Avrupa 2008 krizinden beri kimliğini bu denli sorgulamamıştı. İki hafta süren Avrupa parlamentosu seçimlerinde tüm hükümet temsilcilerini ve siyasi güçleri sardı bu tartışma. Avrupa’ya ihtiyacımız var deniyor ama hangi Avrupa’ya? Egemenlikçi mi yoksa federalist mi? Hıristiyan kökenli ulusların Avrupa’sına mı yoksa kültürel çeşitliliğin Avrupa’sına mı?
Enformasyon ve ürün mübadelesinin küreselleşmesinden başlayıp, çetrefil bir mesele olan değerlerin evrenselleşmesi üzerinden akışı düzenleme ve denetleme örgütlerinin kürevileşmesine doğru dönüşümün uluslararası mekanda giderek artan hızından doğan arıza, Avrupa projesinin yerindeliğine yönelik kuşkuyu artırdı.
Başlangıçta, içeride barış ve refahı temin eden ve dışarıdan gelecek tehlikelere karşı bir blok oluşturan ekonomik ve politik bir dayanışma alanı olarak görülen Avrupa Topluluğu başlangıçtaki başarıları nedeniyle, özellikle Sovyet imparatorluğunun parçalanmasından bu tarafa, geçmişin istikbalin hayalini de içermesine lüzum olmayan ülkelerin çatısı altında bir araya gelmekte oldukları noktaya kadar gittikçe genişliyor.
Ne var ki adına artık Birlik dediğimiz işleyişi temin eden kurumsal üçgenin (Konsey, Parlamento ve Komisyon), yatıştırıcı iyi niyet beyanlarına rağmen, güçlü bir şekilde savrulma eğiliminde olan heterojen meşrulaştırma yöntemlerine dayalı oluşuna tanıklık ediyoruz.
Hep örtüşmeyen kararlar
Hükümet liderlerinin ulusal yetkisi ile parlamenterler ve güçlükle kimi zaman çelişen kararları birbirine uydurmaya çalışan komiserlerin görevi birbirinden farklıdır. Bu koşullar altında Avrupa Birliği’nin uluslararası arenada otoritesini kabul ettirme kapasitesinin mesafe kaydettiğine ilişkin kuşkuculuk şaşırtıcı değil.
Güçlü bir Avrupa’nın inşasını engelleyen çıkar çatışmasının ayrıntılarına girmek gerekmez. Fakat Brüksel otoritelerinin, çoğunlukla keyfi olduğu düşünülen ve teknokratik iktidarın doğasının bir ifadesi olduğu iddiasıyla inkar edilen hukuk normları tasarlamayı azalttığı bir dönemde, küreselleşmenin dayatmalarına karşı koymak amacıyla giderek içe kapanan ulusların tarihsel dayanışma üzerinden direnişe geçtiği yadsınamaz.
Sadece Parlamento, sırf varlık sebebi olan görevini yerine getirmek, ihtiva ettiği çeşitli milletlerin yazgısını aşan bir Avrupa’nın mevcudiyetini ilan etmek için ayak diriyor. Fakat yüzyıllar boyu birçok defa referansı değişmiş bu tür bir ihtarın somut etkisini kavramak kolay değildir.
Avrupa’nın kimliğine dair diskur belirli bir muhtevaya ulaşmadıkça inandırıcı olamaz. hiçbiri Bu kimliği tanımlamak üzere ileri sürülebilecek mevcut açıklamaların hiçbiri, esas itibariyle devingen bir gerçekliği sabitlemeye itirazdan kurtulamaz. Avrupa, doğa olaylarının düzeninde olduğu gibi verili bir realite değil, koskoca Asya kıtasının Avrupa adını almış küçük çıkıntısında meskun olanların (yerli halkın ve göçmenlerin veya mültecilerin) meydana getirdiği, insan (lar) eliyle inşa edilmiş bir yapıdır.
Bu Avrupa’nın realiteleri yok demek değildir. Ancak bu realitelerin tamamı, dönemsel iniş çıkışlara maruz kalarak, kah terk edilmiş (izler), kah halen muhafaza edilen (ata mirası kapasite-patrimonie), kah geleceğin teminatı olarak geliştirilmek üzere üstlenilip bir devirden diğerine aktarılmakta olan (gelenekler) gibi tarihsel başarımlardır.
Altı kırılma
Bunları Avrupa realitelerinde Avrupalı olup olmadığını tespit etmek üzere birbiriyle ilişkilendirdiğimizde, fikir ilkesi ve aksiyon ilkesini aynı anda barındıran (ki özgünlüğünün kavranılması isabetli olacaktır) belirli bir meşrep çıkar ortaya. Başka bir deyişle Avrupa fıtri bir genin değil, bilinçli bir davranışın ürünüdür.
Bu davranış, bir boğaya dönüşen Zeus’un, Girit adasına, ilk “Avrupalıları” doğursun diye, kaçırdığı Küçük Asya (Anadolu) krallarından birinin kızı Europa’ya rapt olma efsanesinde sembolik ifadesini bulan bir ayrılık jesti, bir ayrılık masalıdır (crise-kriz ve critique-kritik Eski Yunancadaki “krisis-separate” sözcüğünün türemiş halleridir).
