Özet
Avrupa’daki Müslüman nüfusu 2. Dünya Savaşı'nın sona ermesinin ardından hızlı bir yükselişe geçti. 2015’teki göçmen krizi ile de daha büyük bir mesele haline geldi. Günümüzde Avrupa sınırları içinde 33 milyon Müslüman yaşamakta olup, bu sayı Avrupa’nın toplam nüfusunun %6’sına denk gelmektedir. Osmanlıların 1683’deki Viyana Kuşatması'ndan sonra İslam ilk defa Avrupa’nın kaderinde bu derece büyük bir role sahip oldu.
Ancak yine de istatistikler biraz yanıltıcı sayılır. İslam’ın son dönemde Avrupa’da sıcak bir siyasi mesele haline gelmesinin asıl nedeni Müslümanların sayısının artması değil, Müslüman nüfusun Avrupa’daki diğer demografik gruplara göre çok daha genç olması ve çok daha hızlı büyümesidir. Bu durumun sorumlusu kısmen göçmen dalgasıyken kısmen de Avrupa’da doğurganlık oranının çok fazla düşmesidir. Bu gidişat, hayat tarzı ve etkisi gittikçe sönen yerel halklarda korkuya neden olmaktadır. Bu korkunun diğer bir nedeni de göçmenlerin milli, etnik ve dini kimliklerinin en az bir kısmını muhafaza etme tutkusudur. Bu demografik değişiklikler Avrupa Birliğini dağıtacak türden iç fikir ayrılıklarını meydana getirirken aynı zamanda Avrupa’nın en güçlü ülkelerinin kendi içindeki siyasi dinamikleri yeniden tanımlamasına neden olmuştur. Avrupa’daki Müslümanların %45’i üç ülkede toplanmış durumdadır: Fransa (5.7 milyon), Almanya (5 milyon) ve İngiltere (4.1 milyon).
AB’nin, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin kaderi sınırları içindeki Müslümanları asimile edip edememesine göre şekillenecektir. Fransa, Almanya ve İngiltere en büyük Müslüman nüfusa ev sahipliği yaptığı için, bu çalışma söz konusu üç ülkenin karşı karşıya kalacağı zorluklar üzerine odaklanacaktır. Bütünleşme hususunun boyutunu tespit etmeye çalışırken, bunun ev sahibi ülkelere gelecekte karşılaşacakları iş gücü sıkıntısını gibi konularda ne gibi faydalar sağlayabileceğini işleyeceğiz. Ayrıca 18. yüzyıl Avrupası'nda Yahudi toplumların tarihine bakarak, Avrupalı Müslümanların bütünleşme sürecinin nasıl ilerleyeceğine dair ipuçları arayacağız. Şu ana kadar asimile olmayı reddeden Avrupalı Müslüman azınlık bizce ev sahibi ülkeler için bir sorun teşkil etmeye devam edecek, geriye kalan çoğunluk kısmın ise yeni evlerinde “kendilerine oldukları yere ait” hissetmeleri ihtimali biraz daha karmaşık bir konu halini alacaktır.
Sorunun doğası
Öncelikle şu uyarıyı yapalım: Avrupalı Müslüman toplumlara ait demografik verilerin işlenmesi zor ve bu veriler aynı zamanda da tutarsızlıklarla doludur. Mesela, Fransa ulusal istatistik verileri hazırlarken “din” ile alakalı teknik olarak herhangi bir çalışma yapmıyor zira Fransızların kendine özgün laiklik anlayışı buna müsaade etmemektedir. Pew, Fransa’daki Müslüman nüfusun oranının %9, Fransız düşünce kuruluşu Institut Monteigne ise %6 olduğunu savunmaktadır. Almanların din konusundaki verileri ise toplumun tarafından kabul gören dinler üzerine yoğunlaşmaktadır – Almanya’nın 2011’de yaptığı son nüfus sayımına göre Almanların %33’ü kendisini dini bir topluluğa bağlı görmüyor. Ayrıca sayımda, Müslümanlar için bir seçenek yoktu, Müslümanlar “diğerleri” seçeneğini işaretledi. Bu nedenle elimizdeki veriler meseleye bakış açımıza yararlı oldu ancak bize tam doğru bir resim çizme fırsatı vermedi.
Avrupa’daki Müslüman nüfusun artmaya başladığı ilk dönem 2. Dünya Savaşı sonrasında gelen ekonomik büyüme ve yeniden inşa periyodu olarak tanımlanan zaman aralığıdır. Batı Avrupa’nın her köşesinde vasıfsız işgücüne olan ihtiyaç hayati derecedeydi, her ne kadar bu ihtiyacın büyük bir kısmı doğru Avrupa’dan gelen göçmenlerle giderilmiş olsa da, çok sayıda Müslüman çalışmak için Avrupa’ya geldi. 1936’da Fransa’nın tüm nüfusunun %0.17’sine denk gelen sadece 70.000 Müslüman yaşıyordu. 1960’a gelindiğinde sayı 1 milyona ulaşırken, oran da %2’ye çıktı. 1960-1970 yılları arasında İngiltere’deki Müslüman nüfusu 105.000’den 668.000’e çıktı. Almanlara ait istatistikler belki de hepsi arasındaki en çarpıcı olanlar zira 1951’de ülkede 20.000 Müslüman varken, 1971’te bu sayı 1.2 milyona ulaştı.
