Avrupa'nın dil, kültür inanç, ekonomi ve siyaset sistemlerini barındırması, en büyük ve en kanlı savaşlara sebep oldu. Dünyanın geri kalanını da olumsuz etkileyen bu şiddetli geçimsizlik nedeniyle yaşanan tüm acılar, Avrupalı halkları daha olgun ve hoşgörülü olmaya zorladı.
Avrupa Birliği'nin günümüzdeki halini alması 20.yy'ın başlarından itibaren askeri, ekonomik, fikri ve siyasi pek çok alanda atılan tohumların sonucu oldu.
Askeri tohumlar
Savaşlardan alınan dersler veya Sovyetler Birliği gibi ortak dış tehditlerin yarattığı askeri müttefiklikler son derece önemli rol oynadı. Ancak bunlar tek başına çıkar çatışmalarını ve yeni savaşları engellemeye yetemezdi.
Bir sistem kurulmak zorundaydı ve birliğin vizyoner kurucu babaları bu sistemi savaşın ham maddeleri olan kömür ve çelik etrafında oluşturmaya karar verdi.
Bu hammaddelerin üretimi çok uluslu -hatta uluslarüstü- bir yapı tarafından yönetilirse şeffaflık sayesinde karşılıklı güvensizlik azalacak ve ülkelerin savaşa tutuşması zorlaşacaktı.
Elbette bu noktaya bir anda gelinmedi. Birliğin kökleri 20.yy’ın ilk çeyreğinde yaşanan ekonomik bir takım sıkıntılara da uzanıyor.
Ekonomik tohumlar
Birinci Dünya Savaşı sonrası kaybeden taraflarla yapılan anlaşmalar başta Almanya olmak üzere ülke ekonomilerini ezmişti.
Yüksek devalüasyon yaşayan ve yiyecek ekmek bulmakta zorlanan bu ülkelerin borçları arttı, gururları kırıldı ve sonuç İkinci Dünya Savaşı oldu.
İki dünya savaşı arasında geçen süre zarfında yaşananlar da birliğin şekillenmesinde önemli gerekçeler oluşturdu. Şöyle ki;
Birinci Dünya Savaşı sonrası ticaretteki düşüş 1929 Wall Street iflasıyla sonuçlandı ve bu olayın yarattığı küresel kriz dünyadaki toplam üretimin yüzde 42 oranında düşmesine neden oldu.
Kriz sırasında ABD savaş tazminatlarını Almanya’dan talep edince Almanya para basmak zorunda kaldı. ABD ise değeri düşen Alman parasını kabul etmedi ve bu nedenle Almanya’da hiper enflasyon oluştu. Bunun sonucunda Avrupalı ülkeler de alacaklarını tahsil edemedi ve dünya ticaretinde yüzde 65’lik bir düşüş yaşandı.
Milyonlarca insanı aç ve işsiz bırakan bu buhran dönemi ortaya farklı bir anlayış çıkardı. Bu yeni yaklaşıma göre Almanya’dan para istemek yerine Almanya’ya ve diğer Avrupalı ülkelere önce kredi ve hibeler verilmesi kararlaştırıldı.
ABD, eğer Avrupa’nın alım gücü olmazsa ürettiklerinin elinde kalacağını ve bunun da malların aşırı ucuzlamasına yol açarak kendi üreticisinin zarara uğraması gibi kaçınılmaz sonuçlar doğuracağını fark etti. Doların aşırı değerlenmesi uluslararası ticarette tercih edilmemesine neden olabilirdi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası da yine benzer şekilde ekonomi devi olan ülkelerin alt yapıları harap oldu, çoğu şehir ulaşım yollarıyla birlikte enkaza döndü, çalışıp üretecek olan erkek nüfus azaldı ve ekonomileri yeniden canlandıracak olan sermaye borçlar ve tazminatlar nedeniyle tükendi.
Bu haldeki bir Avrupa yine en çok ABD’ye zarar veriyordu çünkü ABD’nin ürettiği malları almayı isteyebilecek kişiler nihayetinde Avrupalılardı.
