat nehri boyunca güneye doğru inince ise bu güç vasıtasıyla Suriye rejimine karşı bir savunma hattı oluşturulmak istenildiği anlaşılıyor. Burada ise daha çok Arapların üstünlük kurması bekleniyor. Böylece ABD, Rakka’ya doğru sarkan PKK’yı, oldukça geniş bir coğrafi alana yayarak hem Türkiye’nin askeri müdahalesinden uzak tutmuş olacak ve hem de PKK’ya kendisini koruyabileceği bir savunma derinliği oluşturmuş olacak.
Bu yeni planın bir diğer önemli ayağını ise ABD’nin Suriye’ye yönelik “ayrılıkçı” politikası oluşturuyor. Bugüne kadar yapılan değerlendirmelerde, ABD’nin Suriye’de krizin ilk aşamalarında sahip olduğu stratejik üstünlüğü, Obama’nın çekingen politikaları nedeniyle Rusya’ya kaptırdığı şeklinde bir anlayış söz konusuydu. Ancak durumun aslında tam tersi olduğu sonradan daha net bir şekilde ortaya çıktı. Kuşkusuz bu değişimin DEAŞ’ın Suriye ve Irak’ı istikrarsızlaştırmasındaki rolü büyük olsa da ABD yönetimi, Irak ve Suriye’den oluşan geniş bir coğrafyada, PKK’nın çekirdeğini oluşturduğu vekil bir güce sahip olmanın, bölgesel karmaşa içinde kullanışlı bir aparat olduğunun farkına vardı.
Eğer ABD bunu Suriye’de başarabilirse, PKK üzerinden bir teritoryal özerlik dayatmasıyla Suriye’nin siyasi olarak da bölünebileceği bir senaryoyu devreye sokmuş olacak. Dolayısıyla, Irak’ın kuzeyi ile birlikte ele alındığında, büyük bir coğrafyayı kendisi için kullanılışlı hale dönüştürerek, oluşturduğu geniş jeopolitik nüfuz alanıyla, bölge ülkelerine daha fazla dayatmada bulunma imkanı elde edecek. Böylece ABD, söz konusu jeopolitik kuşak içinde doğu-batı hattını tutan PKK’nın, daha sıkı bir özerklik, hatta zamanla uluslararası garantisi olan, siyasi ve askeri gücünü tahkim etmiş olacak. Sonuç olarak, söz konusu “Sınır Muhafaza Gücü”nün aynı zamanda Suriye’nin parçalanması işine hizmet edeceği de açık.
Bu gücün, yakın bir gelecekte, İran’ın Şii vekil unsurlarını sahada dengelemek amacına hizmet edeceğini söylemek de mümkün. Ancak ortada henüz bir İran planının olmayışı, bu durumun gerçekleşmesinin kısa bir zamanda mümkün olmayacağını gösteriyor. Üstelik bu durumun Suriye ekseninde ve Ortadoğu ölçeğinde yeni bir Rusya-ABD rekabetine dönüşme ihtimali de bu planı gerçekleştirmeyi zorlaştırabilir.
Böylesi bir jeopolitik sahnede, PKK’ya yönelik mücadelede Türkiye sahasına verilen önceliğinin bir benzerinin askeri olarak Suriye sahasına kaydırılması bir zorunluluk. Dolayısıyla, Fırat’ın batısını hedef alan bir PKK stratejisi ve ABD’nin pozisyonuna endekslenmiş bir siyaset, PKK tehdidini her zamankinden daha ciddi boyutlara taşıyabilir. Türkiye, PKK konusunda kendi siyasetini dayatan bir askeri güç kullanma üstünlüğünden vaz geçmediği müddetçe, ABD’nin yeni PKK planını bozabilir.
Bu analiz, Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Ortadoğu Araştırmaları Merkezi öğretim üyesi Doç. Dr. Murat Yeşiltaş tarafından kaleme alınmıştır. Analizde yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.