2011 yılında Esed rejimine karşı Suriye halkının geniş bir kesimi tarafından başlatılan halk devrimi, 2017 yılına gelindiğinde büyük meydan okumalarla karşı karşıya. Baskıcı bir rejime yönelik reform talebiyle başlayan gösteriler, rejimin gösterileri kanlı bir biçimde bastırmaya başlamasıyla farklı bir boyut kazanırken, ordudan ayrılan askerlerin oluşturduğu ÖSO'yla neşet eden rejim karşıtı silahlı mücadele, zaman içerisinde bölgesel ve küresel güçleri de içine çekecek bir boğuşmaya dönüştü. Modern zamanlarda yaşanan en büyük insani trajedilerden birine yol açan korkunç savaşta, rejim ve destekçilerinin sistemli işkence, katliam, hava bombardımanı, toplu tecavüz, yargısız infazlar v.b. binbir türlü ihlallerle insanlık onurunun ayaklar altına alındığı bir süreç, haklı gerekçelerle barışçıl taleplerde bulunan bir halkın üzerine boca edildi.
İkinci Dünya Savaşı'nın galipleri tarafından oluşturulan BM ve Soğuk Savaş süreci ve devamındaki gelişmelerle inşa edilen Yeni Dünya Düzeni dedikleri "uluslararası sistem", Suriye'de yaşanan savaşta tarihinin en utanç verici "işbirliğine" imza atarak, insanlık hafızasında ve vicdanında mahkum edilecek bir cürüme ortak oldu. Savaşın başından bu yana bağımsız gözlemci ve kaynaklarca ortaya konulan raporlar ve dosyalarda, insanlık suçu işlediği sayısız defalar belgelenen Esed rejimi ve destekçisi Rusya ve İran, bugün gelinen noktada ellerindeki kan ve yıkımla, uluslararası toplumun ve güçlerin onayını almanın "haklı gururunu" yaşıyor. Resmi rakamlara göre 500 bin civarında insanın ölümünden sorumlu olan, 24 milyon ülke nüfusunun 10 milyondan fazlasının ülke içi ve dışında mülteci konumuna düşmesinden, ülkedeki büyük şehirlerin tamamına yakının varil bombaları ve düzenli olarak yenilenen hava bombardımanlarıyla yok edilmesinden sorumlu olan bir diktatör ve destekçisi uluslararası savaş suçlusu konumundaki Rusya ve İran, 6 yıldır süren bu katliamın neticesinde, uluslararası toplum tarafından adeta "ödüllendirilmek" isteniyor.
Bu koronun uzun süredir ağızlarındaki bir bakla misali sakladıkları, çekingen ve sıkılgan bir tavırla söylemeye çalıştıkları; baskıcı bir rejime karşı itiraz etmenin bedelinin katliam, tecavüz, işkence, yıkım ve evlerinden sürülmek olduğunun tescili. Bu haliyle ABD başta olmak üzere batılı güçlerin Esed rejimine karşı "IŞİD'e karşı savaş" adı altında uzun süredir destek verdiği ve rejim ve destekçilerinin ilerleyişinde sağladıkları katkı, süreci takip eden herkes tarafından kabul görmekte. Dahası bu durum bizatihi ABD'li yetkililer tarafından da en üst düzey düzeyde dile getiriliyor. Zira son yapılan açıklamalarda, rejime karşı savaşan muhaliflerin silahlarını teslim etmesi ve savaştan çekilmesi, bizzat resmi makamlarca ABD destekli gruplara iletilmiş bulunuyor.
Herhangi bir ahlaki zeminin kalmadığı ve "terörizm ve IŞİD'le savaş" bahanesi adı altında bütün insanlık dışı suçların meşrulaştırıldığı bir zeminde, şimdiye kadar sahada rejime karşı savaşan muhalifleri bir şekilde destekleme eğilimi gösteren Türk Hükümeti, son dönemlerde girmiş olduğu yeni yolda bu tavrını yeniden gözden geçirmişe benziyor. Suriye'den ayrılmak zorunda kalan milyonlarca mülteciye kapılarını açan ve insani yardım olarak muhalif bölgelere temel ihtiyaçların ve tıbbi yardımın geçişine izin veren Türkiye Cumhuriyeti, sahada değişen dengelerle birlikte bu tavrını bir kenara bırakmış görünüyor.