Göçmenlerin etnik kökenleri ve milletleri, gidilen yere göre değişiklik gösteriyordu. Fransa sınırları içinde yaşayan Müslümanların çoğu, ülke tarafından 1830’dan 1962’ye kadar resmen bir sömürge olarak kullanılan Cezayir’den geldi. Günümüzde Fransa’daki Mülüsmanların %38’i Cezayir kökenlidir. İngiltere’ye gelen Müslüman göçmenlerin çoğu Britanya’nın Güney Asya’daki eski sömürgelerindendir: Günümüzde İngiltere’de yaşayan Müslümanların %50’si Pakistan veya Bangladeş kökenlidir. Almanya’nın rakiplerine nazaran, yabancı iş gücü elde edebileceği daha az sayıda sömürgesi olduğu için bu ülkeye olan Müslüman göçü Fransa ve İngiltere’ye olan göçlerden sonra gerçekleşmeye başladı. Bu nedenden dolayı da Almanların, ülkelerine gelen Müslümanları bütünleştirmeleri daha zor olmuştur. İngiltere ve Fransa gibi sömürgelerinden iş gücü göçüne müsaade etmek gibi bir şansı olmayan Almanya bunun yerine 1. Dünya Savaşı'nda aynı safta yer aldığı Türkiye’den bu ihtiyacını karşıladı. 1973 yılında Almanya’da yaşayan Müslümanların yarısından fazlası Türk'tü. Alman Federal İstatistik Ofisi'nin verilerine göre Türk asıllı Alman vatandaşlarının bugünkü sayısı 3 milyon civarındadır. (Bu sayı birçok kurum tarafından düşük olarak kabul edilmektedir.)
Bu dönemdeki Avrupa’ya Müslüman göçmeni akınının demografik yapısı da oldukça önemli bir husustur. 60’lı ve 70’li yıllarda Avrupa’ya gelen Müslümanların çoğu genç ve bekar erkeklerdi. Bu göçmenler, Avrupa ülkelerindeki iş gücü eksikliğinden yararlanıyordu ve kendilerine verilen işler genellikle elle yapılan ağır işlerdi. Bu durum başlarda bir sorun teşkil etmiyordu. Hatta, savaştan sonra Batu Avrupa ekonomisinin atılım yapmasına yardımcı olan göçmen gruplarının en büyüklerinden birisi Müslümanlar olarak görülüyordu. Ancak 70’lerin sonuna doğru ekonomik büyüme artık yavaşladı. İşten ilk çıkarılanlar, ailelerini ve evlerini geride bırakıp, daha fazla para kazanmak ve daha iyi bir hayat yaşamak için gelen yabancı işçiler ve göçmenler oldu. Batı Almanya’da devlet işsizlik oranlarını hesaplarken Türk işçileri yok saydı. Bu dönemde Türklere geri dönmeleri için baskı yapıldı. Ancak Avrupa’daki çoğu göçmen geri dönmek bir yana geçmişte kazandıkları paralarla ailelerini de Avrupa’ya getirdi.
Sonuç olarak ortaya Müslüman göçmenlerle, artık evimiz dedikleri ülkeler arasında derin bir kopukluk meydana geldi. Avrupa ülkeleri Müslümanları vasıfsız elemanlar olarak görüp küçümsedi. Akıllarındaki plan bu insanları kendi toplumlarına entegre etmek değil, onların emekleri üzerinden para kazanmaktı. Bu ülkelerin normal vatandaşlarının keyfini sürdüğü sosyal hareketlilik, Müslümanlar tarafından hiçbir zaman yaşanmadı. İlaveten, göçmenler küçükken içinde büyüdükleri dini çevre ve alışık oldukları siyasi kültürden çok farklı şekillerde hayatlarını sürdüren insanlar içinde evlerinden uzaktaydılar. Bu kötü durum ve insanın doğuştan gelen kendi benzerleriyle bir arada olma dürtüsü kaçınılmaz bir toplumsal ayrışmaya yol açtı. Bu ayrışma zoraki olduğu kadar aynı zamanda gönüllüydü. Müslüman göçmenler bulundukları yerde istenmiyor hissetti. Bu yüzden de kendi ortamlarını yarattılar, tamamen yerel halktan uzak Müslüman göçmenlerden oluşan büyük topluluklar da meydana geldi. Bu ise yerel halkın Müslümanlardan daha fazla şüphe duymasına ve onlara karşı daha saldırgan davranmasına neden oldu zira artık iş olanakları ekonomik büyümenin yavaşlaması nedeniyle kısıtlı hale gelmişti ve yerel halk ülkelerindeki işlerin kendilerine ait olduğunu düşünüyordu.
