BM nasıl bir yapı, hangi egemenlerin hizmetine nasıl koşuluyor. İşte tüm bunların cevabı BM'nin kuruluşunda gizli. Birinci Dünya Savaşı’nın ülkeler üzerinde neden olduğu yıkım, barışı koruyacak uluslar üstü kurum arayışlarını beraberinde getirmişti. Ancak gerek 10 Ocak 1922’de kurulan Milletler Cemiyet, gerekse 24 Ekim 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler, küresel güçlerin tahakküm ihtirasları nedeniyle hayal edilen başarıyı gösteremedi.
Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedenleri başta Almanya olmak üzere, şartları ağır barış anlaşmalarına imza atmak zorunda kaldı. Bu anlaşmaların hazırlandığı yer Paris Barış Konferansı'ydı.
Paris'te, 25 Ocak 1919'da yapılan toplantıda; aynı zamanda uluslararası barışı koruyacak, güvenliği sağlayacak bir uluslar üstü yapının oluşturulmasına da karar verildi. Bu yapının adı Milletler Cemiyeti'ydi.
Bu doğrultuda bir komisyon kurulmasına karar verildi. Komisyonun hazırladığı sözleşme 28 Nisan 1919 tarihinde konferans genel kurulunda kabul edildi. Ve Milletler Cemiyeti 10 Ocak 1920'de resmen kuruldu. Örgütün merkezi Cenevre olmuştu.
Temel amaç, ülkeler arasındaki sorunları barışçıl yollarla çözmekti. 20 yıl süreyle varlığını sürdüren milletler cemiyeti tüm çabalara rağmen II. Dünya Savaşı'nın çıkmasını engelleyemedi. Milletler cemiyeti, II. Dünya savaşı'nın ardından 1946 yılında dağıldı.
CEMİYET NEDEN BAŞARISIZ OLDU
Milletler Cemiyeti dünya barışını korumak için kurulmuştu ancak örgüt bu amacına ulaşamadı. Dünya, 1939 yılında çok daha kanlı bir savaşa sürüklendi. Bunun başlıca nedeni, Milletler Cemiyeti'nin dünya halklarına adaletli bir yapı sunamamasıydı.
Milletler Cemiyeti’ni kuran sözleşmenin 22'inci maddesi, 19. yüzyıldaki sömürgeci düzenin devamına meşruiyet sağlıyordu. Buna göre Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığına kavuşan ve kendi kendilerini yönetme yeteneğinden yoksun halkların yaşadığı ülkelere, bir "Mandatör" seçilebilecekti.
KOLONİLEŞMENİN GARANTİSİ OLDU
Cemiyetin bir yandan insan haklarını korumaya çalışıp diğer yandan kolonileşme ve manda sisteminin garantisi durumunda olması çelişki yaratıyordu. Ayrıca cemiyetin ortaya attığı savaşı önleyici tedbirlerde boşluklar mevcuttu ve yaptırımlar yetersizdi. Önemli konularda oy birliği prensibinin uygulanması, politik ve hukuki sorunların çözümünü de engelliyordu.
1939'da Alman ordularının Polonya'yı işgali ile başlayan II. Dünya Savaşı, Milletler Cemiyeti'ni etkisizliğini tescilledi. Almanya'nın yeniden savaşa girmesinde, milletler cemiyeti'yle kurulan dünya düzenin sadece Birinci Dünya Savaşı'nın galiplerinin çıkarına hizmet etmesinin de payı büyüktü.
Amerika Birleşik Devletleri'nin de Milletler Cemiyeti'nden ayrılması, önemli bir uluslararası gücün yitirilmesine ve cemiyetin etkinliğinin iyice azalmasına neden oldu.