Astana süreci
Suriyeli muhaliflerin Halep'i kaybetmesi, Türkiye'nin Fırat Kalkanı Operasyonu kapsamında el-Bab'a ulaşması ve savaştaki dengelerin IŞİD'in iyice gerilemesiyle farklı bir noktaya vardığı bir dönemde, 2017 Ocak ayında Kazakistan'ın başkenti Astana'da alternatif bir süreç başlatıldı. Daha önceleri "Cenevre" toplantıları denen ve sonuçsuz kalan, ABD'nin de dahil olduğu görüşmelerin ardından, Rusya, İran ve Türkiye'nin tertiplediği yeni bir süreç olarak Astana'da, muhaliflerin ortaya çıkan yeni durumda tabiri caizse "teslim olma" süreci başlatıldı.
Cenevre ve benzeri daha önceki insiyatiflerde de bu minvalde motivasyonlar merkezi bir role sahip olsa da, süreci yöneten aktörler bakımından Astana daha "somut" bir zemine oturuyordu. Çünkü Astana görüşmelerinde yer alan başta Rusya ve İran olmak üzere Türkiye de, sahada aktif olarak var olan güçlerdi. Bu haliyle söz konusu insiyatif daha somut bir zemine oturuyordu.
Türkiye'nin Suriye'deki "muhaliflerin destekçisi" profili savaşından başından beri sürekli dile getirilen bir olgu olarak ön plana çıktı. Süreç içerisinde Türkiye'nin başta ÖSO grupları olmak üzere bölgedeki belli muhalif gruplarla gerek siyasi, gerek ekonomik ve özellikle Fırat Kalkanı'yla başlayan süreçte askeri düzeyde organik bir ilişki geliştirdiği biliniyor. Bu haliyle muhalif grupların önemli bir kısmı üzerinde ciddi etkisi olan Türkiye'nin, bölgede muhaliflerce sevilmeyen ABD'nin aksine, "sözünü dinletebileceği" bir aktör olması, Astana Süreci'ne farklı bir anlam katıyor.
Görüşmeler ilk aşamada "çatışmasızlık bölgeleri" temelli bir strateji izlerken, bunu takip eden süreçte muhaliflerin "radikallerden arındırılması" ve devamında bu grupların hedef alınacağı ve geriye kalanların bir şekilde "rejimle uzlaştırılacağı" bir zeminin oluşturulmak istendiği anlaşılıyor.
Bu çerçevede, takip eden Mart, Mayıs ve Temmuz aylarında Astana'da tekrar bir araya gelen "garantör" ülkeler, bu insiyatifi daha somut hale getirecek adımlar atmayı sürdürdü. 14 Eylül 2017 tarihinde son kez bir araya gelen Rusya, İran ve Türkiye, son plan üzerinde anlaşarak, "İdlib ve çevresindeki muhalif bölgede planın somut olarak uygulanması" üzerinde anlaştı. Buna göre İdlib ve çevresinde Türk, Rus ve İran güçleri, belirlenen noktalara konuşlandırılacak ve burada yer alan "IŞİD ve El Kaide/El Nusra unsurlarını" hedef alacak. Sahadaki gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, bölgeye hakim olan muhalif grup "Heyeti Tahrir'uş Şam" grubu. Taraflarca "El Kaide/El Nusra" olarak nitelenen bu yapıya yönelik operasyonun ardından bölgede "uniter Suriye Arap Cumhuriyeti'nin" yeniden tesis edileceği, anlaşma metnine göre vurgulanıyor.