Bu dinamik, zamanla daha fazla Müslümanın bu sefer vasıfsız işçi olarak değil, şiddet ve fakirlikten kaçmak için Avrupa’ya göç etmesiyle daha da kötüleşti. İngiltere’nin Barınma, Topluluk ve Yerel Yönetimler Bakanlığı tarafından 2016 yılında yapılan bir araştırmaya göre, azınlıktaki bir din veya etnik grubun, çoğunlukta olduğu 42 bölge tespit edildi. Oranın en yüksek olduğu ilk 10 bölgenin 9’u Pakistanlı Müslümanların yaşadığı yerler oldu. Aynı raporda ayrıca, İngiltere’deki Müslümanların %16’sının ya hiç İngilizce konuşamadığı ya da çok az konuşabildiği, Müslümanların ardından gelen ikinci etnik grubun %8 ile Hindular olduğunu göstermektedir. Fransız Institut Montaigne’in verilerine göre Kuzey Afrika kökenliler arasından işsizlik oranı %30 civarındayken, ülkedeki ortalama işsizlik oranı %9.1’dir. Benzer durumlara Almanya’daki Türkler arasında da rastlanmaktadır. Almanya’daki işsizlik oranı %5.2 iken, Türkler arasındaki işsizlik oranı %16’lara ulaşmıştır.
Meselenin ilk bakışta çok kötü görünmesinin sebebi, Avrupalı Müslümanlar arasındaki doğurganlık oranının diğer dini ve etnik gruplara nazaran çok yüksek olması nedeniyle istatistiklerin “abartılı” olmasıdır. Pew’e göre, Müslüman hanımların kişi başına doğum oranı 2.9 çocuk iken, Müslüman olmayanların oranı 1.8-1.9 aralığındadır. Almanya’daki Müslüman hanımların doğurganlık oranı olan 2.9 aslında nüfusun idame ettirilmesi için gerekenden azdır ancak Müslüman olmayanlar arasındaki kadın başına 1.4 çocuk oranına göre çok daha iyi durumdadır. Avrupa’da Müslüman olmayanların ortalama doğurganlık oranı 1.6 çocuk civarındayken, Müslümanlarda bu oran 2.6’dır. Bu istatistiği, hala Müslüman ülkelerden Avrupa’ya doğru gerçekleşen göç akımı (2010’un ortalarından 2016’nın ortalarına kadar geçen zaman diliminde sadece Almanya 1 milyon Müslüman göçmen aldı, Angela Merkel’e bu konu hakkında birçok cenahtan baskı uygulanması üzerine göçmen alınımı durdurulmuştu) ile beraber düşünürsek Avrupa’daki Müslüman nüfusun büyüme oranının daha da saldırgan bir hale geleceğini tahmin etmek zor değildir.
Bu istatistiklere dayanarak, ünlü Fransız analizci Charles Gave, 2017 yılında yaptığı öngörüde 40 yıl içinde Müslümanların Fransa nüfusunun çoğunluğu haline geleceğini iddia etmişti. Ancak bu senaryonun gerçekleşmesi o kadar da mümkün değildir. Yine de bu uçuk senaryoyu gündeme getiren tek isim Gave olmadığı için onu bir nebze affedebiliriz. Ne de olsa, 2003 yılında yaptığı açıklamada Pew, 2020 yılına gelindiğinde Müslümanların Avrupa nüfusunun %10’una ve hatta korkulan olursa çok daha yüksek bir orana denk geleceğini söylemişti. 2018 yılında ise yine Pew’in kendi verilerine göre bu oran %6 civarındadır. Buna rağmen, önümüzdeki ana mesele hala çözüm beklemektedir: Müslümanlar, Avrupalı yerel halktan çok daha fazla çocuk yapıyor, onlardan çok daha gençler ama aynı zamanda çok daha fakirler. İngilitere’de vatandaşların ortalama yaşı 39 iken, Müslümanların ortalama yaşı 25’tir. Fransa’da Hristiyanların ortalama yaşı 53 iken, Müslümanların ortalama yaşı 35.8’dir. Avrupa’nın önümüzdeki yıllarda gittikçe daha fazla Müslümanlaşacağı kesindir ancak belli olmayan bunun ne ölçüde gerçekleşeceğidir.
Bütünleşme meselesi
Meseleye dair daha derin ve çoğu zaman sorulmayan bir diğer soru ise Avrupa’nın Müslüman nüfusunun büyümesinin neden bu derece tartışmalara yol açtığıdır. Müslümanlar Avrupa’daki tek azınlık değildir. Hem İngiltere (%3) hem de Fransa (%1.5) nüfuslarının belirli bir kısmını siyasi azınlıklar oluşturmaktadır. İngiltere, Almanya, Fransa’ya Hindistan, Vietnam, Çin ve diğer Asya ülkelerinden hatırı sayılır sayıda göçmen geldi. Avrupa’nın kendi içinde de göç hareketleri oldu. Mesela daha iyi iş olanakları için memleketlerinden ayrılan çok sayıda Polonyalı yine bu ülkelere gitti. Yine de bu ülkelerdeki Müslüman sayısı hala oldukça düşüktür. Pew’in araştırmasına göre eğer Avrupa ülkeleri göçmen alınımı politikalarını sertleştirirse, 2050 yılına gelindiğinde çoğu Avrupa ülkesindeki Müslüman nüfus oranı %10’dan fazla olmayacaktır. Bu durumun tek istisnası ise %12.7 ile Fransa'dır. Batı Avrupa ülkelerinin nüfusları Doğu Avrupa ülkelerinin ki kadar fazla bileşenden oluşmamaktadır. Ancak yine de, yakın bir zamanda gerçekleştirilen nüfus araştırmasına göre beyaz ırkın 2045 yılında toplam nüfusun %50’sinin altına gerileyeceği ancak hala en büyük etnik grup olmaya devam edeceği ABD gibi bir ülkeye kıyasla yine de içinde bulundurduğu etnik ve dini azınlık bileşenlerin sayısı o kadar da fazla değildir.
