"Giderek rahatsızlaşan bir dünya içerisinde Avrupa." Bu cümle, Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in geçtiğimiz günlerde Berlin Dış Politika Forumu’nda yaptığı konuşmanın başlığıydı. Gabriel, son derece realist, dolayısıyla bir o kadar da karamsar konuşmasında günümüzü 2000’lerin başıyla kıyasladı ve o günlerde uluslararası toplum küreselleşmeden, entegrasyondan, ortak sorunlara ortak çözümler getirmekten bahsediyorken, bugün her ülkenin kendi başının çaresine bakmaya çalıştığı, kendi çıkarlarının dışındaki konulara duyarsız kaldığı, giderek düzensizleşen bir dünyada yaşadığımızı vurguladı.
Gabriel’e göre bu değişimin sebeplerinin başında Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) içine kapanması, korumacı bir yaklaşımı benimsemesi ve küresel bir güç olmanın gerektirdiği yükümlülüklerden kendisini soyutlamaya başlaması geliyor. Donald Trump’ın yönetimindeki ABD’nin “dünyayı artık küresel bir topluluk olarak değil, herkesin kendi çıkarları için mücadele ettiği bir dövüş arenası” olarak gördüğünü ifade etti Gabriel ve Almanya’nın da böyle bir dünyada kendilerini artık bir müttefikten ziyade rakip olarak gören ABD’ye bağımlı kalmaması ve kendi konumunu belirlemesi gerektiğini, çünkü “Trump gitse bile artık ABD ile ilişkilerin hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağını” belirtti. Alman Dışişleri Bakanı, Avrupa Birliği’ni (AB) de eleştirdi ve ABD’nin boşalttığı koltuğa AB’nin oturamadığını, Batılı liderlerin halkı anlamaktan uzak olduklarını ve Ukrayna ile Suriye’nin Batı için büyük birer başarısızlık olduğunu ifade etti. Gabriel’in çözüm önerisi ise kendi ayaklarının üzerinde duran bir Almanya ve daha iddialı bir AB.
ABD'ye alternatif arayışı
Gabriel, belki de dış politika alanında Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihinin en net, en keskin konuşmasını yaptı. Ancak bu fikirlerin ilk kez ileriye sürülmediğini de belirtmek gerekiyor. Geçtiğimiz mayıs ayında Başbakan Angela Merkel, Trump ile birlikte ABD’nin artık güvenilir bir müttefik olmaktan çıktığına işaret etmiş ve “Avrupa’nın kendi kaderini artık kendisinin belirlemesi gerektiğini” ifade etmişti.
Bu yaklaşım, Alman halkı nezdinde de en azından kuramsal düzlemde karşılık buluyor. Bir düşünce kuruluşunun Berlin Dış Politika Forumu öncesinde hazırlamış olduğu kamuoyu araştırmasına göre, Almanların yüzde 56’sı ülkeleri ile ABD arasındaki ilişkilerin kötü ya da çok kötü olduğunu düşünüyor. Avrupa’nın kendi içerisinde güçlendirilecek olan bir savunma işbirliğinin, ABD ile olan savunma işbirliğinden daha önemli olduğunu savunanların oranı ise yüzde 88. Bununla birlikte Almanların yüzde 59’u “AB’nin doğru yolda olmadığını” düşünüyor. Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’ni oluşturan beş ülkenin (ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere) hangisiyle Almanya’nın daha fazla işbirliği yapması gerektiği yönündeki soruya en fazla olumlu cevabı Fransa alıyor, en az olumlu yanıt alan ülke ise ABD. Başka bir deyişle, Almanya’nın Rusya ve Çin ile daha fazla beraber çalışması gerektiğini düşünenlerin sayısı bile bu anlamda ABD’ye öncelik verenlerden daha fazla.
Bu durumda, Gabriel’in konuşmasının Alman siyasetinde yeni bir dönemin başlangıcı olacağını, Almanya’nın artık ABD’den bağımsız hareket edeceği bir dönemin başında olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Bunun için henüz erken. Her şeyden önce Sigmar Gabriel görevini bitirmekte olan bir bakan. Seçim sonrası dönemde Almanya şu anda hükümeti kuramamanın sıkıntısını yaşıyor. Almanya’yı önümüzdeki dönemde hangi partinin ya da partilerin yöneteceği hala belirsizliğini koruyor. Böyle bir siyasi boşluk ortamında, Gabriel’in ya da herhangi bir kabine üyesinin demecini ülkenin resmi politikası olarak kabul etme konusunda ihtiyatlı olmak gerekiyor.
Küresel liderliğin askeri boyutu
Almanya, herhangi bir ülke değil. AB’nin birçok anlamda en güçlü ülkesi ve dünyada da yine farklı alanlarda lider olan ya da liderliğe oynayan bir ülke. 3,5 trilyon dolarlık ekonomisiyle dünyanın ABD, Çin ve Japonya’dan sonra en büyük dördüncü ekonomisi. Böyle bir ülkenin ABD’den bağımsız olarak hareket etmesi, ülkenin ölçeğiyle doğru orantılı olacak şekilde “iddialı” olarak hareket etmesini gerektirir. Başka bir deyişle Almanya, Trump’ı eleştirerek ABD’den uzaklaşıp sonra da Trumpvari bir davranışla içerisine kapanacak bir konumda değil. Gabriel’in çizdiği vizyon da bu değil; Alman Dışişleri Bakanı AB çerçevesini ön plana sürüyor, daha bağımsız bir Almanya ve bu Almanya’nın başı çektiği, küresel meselelerde daha iddialı bir AB’yi tahayyül ediyor.