Buna göre Türkiye Cumhuriyeti, Suriye'de yaşanan savaşta taraf değiştirerek muhaliflere karşı Esed rejimi safına geçmiş görünüyor. Oldukça tutarsız bir görüntü oluşturan bu tablo, şimdiye kadar Türk Hükümeti'nin bölgede atmış olduğu adımları bütünüyle tersine çevirecek bir potansiyele sahip. Zira bölgede yer alan ve El Kaide bağlantısı iddiasıyla hedef alınmak istenen Tahrir'uş Şam, daha önce hedef alınan IŞİD'e göre önemli bir halk desteğine sahip. Bunun yanında şimdiye kadar Türkiye'ye karşı herhangi bir biçimde tehditte bulunmayan ve hasmane bir tutum göstermeyen muhalif yapının, yüz binlerce insanın katili olarak kabul göre Esed rejimi, Rusya ve İran'la birlikte hedef alınacak olması, meşruiyet zemini son derece kaygan. Bu haliyle ahlaki bir temele de oturmayan böylesi bir operasyon, kamuoyunda farklı komplo teorileriyle sunularak ısıtılmaya çalışılıyor. Yine burada hiçbir "garantisi" olmadığı halde Rusya ve İran'ın PKK'ya bağlı YPG kontrolünde bulunan Afrin'i kendilerine teslim edileceği "iyimserliği" ise, bölgeyi yakından takip eden kişilerce ciddiyetten oldukça uzak bulunuyor.
Rasyonel zeminin kaybı ve felaket senaryosu
Türk Devleti'nin temel çıkarları, jeo politiği ve jeo stratejisiyle büsbütün çelişen Astana Süreci ve devamında altına imza atılan metin, Türkiye'nin ve şimdiye kadar alışılagelmiş hükümetlerden farklı bir dış politika geliştirmeye çalışan Erdoğan liderliğindeki Ak Parti'nin ortaya koyduğu bütün paradigmayı alt üst edecek riskler barındırıyor. Her yönüyle Türkiye'yi yakından ilgilendiren Suriye'deki savaşta atılan bu adımla 180 derece bir dönüşün, gerek siyasi, gerek askeri, gerek hukuki gerekse ülkenin elde ettiği halklar nezdindeki imajı bakımında çok büyük olumsuzlukları beraberinde getireceği ve istenilen kazanımların elde edilmesi bir yana, şimdiye kadarki kazanımların da kaybedileceği bir duruma kapı aralanıyor.
Ortaya konulan metinle adeta "muhaliflerin teslimi ve Esed rejiminin restorasyonu" anlaşması olarak okunabilecek Astana Anlaşması, gerek iç, gerekse dış kamuoyunda oluşturacağı şok bakımından çok büyük sonuçları beraberinde getirme potansiyeline sahip. Mavi Marmara süreciyle ilgili Türk Hükümeti'nin ve Erdoğan'ın ortaya koyduğu tavrın yaratmış olduğu hayal kırıklığı hala tazeliğini korurken, bundan çok daha yoğun bir etkileşim ve kaynaşmanın yaşandığı Suriye meselesinde atılacak böylesi bir adım, duygusal ölçekte Erdoğan'ın yalnızca yurtdışındaki müslüman halklar nezdinde değil, kendi iç kamuoyunda da büyük bir kopuşu tetikleyebilir. Bu durum, telafisi olmayacak sonuçları, gerek iç siyasette, gerekse dış siyasette beraberinde getirecektir.
Bunun karşılığında elde edilecek tek kazanımın "ABD destekli PKK/PYD'ye karşı" Esed Rejimi'nin(Rusya, İran) hamlesi olarak düşünmek, şimdiye kadar Esed rejimi, Rusya ve İran'ın bölgede PKK meselesinde takındığı tavrı bütünüyle inkar etmenin yanında, kendisine inanan ve güvenen muhalifleri yüzüstü bırakmış olması itibariyle, Türkiye'nin gelecekte bölgede atacağı adımlar da ciddiyetini kaybedecektir. Bu haliyle Astana anlaşması, Türkiye'nin "kendini inkar anlaşması" olarak tarihe geçecektir.
Kaynak: Mepa News