Bu zeminden hareketle, sürekli dönüşerek adeta bir kimlik örgüsü inşa eden silsiledeki başlıca kırılmaları saptamayı deneyebiliriz:
1. Homer şiirlerinin kompozisyonunda, Hesiod’un verimli methiye çalışmasında, trajedinin gözler önüne serdiği nesil çatışmalarının aşırılığında, geleneksel bilgeliğin (sophia) bilgi yolunda ilerleme arzusu lehine felsefi terkedilişinde kendisini aksettiren, geçmişin ışığında bugünün yinelenen yorumuyla temin edilen yeniden üretimin (repetition) arkaik ilkesiyle bağın kopuşu.
2. Bin yıllık imparatorluklarını evrimsel bir hukuk düzeni üstüne kuran, Asyalı despotizme ve barbar istilalarına set çeken Romalıların doğasında mevcut değişmez düzenden kopuş. Bu yapının gönüllülük mantığı Avrupa halklarının ortak vicdanında derin izler bıraktı ve soğuk savaş tartışması gereğince yeniden keşfediliyor.
3. Musevilik ile Helenizmi kaynaştırarak, aşkın göksellik ve içkin hasımlık postulalarını uzlaştırmak üzere ilk defa tüm insanlığa aynı kurtuluş yolunu teklif eden Hıristiyanlığın teşvik ettiği kırılma. Roma İmparatorluğu’nun temelleri üzerine inşa edilen Evrensel Kilise (Katolik Kilisesi), dinsiz-putperest “uluslar”ı, kozmopolit bir avangart umuda, Kurtarıcı’yı bekleyişe, yeniden katılmaya davet ediyor.
4. Yunan ve Bizans elyazmalarının akını ve matbaanın icadı tarafından güdülenen önemli yeniliklerden biri olan İtalyan rönesansı, dogmatik gelenek tarafından anlamı sabitlenen kutsal metinlerin yan sıra, yazarının niyetine odaklı bir yorum tekniği gerektiren profan metinlerin değer kazanmasından meydana gelir. Bu durum, modern birey figürünü meydana getiren anlam kaynaklarının tarihsel incelenişine ön ayak olan “hümanist” hermenötiğe yol açtı.
5. Evrenin merkezindeki dünyayı yerinden eden ve eşyanın genel karışıklığına ilişkin huzursuz-ürkütücü perspektifi açan Kopernik devrimi sadece yeni bir kozmolojinin taslağını çizmekle kalmıyor aynı zamanda antropolojiyi yeniden temellendirilmeye zorluyor. Kurtuluşun (felah) doğrusal tarihinden mülhem ilerleme düşüncesi, yeryüzü ütopyasını gerçekleştirmek üzere, Eski Ahit’in “Gökyüzünün altında yeni bir şey yok” sözünü tasdik eden beşeri tecrübenin çevrimselliğine ilişkin tasavvur ile yer değiştirerek vücut bulmuştur nitekim.
6. Kültür dillerinin, araçsal veya anadile ait (Dante’nin Latince’den türeyen Toskana lehçesi gibi) iletişim biçimlerinin dönüm noktasında, eserlerin radikal bireyselliğinin onaylandığı toplumlarda, ulusal literatür bolluğunun oluşumuna katkıda bulunarak karşı konulamaz atılımı.
Avrupa kültürünün gelişim krizleri
Avrupa’nın yazgısı tüm boş (veya dondurulmuş) kimlik formlarından uzak durmaksa, açık bir biçimde kültürünün dinamik eğilimlerini programına almalı. Bilim, sanat ve dini oryantasyonlar tarihi aynı bereketli ayrılık prensibini, kritik farklılaşma ve özgürleştirici düşünüm prensibini tasvir ediyor. Bu bağlamda olasılıkla imparatorlukların dağılışının meydana getirdiği ulus devletlerin kaba formasyonu, barışçı rekabeti harekete geçirdiği kadar yıkıcı çatışmaları da tahrik eden olağanüstü bir imkan akışını serbest bırakarak muazzam bir sermaye meydana getirdi.
Hiç kuşkusuz rönesans kavramı Avrupa kültürünün gelişim krizlerini nitelemek için son derece elverişli bir kavramdır. Bu kavram, kendisine tevarüs edeni kritik bir diriltme üzerinden yeniden hayat bulur ve yeni ufukları keşfetmeye koyulur. Perspektifler ve sızıntı kanallarının bolluğu kendi olarak kalmasını engellemez. Çünkü bu yeniden dirilen (enkarne) ve uzay-zamansal konfigürasyonlardan biri ya da öbürü biçiminde olmayan bir hareket, bir akıştır.
Hiçbir dönemde, hiçbir ülkenin ve son derece güçlü bir nedenle ne hiçbir grup ne de hiçbir bireyin Avrupa ruhunun temsilcisi olduğu söylenemez. Yalnızca özgürlük atılımı, alışkanlıkların cenderesinden kurtularak, bilgiyi tazeler ve yeniden doğuş yolunu açar. Bir ayrılık jestinden doğan Avrupa olgusu, yalnızca kendisini yeniden icat edecek cürette olanlara aittir.