Müslüman nüfusun Avrupa devletleri için bir sorun teşkil etmesinin en önemli sebebi, bu topluluğun asimile olmaya yanaşmamasıdır. İslam bir din olarak fertlerinin nereden geldiğine veya nereli olduğuna bakmaz; İslam'ın üyesi olan her fert tek bir akide etrafında siyaset, kültürel normlar ve adalet hususlarında aynı düşünür. Müslüman olmayan veya dindar olmayan Müslüman kökenli göçmenler, tipik göçmen sorunları ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu sorunların en göze çarpanları, dil bariyeri, sıla hasreti ve hatta özledikleri bir tür yiyecektir. Haliyle bu sorunlar insanların İngiliz, Fransız veya Alman vatandaşlarından kendilerini tamamen farklı görmesine veya kendilerine farklı davranılması isteğine yol açmaz. Hatta, göçmenler bu ufak sorunlar nedeniyle bulundukları yere daha fazla “ait olma hissiyatı” için çaba sarf ederler. Ancak, Müslümanlar arasında, derdi “ait olmak” olmayan gruplar vardır. Tek istedikleri devletin dinlerine müdahale etmediği bir ortamda dini vecibelerini yerine getirmektir. Hatta gelmeden önceki Avrupa devletlerinin daha “özgür” olduğu düşünceleri, göç ettikleri yerlerdeki uygulama ile yerle bir olmakta ve Müslümanlar buna bir anlam verememektedir. İlaveten, Müslümanların gözünde Avrupa toplumu insanı yoldan çıkartıp, bozan bir etkidir. Bu yüzden de kendilerini kötü etkilerden korumak için olabildiğince ailelerini toplumdan uzak tutarlar.
Gerçekçi olmak gerekirse, söz konusu bu Müslümanlar, toplam Müslüman nüfusun çok azını oluşturmaktadır. Mesela, İngiltere’deki Müslümanların neredeyse yarısının doğum yeri İngiltere’dir. Daha ilgi çekici bir istatistik ise, İngiltere’deki Müslümanların “kendilerini güçlü bir şekilde İngiltere’ye ait hissetme” oranı %86’dır. Bir başka deyişle bütün ülke oranı olan %83’den dahi daha yüksektir. Müslümanların yüzde %78’i İngiliz yaşamıyla tamamen bütünleşmek istediklerini belirtmiştir. Bu oldukça yüksek bir oran ancak Londra için sorun teşkil eden geriye kalan %22’lik kısımdır. Aynı araştırmadan elde edilen bilgilere göre, İngiltere’nin bazı bölgelerinde şeriata göre hüküm veren mahkemelerin oluşturulması İngiltere Müslümanlarının %23’ü tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. %31’lik bir kısım çok eşliliğin yasal hale getirilmesi gerektiği yönünde görüş bildirmiştir. %32’lik bir kısım İslam peygamberiyle alay edenlere yönelik şiddete karşı çıkmayacağını söylemiştir. Hatta ve hatta %4’lük bir kesim de teröristler ve intihar bombacılarına sempati duyduklarını aktarmıştır.
Diğer bir deyişle, İngiltere sınırları içinde, İngiliz siyasi düşüncesinin temeli olan hukukun üstünlüğü ve konuşma özgürlüğü olgularını reddeden yaklaşık 800.000 Müslüman yaşamaktadır. İslami teröristlere sempati duyduğunu aktaranların %4 gibi ufak bir sayı olması bizi aldatmamalıdır zira bu 150.000 Müslüman demektir. Ülke çapında teröristlere sempati duyanların oranı %1 olduğu için bunun sadece Müslümanlara has bir sorun olduğunu düşünmek de doğru olmaz. Ortadaki büyük sorun ise, tüm toplumlar içinde radikal düşüncelere sahip insanların olması normal olarak kabul edilirken, Avrupa’daki Müslümanlar arasında bu tür düşüncelere sahip olanların oranının normal değerlerden çok yüksek olması ve bu toplumun değişime ve asimilasyona karşı gösterdiği büyük dirençtir. Bu durum, aslına bakıldığında kuyunun zehirlenmesi demektir. İngiltere’deki Müslümanların büyük çoğunluğu kendilerini ülkeleri üzerinden kimliklendiriyor ve yere toplumla bütünleşmek istiyor olsa da bu çoğunluğun adı, asimilasyona karşı koyan azınlık yüzünden kirlenmiş oluyor. İlaveten bu azınlık nedeniyle hasıl olan korku ve şüphe, önyargıları ve ayrımcılığı körüklüyor. Daha fazla önyargı ve ayrımcılığa maruz kalan Müslümanlar da bu nedenle daha fazla radikalleşiyor. Yani tüm durum adeta kısır bir döngüye girmiş durumdadır.