Bunun için ise ekonomik güç yeterli değil. ABD’nin dünyanın her köşesine askeri gücüyle uzanabildiği, Çin’in hızla savunma harcamalarını artırdığı, Japonya’nın ise anayasasını değiştirerek gerçek bir orduya sahip olmanın planlarını yaptığı bir dünyada yaşıyoruz. ABD’den bağımsız hareket edecek bir Almanya’nın (veya AB’nin) bu durumda kendi güvenliğini ABD’ye bağımlı kalmadan sağlayabiliyor olması gerekecek. Almanlar kamuoyu araştırmalarına göre buna yeşil ışık yaksalar da iş uygulamaya geldiğinde, daha büyük ve işlevsel bir orduya sahip olmak konusunda Almanların hissiyatının ne olacağı meçhul. Alman kültürü bu konuyu kolay benimsemeyecek; özellikle de ebeveynleri ve hatta kendileri İkinci Dünya Savaşı’nı görmüş olan Alman vatandaşları bu konuya pek sıcak yaklaşamayacaklardır.
Nitekim, geçtiğimiz seçimlerde iktidardaki Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) partisi, savunma harcamalarını ülke gayrisafi milli hasılasının (GSYİH) yüzde 2’sine yükseltmeyi önerdiğinde büyük tepki toplamıştı. Bu oran şu anda Almanya’da yüzde 1,2. Kıyaslama yapılacak olursa aynı oran, ABD’de yüzde 3,3, Rusya’da yüzde 5,3, Çin’de ve İngiltere’de yüzde 1,9, Fransa’da yüzde 2,3; dünya ortalaması ise yüzde 2,2.
Sigmar Gabriel, merkezinde ABD’den bağımsız hareket edebilen bir Almanya’nın olduğu daha iddialı bir AB görmek istiyor. Ancak bu konuda AB’nin diğer üyelerinin ne düşündüklerini sormak lazım. Brexit sonrası dönemde AB, bugüne değin hiç olmadığı kadar kendi içerisinde bölünmüş, farklı konularda görüş ayrılığına düşmüş durumda. AB projesinin yeniden canlanması için umutlar Macron-Merkel ikilisine bağlanmışken, Merkel’in de geleceği şu anda belirsizliğini koruyor. AB üyesi bazı ülkeler kendilerini ABD’ye daha yakın hissediyorlar, bazı ülkeler Gabriel’in yaklaşımını paylaşıyorlar, bazıları ise özellikle ekonomik anlamda dertlerine çareyi Çin’de arıyorlar. Böyle bir ortamda AB’nin geleceği için, güvenlik anlamında kendi başının çaresine bakabilen, daha iddialı, daha etkili bir yapının tüm paydaşlar tarafından arzu edilen bir hedef olduğunu, dolayısıyla AB’nin Gabriel’in gösterdiği yönde yekvücut ilerleyebileceğini ileri sürmek mümkün değil.
Güvenlik ve ekonomi ilişkileri belirleyici olacak
Almanya, güvenlik anlamında olduğu kadar ekonomik anlamda da ABD’ye bağımlı durumda. 2016 yılında toplam 1,34 trilyon dolarlık ihracat yapan Almanya’nın en büyük pazarı ABD idi. Yine ABD, Almanya’nın en fazla ithalat yaptığı dördüncü ülke. Atlantik’in öteki yakasından bakıldığında ise Almanya’nın ABD için en fazla ihracat yapılan altıncı, en fazla ithalat yapılan beşinci ülke olduğu görülüyor. İki ülke arasında yıllık 155 milyar dolarlık bir ticaret hacmi, bu ticaret hacminin ardında on binlerce ihracatçı, üretici, tüketici var.
Gabriel’in sözleri yaşadığımız dünyadaki değişime dikkat çekiyor. Bu dünyada hiçbir ülke, hiçbir aktör aynı kalmayacağı gibi Almanya da kalamaz. Yeni dönemde Transatlantik ittifakının zayıflayacağını, ABD’nin içine kapandığını, Almanya’nın ise buna karşılık daha bağımsız hareket edebilmek arzusunda olduğunu görüyoruz. Bu aslında kaçınılmaz bir süreç, ancak belirli sınırları var. ABD ve Almanya, bugünden yarına ilişkilerini kesemeyeceklerine göre, iki ülke arasında devam eden güvenlik ve ekonomi ilişkileri bu anlamda Almanya’nın ABD’nin konumundan bağımsız olarak hareket edebilme yetisi üzerinde belirleyici olacak.
Bu analiz Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde araştırma uzmanı Dr. Altay Atlı tarafından kaleme alınmıştır.