Ibrahim Al-Marashi | Al Jazeera | Tercüme: Mepa News
Ketaib Hizbullah ve Hareket el Nuceba milislerini de bünyesinde barındıran "Irak İslami Direnişi" adlı çatı örgüt, 28 Ocak Pazar günü Ürdün'ün kuzeydoğusunda, Suriye sınırı yakınlarındaki bir üsse insansız hava aracıyla düzenlenen ve üç ABD askeri personelinin ölümüne, 34'ünün de yaralanmasına yol açan saldırıyı üstlendi.
Saldırıyla ilgili medyada yer alan haberlerde, bu milislerin Ekim 2023'ten bu yana 66'sı Irak'ta, 98'i Suriye'de olmak üzere ABD askerlerine yönelik 165 saldırı düzenlediğinden defalarca bahsedildi. Saldırıyı bir bağlama oturtmaya yardımcı olsa da bu yanıltıcı bir rakamdır. Bu çatışma geçtiğimiz Ekim ayından çok daha önce başladı ve dolayısıyla ABD'nin bu milislerden gördüğü toplam saldırı sayısı aslında çok daha yüksek.
Aslında Pazar günkü insansız hava aracı saldırısı, ABD ile İran'a bağlı Iraklı Şii milisler arasında beş yılı aşkın bir süredir bölgede devam eden ilan edilmemiş savaşın sadece son bölümüydü.
Altı yıldan uzun bir süre önce, Ekim 2017'de, bu köşede yayınlanan bir makalede, ABD Başkanı Donald Trump'ın Kapsamlı Ortak Eylem Planı'ndan ya da "İran nükleer anlaşmasından" çekilme yönündeki tartışmalı kararının, İran destekli Iraklı milislerin Irak'taki ve bölgedeki ABD güçlerine yönelik saldırılarıyla sonuçlanacağını öngörmüştüm.
Saldırılar ABD'nin çekilmesinden kısa bir süre sonra başladı ve zamanla dikkatle yönetilen karşılıklı çatışmalara dönüştü. ABD'nin savunma sistemlerinin üstünlüğü ve son teknoloji ürünü insansız hava aracı cephaneliği, düşük yoğunluklu çatışmalarda az sayıda can kaybının sürekli olarak Irak tarafında olduğu anlamına geliyordu. Milisler tarafından ateşlenen füzelerin ve insansız hava araçlarının çoğu ABD güçleri tarafından kolayca engellendi ve imha edildi.
Bu saldırıların amacının yüksek sayıda ölüme neden olmak değil, Amerikan güçlerini taciz etmek olduğu açıktı. Aslında bu milisler büyük olasılıkla silahlarının Amerikan hava savunma sistemlerinden kaçabileceğini ve Amerikan kayıplarına neden olabileceğini düşünmüyorlardı.
Ancak Aralık 2019'da Ketaib Hizbullah'ın Irak'taki bir askeri tesise düzenlediği saldırı, ABD ordusu için tercüman olarak çalışan bir Amerikan vatandaşının ölümüyle sonuçlandı.
Bu tek kayıp, çatışmanın şimdiye kadarki en gergin bölümünü tetikledi. Trump Ocak 2020'de milislerin lideri Ebu Mehdi el-Mühendis'in yanı sıra İran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani'ye suikast düzenleyerek misilleme yaptı ve Üçüncü Dünya Savaşı'nın patlak vermek üzere olduğu korkusuna neden oldu.
Şimdi bir değil üç ABD'li kayıp var ve ABD ile İran destekli milisler arasında bölgede giderek yoğunlaşan çatışmalar göz önüne alındığında, ABD'nin Ürdün'deki güçlerine yönelik saldırıya uzun süredir devam eden çatışmayı kontrolden çıkaracak şekilde karşılık verebileceğine dair korkular bir kez daha artıyor.