İngiltere’deki benzer bir tablo Fransa ve Almanya’da da mevcuttur. Institut Morgaine’in verilerine göre Fransa’daki Müslümanların %71’i laik Fransız devletini desteklerken, %29’u “dini hükümlerin Fransız devletinin hükümlerinin üzerinde olduğuna” inanmaktadır. Araştırmaya göre böyle düşünenler genellikle, gençler ve Fransa içinde dışlanmış muhitlerde yaşayan ve vasıfsız işlerde çalışanlardır. İngilitere’deki durum gibi Fransa’da da Müslümanların belirli bir kısmı Fransız siyasi değerlerini ve Fransız kültürünü reddetmektedir. Daha endişe verici bir durum ise, bu düşüncede olanların gençler arasındaki oranı %50’lerde iken, 40 yaşın üstündeki Müslümanlarda %20 olmasıdır. Yaşları ilerlediğinde bu genç Müslümanların daha ılımlı hale gelip gelmeyeceği ise çalışma yapılması gereken bir alandır.
Almanya’da ise tablo biraz daha belirsizdir zira ülke son üç yılda Suriye’den gelen büyük bir göç akımına maruz kaldı. Bu göçmenlerin Alman toplumu içinde asimile olmak için çok zamanı olmadığı gibi, ne ölçekte asimile olduklarının belirlenmesi için bu kısa süre içinde veri toplanması da sağlıklı olmayacaktır. Ancak 2015’de yapılan bir araştırmaya göre, Almanya’ya olan göçmen akınının hala başlamadığı bu dönemde, bağımsız Alman düşünce kuruluşu Bertelsmann Stiftung, o gün Almanya’da ikamet eden yaklaşık 4.7 milyon Müslümanın dörtte birinin ülkeye 2011’den sonra geldiğini ortaya çıkardı. Almanya’nın Müslüman göçmenlere kapılarını açmasının tarihi bir arka planı da var: Türk işçiler 60’lı yıllarda vasıfsız iş gücü sorununa bir çözüm olarak ülkeye davet edilmişti. Ancak yine de Almanlar da, tıpkı Fransızlar ve İngilizler gibi aslında bu Müslümanların hiçbirinin gelmesini istemedi. Müslümanlar ve diğer göçmenler Alman toplumunun bir parçası olarak kabul edilmedi ve Almanya Müslümanların (ve genel olarak bütün göçmenlerin) toplumla bütünleşmesi için çalışmaya 90’lı yıllarda başladı.
Gerçekten de, 2000’li yıllarda yasalarda yapılan reformlara kadar, çoğunluğu Türk olan, Müslüman göçmenler ve ailelerinin Alman vatandaşı olmaları engellendi. (Alman ulusal kimlik yasaları, Alman kökenlilerin diğer ırklardan üstün tutulduğu 1913 tarihli Wilhelm dönemine ait bir çalışmaya dayanıyordu.) Alman devleti her ne kadar ülkeyi göçmenler için daha iyi bir yer haline getirmek ve onları Alman toplumuyla bütünleştirmek adına son yıllarda kanunlarında iyileştirmeler yapmış olsa da, şu ana kadar bütün bunları ne ölçekte başarılı olduğu tartışmaya açıktır. Bertelsmann Stiftung’un araştırmalarına göre Almanya’daki Müslümanların %96’sı “Almanya ile bir bağı olduğunu” düşünmesine rağmen Almanya’da doğan Müslümanların dörtte birinin ilk dil olarak Almancayı öğrenmedi. ABD merkezli bir düşünce kuruluşu olan Migration Policy Institute (Göç Politikası Enstitüsü) tarafından yapılan araştırmalar, Almanya’daki Müslümanların Alman kurumlara üye olanlarının %50 oranında olmasının ve Alman eğitim kurumlarında eğitim alanlarının oranının %85 olmasının, bütünleşme çabalarının başarılı olmaya başladığını gösteren birer işaret olduğunu iddia etmektedir.
Bu konunun asıl ilgi çeken yanı ise, son derece farklı politik kurumlara, etnik mozaiğe sahip Müslüman topluluklara ev sahipliği yapan İngiltere ve Fransa’da da bu oranların birbirine çok yakın olmasıdır. Üç ülkede de Müslümanlar topluma asimile olarak herhangi bir vatandaş kadar İngiliz, Fransız ve Alman oluyor. Üstelik, ayrımcılık ve ülkenin diğer kesimlerinden daha kötü ekonomik koşullar altında bu kimliği benimsiyorlar. Aynı şekilde üç ülkede, belirli bir Müslüman kesim sadece asimile olmayı reddetmiyor aynı zamanda ülkenin vatandaşlık kimliğinden de kendini soyutluyor. Kadınların nasıl giyinmesinden, meşru gücün kimin elinden olmasına kadar birçok konuda İslam’ın gerektirdiklerini savunuyor. Üç ülkede de geçtiğimiz yıllarda İslami terörist saldırılar meydana geldi ve sonuç olan Müslümanlara olan güvesizlik arttı. Bu da Müslüman gençlerin kendilerini radikalleşmeye uygun bir balon içine almasına yol açan kısır bir döngüyü başlattı.