BM’NİN TEMELLERİNİ ATAN ATLANTİK BİLDİRİSİSİ
Milletler Cemiyeti’nin yerine alacak Birleşmiş Milletler’in adı ise ilk olarak ABD Başkanı Franklın D. Roosevelt tarafından II. Dünya Savaşı sırasında Almanya'ya karşı savaşan müttefik ülkeler için kullanılmıştı. Birleşmiş Milletler örgütünün kurulması çalışmaları da II. Dünya Savaşı sırasında, yine Roosevelt ile İngiltere Başbakanı Churchil'ın 14 Ağustos 1941 tarihli Atlantik bildirisi ile başladı.
Ve 1 Ocak 1942'de Sovyet, Amerikan ve İngiliz liderleri, Washington'da "Birleşmiş Milletler Bildirisi’ni imzaladılar. 1 Kasım 1943'de de Moskova Bildirisi’nin ABD, SSCB, Çin, İngiltere tarafından imzalanmasının ardından 3-11 Şubat 1943’deki Yalta Konferansı ile Birleşmiş Milletlerin kuruluş süreci belirlenmişti.
4 Şubat 1945 'te Churchill, Stalin ve Roosevelt'in bir araya geldiği Yalta Konferansı'nda, 1 Mart'a kadar Almanya ve Japonya'ya savaş ilan eden devletlerin San Francisco’da yapılacak konferansa katılmalarına ve Birleşmiş Milletler'e kurucu üye olabilmelerine karar veriliyordu.
Ve İkinci Dünya savaşı daha bitmeden Amerika Birleşik Devletlerinin önderliğinde, ülkeler arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırarak ileride meydana gelebilecek ve kendi güvenliklerini tehdit edebilecek bir savaşın önüne geçebilmek amacıyla birleşmiş milletler örgütünün kurulması fikrini gerçekleştirmek için harekete geçildi.
Ve bu amaçla 25 Nisan 1945 tarihinde San Francısco'da, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmeş ülkelerin katılımıyla bir konferans düzenlendi ve bu konferansta Birleşmiş Milletler’in kuruluş süreci tamamlandı. 26 Haziran 1945'te aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 51 ülke tarafından imzalananın Birleşmiş Milletler anlaşmasının 24 Ekim 1945'de yürürlüğe girmesiyle de Birleşmiş Milletler kuruldu.
Birleşmiş Milletler dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslar arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir işbirliği oluşturmak için kurulan uluslararası bir örgüt olarak 68 yıldır görev yapıyor. Birleşmiş Milletler "Adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş global bir kuruluş" olarak tanımlanıyor. Örgütün kurulduğu yıllarda 51 olan üye sayısı bugün 192'ye ulaşmış bulunuyor. Türkiye kurucu üyeler arasında yer alıyor.
DAİMİ ÜYELERİN İMTİYAZLILIĞI
Birleşmiş Milletler yönetimi New York'ta bulunan genel merkezinde yürütülüyor ve üye ülkelerle her yıl düzenli olarak yapılan toplantılar yine bu genel merkezde gerçekleştiriliyor. Örgütün yapısı idari olarak genel kurul, güvenlik konseyi, ekonomik ve sosyal konsey, yönetim konseyi, genel sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı’ndan oluşuyor. Bu yapıların başında genel kurul ve kurul tarafından seçilen Genel Sekreter yer alıyor.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Birleşmiş Milletler’in beş ana organından biri. Aynı zamanda tüm üye ülkelerin eşit olarak temsil edildiği tek organ. Ancak genel kurul kararlarının bağlayıcılığı yok. Küresel konularda nihai kararlar Güvenlik Konseyi'nde alınıyor. Örgütün yürütme organı niteliğindeki Güvenlik konseyi 15 ülkeden oluşuyor.
Bu üyelerden beşi veto yetkisine sahip daimi üye statüsünde. Bu ülkeler; Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, İngiltere ve Fransa. Güvenlik Konseyi'nin geçici üyeleri ise her iki yılda bir genel kurul'da yapılan seçimlerle belirleniyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin karar alabilmesi 15 üyeden 9'unun oyu gerekiyor. Ancak daimi üyelerden birinin bile veto hakkını kullanması karar alınmasını engelliyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin yapısı, son yıllarda örgütle ilgili artan eleştirilerin başında geliyor. Tartışmalar daha çok Konsey'in daimi üye sayısının artırılması ve oylama sisteminin değiştirilmesi yönünde. Şu an veto hakkına sahip ülkeler Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa.