1947'de Amerikan ordusu generali ve aynı zamanda dönemin Dışişleri Bakanı George Marshall, “Avrupa İyileştirme Programı” yani 'Marshall Yardımı' planını oluşturdu. Bu şekilde ABD'nin kendi ekonomik çıkarları kadar kıtada kısa ve orta vadeli birçok huzursuzluğun da giderilebileceği düşünüldü.
Kurumsal tohumlar
Marshall Yardımı’nın bir şartı vardı: Yardımı alacak ülkeler, tek bir organizasyon çatısı altında toplanabilmeli ve birlikte, kavga etmeden hareket etmeyi başarabilmeliydi.
Yardımı alabilmek adına ülkeler, 1948’de Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (OEEC) çatısı altında toplandı. Bu örgüt, 1961'de Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) adını alarak daha entegre şekilde yola devam etti. OEEC o güne kadar 15 AB üyesi ülkenin tamamının üye olduğu tarihteki ilk kuruluştu.
Avrupa'da birlikteliğin temelleri atılıyordu ve yapılması gereken tek şey, bu beraberliği olabildiğince güçlendirmek ve alanını genişletmekti. O tarihten sonra organizasyonlar ve kurumlar birbirini kovaladı.
1949'da siyasi diyalog için Strazburg'da Avrupa Konseyi kuruldu. Aynı yıl Rusya tehdidine karşı askeri birliktelik olarak NATO oluştu.
Fikri tohumlar
1951 yılında -bir 18. yüzyıl Avrupa filozofu olan Immanuel Kant’tan ilham almış- iki Fransız, Robert Schuman ve Jean Monnet, savaşsızlığın devamı ile demokrasi ve refahın sürdürülebilmesi için bir 'entegrasyon planı' ortaya koydular.
Kant’ın “Perpetual Peace” yani “Kalıcı Barış” adlı kuramına göre bahsi geçen kalıcı barışı oluşturacak ülkeler, her şeyden önce hukuk devleti olmalıydı ve demokrasi ile yönetilmeliydi.
İkinci olarak aralarında özgür iradeleriyle oluşturdukları eşitlikçi bir hukuk düzeni oluşmalıydı ve son olarak da aralarında serbest dolaşım ve ekonomik birliktelik bulunmalıydı.
İşte günümüzün AB’si bu kalıcı barış kuramının ete kemiğe bürünmüş halidir.
Kömür ve çelikten bir iskelet
Tüm bu nedenlerden ötürü Fransız Dışişleri Bakanı olan Schuman ve onun politik- ekonomik danışmanı Monnet, askeri ve ekonomik alanlarda beklentiyi karşılayacak bir entegrasyon planı ile geldiler: Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (ECSC).
Savaş için hayati olan bu hammaddelerin üretimi ve paylaşımı eğer ülkelerin ortak kontrolü ve işbirliği altında olursa barış ortamı kalıcı olabilir ve istikrarın sağladığı büyük ekonomik kazançlar elde edilebilirdi.
Önerinin kabul edilmesiyle ezeli rakipler Almanya ve Fransa'nın yanı sıra İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg Paris Antlaşması'nı imzaladı. O andan sonra hepsi sağlam ve hayati bir bağ ile bağlanmış oldu.
Tek Pazar ve Enerji
Elbette kurucu babalar orada durmak niyetinde değildi. İşin içine gümrük birliği ve nükleer enerji çalışmaları da sokulunca 1957'de Avrupa Ekonomik Topluluğu (ECC) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kuruldu. Böylece bugünkü AB'nin taslağı şekillenmeye başladı.
Siyasi bir birliğe doğru
Artık arkalarına yüzyılların birikimini, tecrübesini ve fikriyatını almış bu insanlar için hedef; hayatın her alanında daha fazla birliktelik ve bu birliktelikten doğan refah ve kalite standardıydı.
Bu konuda çalışanlardan biri olan Belçikalı Paul-Henri Spaak, Avrupa Ekonomik Topluluğu'nu 'Avrupa Topluluğu' (EC) olarak siyasal bir birlik haline getiren 1957 Roma Anlaşması’nı hazırladı.