Tarihi bir karşılaştırma
Tarihi açıdan bakıldığında, Avrupalı Müslümanların karşılaştıkları zorluklarla mukayese edilebilecek tek topluluk 20.yüzyıldaki Yahudilerdir. Tıpkı Avrupa’daki Müslümanlar gibi, Yahudiler de bütün kıtaya yayılmış durumdaydı ve zaman zaman zulümden ve şiddetten kaçmak için yine Avrupa içindeki başka ülkelere kaçmak zorunda kaldılar. Bu iki grubun mukayese edilmesi birçok açıdan yanlış olup sağlıklı sonuçlar vermez ancak yine de aradaki büyük benzerliklerden dolayı yapılması gereklidir. Avrupa’daki Yahudiler bulundukları yerlerde yüzyıllardır yaşıyor. Özellikle de Batı Avrupa’da olanların durumu gayet iyidir. Avrupa’daki Müslümanların aksine, Avrupa’daki Yahudilerin çoğunluğu Doğu Avrupa ülkelerinde yaşıyordu. (Mesela 1933 yılında Polonya’nın nüfusunun %9’u Yahudi iken bu oran Almanya’da sadece %1’in altındaydı.) Farklılıklara rağmen, Avrupa’da yaşayan bir dini azınlık olarak Yahudilerin tecrübeleri bize İslam’ın Avrupa’daki geleceği hakkında bazı ipuçları vermektedir.
Avrupa’daki Yahudiler, kıtada yüzyıllardır hüküm süren çok uluslu monarşilerin yıkılıp yerlerine ulus devletlerin kurulduğu çalkantılı bir dönem atlattı. Her Yahudi içinde kaldığı ülkedeki duruma göre farklı tecrübeler yaşadı. Mesela dini bir topluluğa üye olmanın kanunla zorunlu olmadığı İngiltere’de yaşayanlar dini yaşantıları ile milli yaşantıları arasında çok büyük bir uyumsuzluk yaşamadı. Hatta, İngiliz Yahudilerin kurumları gelişim sürecinde Anglikan Kilisesini taklit etti. Bu taklit öylesine sıkı hayata geçirildi ki, Yahudiler İngiliz toplumunun bir parçası olmak için adeta birbirleriyle yarıştı.
Fransa’daki durum ise çok daha farklıydı. Fransız İhtilali'nden sonra, Ulusal Meclis ülkede yaşayan Yahudilere vatandaşlık verilip verilmemesini hararetli bir şekilde tartıştı ve şu ünlü açıklamayı yaptı; “Yahudiler bir millet olarak her şeyden mahrum bırakılmalı ancak birer birey olarak bütün haklardan yararlanmalıdır.” Fransız vatandaşı olmak için Yahudiler kapıdan girerken dinlerini dışarıda bırakmak zorunda kaldılar. Bu dönemden sonraki yüzyıllarda fazla bir değişiklik olmadığı söylenebilir.
Almanya bu konuda çok daha karmaşık bir vakaydı. 1871’den önce teknik olarak bir Almanya devleti yoktu ve yerel Yahudi toplulukları tabi oldukları Cermen devletlerle birçok farklı şekilde uğraşmak zorunda kaldı. Prusya’da, Prusya halkının teolojik görüşlerine karşıt bir tutum sergilememeleri ve Prusya devletinin mutlak otoritesini kabul etmeleri şartıyla eşit haklara sahip oldular. Bu “şart” fiili bir Yahudi reformasyonunun önünü açtı. Avrupa kıtası yüzyıllar boyunca farklı dini gruplar barındıran ve bu grupların liderlerine otorite tahsis eden devletlere şahitlik etti. Ancak ulus devlet olgusunun bir ateş gibi yayılması ve yeni meydana gelen ulusal Avrupa topluluklarının bu dini grupları kendilerine entegre etmeye tarzları çoğu dini toplulukta krizlere neden oldu ve Yahudiler de bu krizlerden payına düşeni tecrübe etti. Günümüzdeki üç ana Yahudi “mezhebi”, Yahudilerin bu yeni ortaya çıkan Avrupa’da iyi bir şekilde yaşayabilmesi için ne kadar taviz vermesi gerektiği ve geleneklerinden hangilerini muhafaza etmesi gerektiği üzerine bu dönemde yapılan tartışmalar sonucunda ortaya çıkmıştır.