Oylama sistemine göre Güvenlik Konseyi'nde 3'te 2 oy çokluğu gerekiyor. Ancak tüm üyeler kabul etse dahi tek bir daimi üyenin vetosu kararı düşürebiliyor. Bu durum tartışmaları da beraberinde getiriyor. Karar alma mekanizmasının demokratik olmadığı yönünde tepkilere yol açıyor.
Güvenlik konseyi'nin yapısının günümüz dünya dengelerini yansıtmadığı da en önemli eleştirilerden biri. Coğrafi konumlara göre bakıldığında Güvenlik Konseyi'nde sadece Avrupa, Amerika ve Asya kıtaları temsil ediliyor.
MÜSLÜMAN ÜLKELERİN VETO HAKKI YOK
Dini temsili baz alınırsa sadece Hıristiyanlar'ın ağırlıklı bir temsil hakkına sahip olduğu görülüyor. Ekonomik temelde bakıldığında da geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkeler temsilden uzak olduğu göze çarpıyor. Beş daimi üyenin ikinci dünya savaşı'nın ardından ortaya çıkan şartlara göre belirlendiğini savunan çevreler, Japonya, Almanya ve Brezilya gibi ülkelere de veto hakkına sahip daimi üye statüsü verilmesini istiyor.
Uzmanlar özellikle Almanya'nın Birleşmiş Milletler'e ekonomik destek sağlayan önemli ülkeler arasında yer aldığına dikkat çekiyor ve bütün Avrupa'nın ekonomik krizden çıkmak için bel bağladığı bir ülkenin Güvenlik Konseyi dışında tutulmasını eleştiriyor.
İkinci Dünya Savaşı'nın kaybedeni olduğu için konseyin dışında kalan Almanya'nın bugün uluslararası sistemin önemli bir aktörü olduğuna dikkat çeken uzmanlar, İran'ın nükleer programıyla ilgili müzakerelerde 5 daimi üyenin yanı sıra Almanya'nın da temsiline ihtiyaç duyulduğuna gönderme yapıyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin yapısı ve işleyiş şekline Ankara da tepkili. Başbakan Erdoğan Suriye ve Mısır konusunda Birleşmiş Milletler'in pasif tavrını eleştirerek, dünyanın beş ülkeden büyük olduğunu kaydetmişti. Erdoğan, ideolojik farklılıklarla sürekli tıkanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin reforma ihtiyacı olduğunu her fırsatta dile getiriyor.
Uluslararası kurum ve kuruluşların işleyişlerindeki adaletsiz yaklaşım tartışmalarının merkezinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geliyor. Konsey'in bugüne kadarki uygulamaları da tartışmaları alevlendiriyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açan olayların başında kuşkusuz Irak savaşı geliyor.
Amerika Birleşik Devletleri öncülüğündeki koalisyon güçleri, Güvenlik Konseyi'nden karar çıkmamasına rağmen, operasyona başladı ve savaş, Birleşmiş Milletler'in etkinliğine de gölge düşürdü.
2003 yılının şubat ayında, Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın Irak'la ilgili sunumunu yapmış ve Saddam Hüseyin'in elindeki kitle imha silahlarından söz ediyordu. Ancak Güvenlik Konseyi'ni savaşa ikna edememişti. Güvenlik Konseyi ikna olmasa da yaklaşık 1 ay Sonra Irak'ın işgali başlamıştı.
Dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan'ın yorumu bu durumda çok açık oldu: Savaş yasadışı. Savaşı önleyememiş olmak, Birleşmiş Milletler'in Amerika Birleşik Devletleri'ne söz geçiremediğinin de göstergesi oldu.