Bu sırada başka kenetleyici organizasyonlar da kurulmaya devam etti. 1975'te Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın temelleri atılırken 1980’lere gelindiğinde, İtalyan siyasetçi Altiero Spinelli Avrupa Parlamentosu'na daha federal bir oluşum için tasarladığı ‘Avrupa Birliği’ yapısını önerdi.
Bu öneri 1984'te kabul gördü ve bunun ışığında 1986'da topluluk ‘Avrupa Tek Senedi’ adı verilen uygulamayla ortak pazar sistemini güçlendirildi ve derinleştirildi.
1992'de Maastricht Anlaşması ile siyasi anlamda ayrılamaz bir şekilde entegre olan, ortak para birimine geçmeyi kararlaştıran ve bugünkü adını alan Avrupa Birliği, takip eden 20 yılda da sırasıyla Amsterdam (1997), Nis (2001) ve Lizbon (2007) Antlaşmaları'na imza attı. Her bir yeni antlaşma bir öncekine göre daha entegre bir birlik oluşturdu.
Görüldüğü gibi Avrupa Birliği en kaba ve özet ifadesiyle; siyasi ve ekonomik bir geçim düzenidir.
Avrupa Birliği nasıl çalışır?
Avrupa Birliği, içinde 500 milyondan fazla insanın yaşadığı hem devletlerarası (intergovernmental) hem de devletlerüstü (supranational) çok uluslu bir oluşumdur.
27 üye ülkeden (İngiltere artık saymazsak) oluşan birliğin idare, denetim, temsil, yasama ve karar alma alanlarında oldukça karmaşık bir işleyişi var. Çok sayıda da kurumdan bahsetmek mümkün.
Avrupa Adalet Divanı, Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Havacılık Otoritesi, Avrupa Polis Teşkilatı...ve daha birçok benzeri oluşumları bir kenara koyarak özünde nasıl çalıştığını anlatmak istersek üç ana kurumdan söz ederiz: AB Konseyi, AB Komisyonu ve AB Parlamentosu.
AB Konseyi üye devletlerin liderlerinden, bakanlarından (Bakanlar Konseyi) ve bu devletlerin daimi temsilcilerinden (COREPER) oluşur.
Liderler tarafından 2,5 yıllığına seçilen bir daimi başkanı vardır ve her 6 ayda bir değişen dönem başkanlığı bulunur.
Dönem başkanlıklarını alan ülkeler kendilerinden bir önceki ve bir sonraki dönem başkanı ülkeler ile birlikte trilateral şekilde hareket eder ve böylece kurumun işleyişinde devamlılığın yanı sıra kurumun gündemine ve hedeflerine ilişkin yumuşak geçişler sağlanır.
Olağan şartlarda yılda dört kez gerçekleşen Konsey zirvelerinde liderler AB’nin orta ve uzun vadeli siyasi gündemi ve hedefleri üzerinde uzlaşmaya çalışırlar ancak gündelik veya kısa vadeli düzenlemelere ve süreçlere karışmazlar. Bunlarla Komisyon ve Parlamento ilgilenir.
Konsey’de çoğu alanda kararlar oybirliği ile alınmak zorundadır ancak bazı alanlarda Nitelikli Oy Çoğunluğu (QMV) yeterlidir. QMV için üye ülke sayısının yüzde 55'i ve AB nüfusunun yüzde 65’inin temsil ediliyor olması gerekir.
AB Komisyonu AB’nin motoru olarak da bilinir. Bu kurum siyasilerin belirlediği hedefler doğrultusunda gerekli teknik çalışmayı yapar ve düzenlemelere ilişkin taslakları hazırlar. Bu taslaklar üzerinde Parlamento ve Konsey daha sonra değişiklikler yapabilir.
Tüm Avrupa ülkelerinden 23 bin kişinin çalıştığı kuruma parlamentonun seçtiği kişi başkanlık eder. Ekibinde 7 başkan yardımcısı ve 20 komiser bulunur. Toplamda bu 27 kişinin her biri bir üye ülkeden gelir ve tümü parlamentodan onay alarak göreve başlar.
Başkan ile birlikte 28 kişilik bu ekip her hafta toplanır ve gündemlerini paylaşır. Bu grupta kararlar uzlaşma ile alınır ancak bir oylama gerekirse basit çoğunluk aranır.