Almanya Yahudiliğin reformu konusunda bir çekim merkezi oldu ancak aslında bütün Avrupa’da Yahudiler dinleri ve devletleri arasındaki ilişkileri farklı oranda da olsa yeniden şekillendirdi. (Mesela, Polonya Yahudi milliyetçiliğinin kalesi haline geldi ve Siyonizm'in doğuşuna tanıklık etti.) Çoğu Yahudi herhangi bir zorluk yaşanmadan Avrupa toplumlarına asimile oldu. Bazıları da kökten düşüncelerine sarıldı ve Avrupa modernliğinin yozlaştırıcı olarak tanımladıkları etkilerinden kendilerini korumak için kabuklarına çekildi. Sürecin sonunda ise bunların aslında hiçbir önemi yoktu. Ne yapılırsa yapılsın Avrupa’daki Yahudiler Avrupa toplumlarıyla gerçek manada bütünleşemedi. “Anti-semitizm" yani Yahudi karşıtlığı tabiri, o zamanlar yeni birleşmiş Almanya tarafından Yahudilere eşit haklar sağlanıldığı bir ortamda Alman bir cemiyet tarafından 1879’da ilk defa kullanıldı. Sonraki dönemde ise Yahudiler Hitler’in gücü ele geçirme sürecinde sürekli kullandığı bir günah keçisi haline geldiler. Sonuç olarak da Avrupa’daki Romenler ve siyasi muhalifler gibi geniş çaplı bir kıyımın hedefi oldular. (Yahudi karşıtlığı, sadece Almanya’ya has bir akım değildi. Naziler tarafından işgal edilen ülkeler arasında, Danimarka haricinde hiçbir ülke Yahudileri milli kardeşleri olarak savunmayı kabul etmemiştir.)
Avrupa’daki Müslümanlar da tıpkı 18.yy Avrupası'nın birçok ulusu içinde bulunduran imparatorlukları gibi özgürlükçülük ve milliyetçiliği reddeden ülkelerden geldi. Müslümanların Avrupa topluluklarıyla bütünleşememesinin en büyük nedenlerinden birisi de, İslam dininde yönetim ve dindarlık arasında kesin bir çizginin bulunmaması ve çoğu Müslüman devletin İslam’ın reforme edilmesinin önünü açacak ve sonuç olarak devlet ile dinin arasının tamamen ayrılmasını sağlayacak siyasi devrimleri tecrübe etmemiş olmasıdır. Bir Müslümanın asli kimliği ümmet olgusu üzerine kurulu olup, tabi olduğu devlet üzerinden tanımlanamaz. Aşiretler, aileler ve mezhepler – yani kişisel haklar ve anayasalar üzerine kurulu milletler değil – bu Müslüman göçmenlerin geldiği siyasi ortamlardaki ana güçtür. 18.yy Yahudilerinin yaptığı gibi, bugün İslam ve Batılı siyaset değerleri arasındaki çatışmanın geniş çaplı bir bütünleşme sağlanması amacıyla kurumsal dini bir reform hareketine dönüşme olasılığı yüksektir.
Bu bir gece olup bitecek, kolay bir süreç değildir. Ancak Müslümanların, bir taraftan dini inançlarına sahip çıkıp bir taraftan da yeni ulusal kimliklerine bürünme sürecine karşı nasıl bir tutum sergiledikleri hususunda derin ayrımlar bugün mevcuttur. Mesela, Britanya Müslüman Konseyi tarafından yayımlanan 134 sayfalık raporda, bir din adamı, Müslümanların yaşadıkları yerlerdeki insanlarla bütünleşmesinin aslında dini bir vecibe olduğuna dair bir çalışma yaptı. Kuran’dan alıntı yapan din adamı, “İslam insanlarla bütünleşmeyi ve insani ilişkileri, Allah’a ibadet etmenin önüne koyar” dedi. Hem Müslümanlar hem de içinde yaşadıkları ulus devletlerinin karşısındaki sorun, yapılacak reformlarla Müslümanların Avrupa topluluklarına daha iyi şekilde katılmalarının önü açılacak olsa dahi, bugüne kadar ne bir ülkenin ne de bir cemaatin böyle bir hamleyi başarılı kılacak bir formül üretememesidir. Avrupa’daki Müslümanların beşte biri asimile olmayı reddetmeye devam ettiği sürece, Müslümanlara karşı düşmanca tavır ve İslamcı saldırılar devam edecektir.
Meselenin iyi tarafı
Bu meselenin tek bir iyi tarafı vardır. Avrupa’daki Yahudi karşıtlığının yükselmesi ve 2.Dünya Savaşı sırasında yaşanan kabuslar, bu dönemden kısa bir süre önce yaşanan ekonomik krizin sonucuydu. 1.Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya’nın parçalanması, ardından gelen Büyük Buhran dönemi dünyayı bir anda, geçici bir süreliğine de olsa Karanlık Çağlara geri götürdü. Ayrımcılık genellikle ekonominin kötü gidişatının bir yan ürünü olarak zuhur eder ve Avrupa’daki Yahudiler bu süreçte kitleler için bariz bir hedef olmuştur: Hristiyanlıkla kanlı bir geçmişi olan, uzun yüzyıllardır milletler arasında ayrı bir dini azınlık olarak yaşayan ve "insanların sırtından zengin olan" (insanlar böyle düşünüyordu) bir topluluk. Bugün bu fikirleri reddetmek bize kolay gelebilir ancak 2.Dünya Savaşı öncesindeki dönemde bu fikirlerin ne derece çekici olduğunu reddetmek imkansızdır.