Elbette Joe Biden Trump değil ve selefine kıyasla daha temkinli bir tepki vermesi bekleniyor. Ancak 2024 bir seçim yılı ve Biden yönetimi muazzam iç baskılarla karşı karşıya. Biden ne yapmaya karar verirse versin, İran'ın doğrudan hedef alınmasını ve hatta Tahran'ın bombalanmasını isteyen Cumhuriyetçileri tatmin etmeye yetmeyecektir.
Kasım ayında muhtemelen Biden'a karşı yarışacak olan Trump, Pazar günü Ürdün'de gerçekleşen ölümcül drone saldırısından Biden'ın "zayıflığını ve teslimiyetini" sorumlu tuttu.
Pazar günü bir sosyal medya paylaşımında "Ben Başkan olsaydım bu saldırı ASLA gerçekleşmezdi, bir şans bile olmazdı" diye yazdı ve ekledi:
"Tıpkı İran destekli Hamas'ın İsrail'e saldırısının asla gerçekleşmeyeceği, Ukrayna'daki savaşın asla olmayacağı ve şu anda tüm dünyada Barış'a sahip olacağımız gibi. Bunun yerine 3. Dünya Savaşının eşiğindeyiz."
Böyle bir provokasyonla karşı karşıya kalan Başkan Biden, kritik bir seçimin arifesinde zayıf görünmemek için sert adımlar atma ihtiyacı hissedebilir.
İran ise sözde "Direniş Ekseni"nin bölgede yükselişe geçtiği bir dönemde ABD ile sıcak çatışmaya girmekten kaçınmaya fazlasıyla hevesli görünüyor. Nitekim Hamas'ın 7 Ekim'de İsrail'e saldırması ve ardından İsrail'in Gazze'ye saldırması, Gazze'de Hamas, Lübnan'da Hizbullah, Yemen'de Husiler ve Irak'ta Ketaib Hizbullah ve Hareket el Nuceba arasındaki İran liderliğindeki ABD karşıtı ittifakı yeniden canlandırdı ve güçlendirdi. Dahası, Husiler Kızıldeniz deniz taşımacılığını ve dolayısıyla uluslararası ticareti kendileri için fazla bir sorun yaratmadan sekteye uğratabileceklerini göstererek İran'ın dünya sahnesindeki gücünü arttırdılar.
Tıpkı Husiler gibi Iraklı milisler de Ürdün'de ABD askerlerini öldürerek Washington'u küçük düşürmeyi başardıkları için muhtemelen keyif alıyor ve beklenmedik başarılarının “Direniş Ekseni" içindeki statülerini yükselteceğini umuyorlar. İran ise durumu çok daha farklı değerlendiriyor gibi görünüyor.
İran uzun zamandır vekil güçlerini, dikkatle yönetilen düşük yoğunluklu, düşük ölümcül vekalet çatışmasını ABD'ye karşı maliyetli bir topyekün doğrudan savaşa dönüştürebilecek eylemlerde bulunmaktan vazgeçiriyor.
Örneğin Lübnan'daki Hizbullah'ı Gazze'ye yönelik savaşı sırasında İsrail ile yüksek yoğunluklu bir çatışmaya girmeye zorlamadı. Dolayısıyla İran'ın Ürdün'deki üsse yapılan saldırının "başarısından" pek de memnun olmadığını ve gerilimin daha fazla tırmanmasını önlemeyi umduğunu varsaymak için nedenler mevcut.
Bugün Orta Doğu'da, İran ve ABD arasındaki vekalet savaşında, zaten çok sayıda sıcak çatışma ve krizle sarsılan bir bölge için son derece maliyetli olabilecek büyük bir tırmanma riski var.
Ancak bu tırmanma tehdidi İran'dan ya da yıllardır ABD hedeflerini çok az başarıyla vuran vekil güçlerden gelmiyor.
Tırmanma tehdidi, iç baskılar nedeniyle "şanslı" olan bir insansız hava aracı saldırısına aşırı tepki vererek tüm bölgeyi ateşe atabilecek olan ABD yönetiminden geliyor.
Kaynak: Mepa News