Komisyon yasa taslağı önerebilecek tek kurumdur ve bu yasalar kabul edildiğinde üye ülkelerin bu yasalara uyup uymadığını kontrol eder ve gerekirse onları uymaya zorlar. Komisyon bunu Avrupa Adalet Divanı (ECJ) aracılığı ile yapar. ECJ’nin aldığı kararlar tüm üye ülkeler için bağlayıcıdır.
Komisyon ayrıca uluslararası arenada birliğin temsilciliğini yapar ve AB hükümeti olarak algılanır. Komisyon başkanı yaptığı ziyaretlerde devlet lideri protokolüne sahiptir.
AB Parlamentosu ise dünyanın en büyük uluslararası seçilmişler kurumudur. Her beş yılda bir seçilen 751 sandalyeli parlamentoda 1 başkan ve 14 başkan yardımcısı bulunur. Geri kalan sandalyeler üye ülkelerin nüfusuna orantılı şekilde dağılır.
Parlamenterler kendi ülkelerinde kendi vatandaşları tarafından seçilerek Avrupa Parlamentosu’na gönderilir ancak bu vekiller Parlamento içinde ülkelerine göre değil fikri ideolojilerine göre gruplara ayrılırlar.
Vekillerin parlamentoda ülkeleri adına değil ait oldukları ideolojik partilerin hedefleri doğrultusunda çalışmaları ve buna göre oy kullanmaları beklenir.
Parlamento işlevlerini üç farklı AB ülkesinde yürütür. Tüm idari işler Lüksemburg’da görülürken, her ayın üç haftası toplantılar ve komiteler Belçika’nın başkenti Brüksel’de yapılır. Son oylamaların yapıldığı genel oturumlar da ayın bir haftası Fransa’nın Strazburg şehrinde gerçekleşir.
Bu durum bürokratik ve pratik olarak sıkıntılara ve ek masraflara yol açsa da Fransa için ciddi bir gelir kapısı oluşturması bakımından Paris'in isteği doğrultusunda bu şekilde devam ediyor.
Parlamento Komisyon tarafından hazırlanan yasa taslaklarını inceleyerek onları kabul eder, reddeder veya onlara değişiklik önergeleri verir. Bu yasama alanlarının çoğunluğu için bu şekilde olsa da birkaç alanda Parlamento’nun onayına ihtiyaç duyulmaz. (Örneğin; rekabet yasaları, dış gümrük vergileri ve diğer bazı alanlar)
AB bütçesi Parlamento tarafından onaylamak zorundadır. Ayrıca her yıl bir önceki yıl yapılan harcamaların doğru kalemlere harcanıp harcanmadığı da yine Parlamento tarafından kontrol edilir. Parlamento ayrıca Komisyon hakkında güven oylaması yapabilir ve vekillerin üçte ikisi Komisyon başkanı ile tüm komiserleri görevden alabilir.
En son imzalanan Lizbon Antlaşması ile Parlamento diğer iki ana kurum ile neredeyse aynı seviyede öneme ve güce yükselmiştir.
Üyeler ve adaylar
AB'yi oluşturan üye devletler şunlardır: Almanya, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çekya, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsveç, İtalya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan.
Birliğe katılmayı bekleyen 6 aday ülke vardır bunlar: Arnavutluk, İzlanda, Makedonya, Karadağ, Sırbistan ve Türkiye'dir. Bosna-Hersek ve Kosova olası resmî adaylar olarak tanımlanmıştır.
İsviçre, İzlanda, Lihtenştayn ve Norveç gibi ülkeler katılabilecekleri halde birliğe katılmamayı tercih etmiştir ancak birliğin pek çok ekonomik ve yasal düzenlemelerine kısmen de olsa katılım gösterirler.
Bu ülkelerden İzlanda, Lihteştayn ve Norveç, Avrupa Ekonomik Alanı aracılığıyla ortak pazar düzenlemelerine katıldı. İsviçre de benzer iki-taraflı antlaşmalar aracılığıyla Avrupa Birliği ile ilişkiler kurmuş vaziyette. Örneğin Şengen'e dahil olmak gibi.