Avrupa’daki Müslümanlar kesinlikle zengin değildir. Aynı zamanda komşularından genel olarak daha gençtir. Bu durum önümüzdeki sürecin sonucuna etki edecektir. Müslüman göç akımının Avrupa’ya ilk gelişi, devam eden ekonomik gelişme nedeniyle vasıfsız iş gücü açığı nedeniyle oldu. Şimdi de, Avrupa ülkeleri yaşlanıyor ve nüfusları küçülüyor. Bu nedenle yakın gelecekte yeni bir iş gücü eksikliği ile karşı karşıya kalacaklar. Almanya şansölyesi Angela Merkel, uyguladığı göçmen politikası nedeniyle siyasi olarak büyük zarar gördü ancak Almanya’nın göçmen nüfusu mali bir uyarıcı etkisi yarattı. Oxford Economics tarafından yayımlanan bir rapora göre Almanya’daki göçmen dalgası GSMH’yı 2020 yılında tek başına %1 artıracak ve nüfus artışı enflasyon baskılarını düşürecektir. Almanya’nın daha ciddi olan sorunu ise, 2020 yılında 60 yaşın üstündeki Almanların sayısının, 30 yaşın altındakilerden daha fazla olacağı hususudur. Bünyesindeki Müslüman göçmenleri gerçek birer Alman ferdi haline getirmek Almanya’nın yaşlanma süreciyle olan mücadelesine inanılmaz bir katkı sağlayacaktır.
İngiltere ve Fransa nüfusları da yaşlanmaktadır ancak durumları Almanya’nınki kadar kötü değildir. Ancak yine de demografik etkenlerin sonuçlarına katlanmak zorundalar. Müslüman olmayanlar arasındaki doğum oranının son üç senedir düşüp, 2017’de 1.9’a gerilemesine rağmen tehlikenin en az olduğu ülke Fransa'dır. Aslına bakılırsa hem Fransa hem de İngiltere doğum oranı hususunda Avrupa ortalamasının üzerindedir. Gözden kaçırılmaması gereken nokta ise, İngiltere ve Fransa’daki Müslümanlar, Müslüman olmayanlara göre çok daha fazla çocuk yapmaktadır. Yüksek oranlarda üreyen Müslümanların asimile olmayı reddeden grup içinde olup olmadıklarını bilmek her ne kadar çok zor olsa da, geleneksel değerler, erken yaşta evlilik ve eğitim seviyesinin düşüklüğü gibi bu grup içinde sıkça rastlanan etkenlerin yüksek doğum oranlarına neden olduğu göz önüne alındığında, bunun olma ihtimali yüksek gibi görünmektedir.
Avrupa’nın yaşlanma süreci bir fırsatı da beraberinde getirmektedir. Toplulukların bütünleşmesi için ekonomik fırsatlar ve sosyal hareketlilik çok faydalı başlıklardır. Önümüzdeki yıllarda Avrupa’daki gençler için iş imkanları bol olacak, hatta öylesine bol olacak ki, Polonya devleti kadınlara daha fazla çocuk yapmaları için ücret ödüyor ve tarihi göçmenlere yapılan eziyetlerle dolu Almanya dahi genç insanları çekebilmek için yolunu değiştiriyor. İş imkanlarının bol olacak olması Müslümanların asimile olmasını garanti altına alıyor demek saçma olur ancak Müslümanlara artık kalifiye İngiliz,Fransız ve Almanların işlerini çalıyor gözüyle de bakılmayacak. 70’li yıllardan sonra ilk defa Avrupa devletleri açık bir şekilde göçmenleri davet ediyor ve Müslümanların toplumla bütünleşmesi için çaba sarf ediyor. Bu durum, Müslümanlara olan düşmanca tavrın azalmasına yardımcı olabilir. En azından, zaten hali hazırda bir sorun olan bütünleşme hususu ekonomik nedenlerden dolayı daha da büyümeyecek.
Durum basit bir şekilde özetlenebilir ancak bu özet çözümün hiç de kolay olmayacağını göstermektedir. Avrupa’daki Müslüman nüfus artmaktadır. Birçok Müslüman yaşadıkları toplum içinde asimile olmuş olsa da, Avrupa’daki Müslümanların beşte biri sadece asimile olmayı reddetmekle kalmayıp, aynı zamanda Batının siyasi ve kültürel değerlerine de karşı çıkmaktadır. Genellikle ekonomik şartlardaki eşitsizlik ve ayrımclık nedeniyle zuhur eden bu grup nedeniyle tüm Müslümanlara düşmanca ve şüpheyle yaklaşılıyor. Avrupa’daki en büyük Müslüman topluluklara ev sahipliği yapan İngiltere, Fransa ve Almanya Müslümanları toplumlarıyla bütünleştirmede başarısız olmuş ve bütün çabalarına rağmen ulus devlet olgusunun henüz tamamiyle sindirmeyi başaramadığı ümmet kavramı neticesinde İslam’ın bir üst kimlik olduğunu inananları bastıramamıştır. Avrupa yaşlanıyor ve bu durum genç ve görece olarak daha fakir olan Avrupa’daki Müslüman gençlik için ekonomik bir fırsat doğuracak. Bu fırsat, asimilasyon sürecine yardım edebilir. Yine de, Avrupa’nın dini azınlıklara olan tarihi yaklaşımı, istenilenlerin hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmeyeceğini ve Müslümanların bütünleşmesinin bir sorun olarak kalmaya devam edeceğine işaret ediyor.
Tercüme: Mepa News
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.