Avrupa'nın siyasal olarak tanınmış beş küçük devleti olan Andora, Lihtenştayn, Monako, San Marino ve Vatikan ile yürütülen ilişkiler de Euro'yu ortak para birimi olarak kullanmaktan ve bazı diğer ekonomik iş birliği çalışmaları yapmaktan oluşuyor.
Pratiği teorisi kadar iyi mi?
Teoride AB güçler ayrılığı prensibi ile işlemekte. Parlamento diğer iki ana güç olan Konsey ve Komisyon'un fazla güçlenmesini engellediği varsayılıyor. Komisyon dışında kurumlar yasa tasarısı hazırlayamıyor yani bu alana siyasetçiler değil teknokratlar hakim gibi görünüyor. Konseyin ise birçok alanda son sözü söyleyerek birliğin sonuca varmasını ve etkin şekilde işlemesini sağladığı düşünülüyor.
Ne var ki, Brüksel'deki kurumların Berlin ve Paris'te alınan kararların dışına pek çıkamadıkları biliniyor. 27 üy eülkeden oluşan birlikte en çok eleştirilen mesele birkaç büyük ülkenin AB üzerinde oldukça ciddi bir güce sahip olması ve hemen hemen her istediğini alması.
Bunun yanı sıra Brüksel'in hedefi uzlaşı içerisinde etkin ve doğru işleyen bir birlik olsa da pratikte tüm süreçler de oldukça yavaş işliyor ve tüm bu kurumlar birlikte düşünüldüğünde epey hantal bir yapı görüntüsü ortaya çıkıyor. Hem süreçlerin aldığı zaman hem de bu devasa kurumlara harcanan bütçe AB’nin en çok eleştirilen taraflarından bazıları.
Ayrıca dışilişkiler ve uluslararası meselelerde üyelerin çoğu zaman ortak bir tavır geliştirememesi ve geliştirilse bile reel politika için gerekli olan sert gücün bulunmaması birliğin en zayıf yönleri.
Çoğu zaman birlik, önemli meselelerde bir aktör olarak yer almaktansa sadece ekonomik yaptırımlar uygulamak veya yazılı açıklamalar yapmakla eleştiriliyor.
Birlik alanları ve üyelerine olan getirisi
AB sadece kurucu antlaşmalarda belirtilen alanlarda ortak politikalar belirleyebilir ve üye ülkeleri etkileyebilir. Bu alanların sayısı ve genişliği zamanla her yeni antlaşma ile artmıştır.
Bir zamanlar sadece kömür ve çelik alanlarında işbirliği ve uzlaşı anlamına gelen birlikte bugün çok az konu ortak politika alanı dışındadır. Eğitim, vergi ve bankacılık gibi son derece az sayıda kalan bu alanların yakın zamanda tamamen AB içerisinde ortak politika alanlarına dahil olacağı öngörülüyor.
En temel ve en önemli ortak politika alanları ise şunlardır: ticaret, tarım, ulaşım, balıkçılık, rekabet ile malların kişilerin ve sermayenin serbest dolaşımı.
Bu alanlar temel alındığında AB kurumları üye ülkelerin bütçelerinden para politikalarına, vize standartlarından çevre düzenlemelerine, tüketici haklarından yerel yönetimlerine kadar pek çok ulusal hükümranlık alanında etkilidir.
Bu nedenle de karar mekanizmalarında yer almak üye ülkenin nüfusu, ekonomisi veya ordusu ne boyutta olursa olsun çok büyük bir etki gücü yaratmakta.
Minik bir ada ülkesi olan Malta bile kıtayı, bölgeyi ve dünyayı etkileyecek önemli pek çok kararda veto hakkına sahip, gönderdiği komiser ile bir veya birkaç alandaki düzenlemeleri kontrol edebilen, uluslararası görüşmelerde ve antlaşmalarda masaya otururken arkasına Almanya'nın ve Fransa'nın gücünü alan, vatandaşlığı kıymetli hale gelen, pasaportu ile 27 ülkede iş kurulabilen, mülk alınabilenen, yaşanabilinen bir ülke haline geliyor.