İşgalin ardından direnişçilerin Bağdat'taki Birleşmiş Milletler karargahını hedef aldığı saldırısı, belki de buna verilen bir tepkiydi. 2003 yılının ağustos ayında yapılan saldırıda örgütün Irak Temsilcisi Sergio Vieira de Mello da hayatını kaybetti. Saldırı Birleşmiş Milletler rejiminin Irak'ta iflas etmesi olarak yorumlandı. Colin Powell ise 2 yıl sonra güvenlik konseyi'nde yaptığı sunumun şüpheli istihbaratlara dayandığını itiraf etti.
RUANDA SOYKIRIMINDA BM’NİN ŞAİBELİ TUTUMU
Birleşmiş Milletler'in eleştirilere maruz kaldığı bir başka bölge ise Ruanda oldu. Tutularla Hutsiler arasındaki gerilimin doruk noktasına ulaştığı 1994 yılında bölgedeki Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nde görev yapan 10 Belçikalı asker öldürüldü.
Bunun üzerine Belçika hükümeti askerlerini çekme kararı aldı. Belçika'nın eski Başbakanı Guy Verhofstad, yıllar sonra mahkemede verdiği ifadede; "Eğer Belçika birlikleri orada kalsaydı, yüz binlerce kişinin hayatını kurtarabilirdi" sözleriyle yapılan büyük hatayı itiraf etti.
Zira Belçika askerleri toplu katliamların yaşandığı Ruanda'daki barış gücünün belkemiğini oluşturuyordu. Çekilmenin ardından iktidardaki Hutulara bağlı milis gruplar 3 ay içinde çoğunluğu Tutsi 800 bin kişiyi katletti. Soykırımdan Hutu rejimi sorumlu tutuldu.
Ancak askeri uzmanlar, "Birleşmiş Milletler gerekli önlemleri alsa ve güvenli bölgeler oluştursaydı can kaybı çok daha çok az olurdu" görüşünde birleşiyor.
BM’NİN KIBRIS TAVRI
Birleşmiş Milletleri prestij kaybına uğratan sorunlardan biri de Kıbrıs. Ada'ya 1964 yılında alınan bir kararla yerleştirilen BM Barış Gücü, Kıbrıs Barış Harekâtı’na kadar giden süreçte Türklere yönelik katliamların önüne geçemedi.
Birleşmiş Milletler Kıbrıs'ta Türklere yönelik baskıları önleyemediği gibi, 1974 yılından bu yana arabuluculuk yaptığı görüşmelerden bir sonuç çıkmasını da sağlayamadı. Tüm genel sekreterler sorunun çözümü için çeşitli planlar sundu, yol haritaları çıkardı.
Ancak taraflar ortak bir noktada bir türlü buluşturulamadı. Ne Perez de Cuellar'ın "Anlaşma Taslağı", ne Butros Gali'nin fikirler dizisi ne de Annan Planı soruna çözüm olabildi. Annan Planı'na "evet" diyen Türk tarafına uygulanan izolasyonlar da henüz son bulmuş değil.
Son olarak Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Mun, çözüm için zamanın daraldığını ancak taraflar arasında yapılan doğrudan müzakerelerde uluslararası bir toplantı düzenlemek için yeterli ve gerekli ilerlemenin sağlanmadığını açıklamıştı.
İSRAİL BM’YE MEYDAN OKUYOR
2009'un ilk günleri, Gazze’de ortalık yangın yeri. Filistin halkının üzerine bombalar yağıyor. İsrail ablukası nedeniyle bölgeye insani yardım ulaştırılamıyor. Hastanelerde yeterli tıbbi malzeme yok. Gıda sıkıntısı had safhada. İsrail jetlerinin hedeflerinden biri de Birleşmiş Milletler'e ait bir okul. Yaklaşık 40 kişinin can verdiği bir saldırı. İsrail'e Birleşmiş Milletler'e ait bir okulu vurma cesaretini verense yine Birleşmiş Milletler.
Güvenlik Konseyi'nin 1947 yılından bu yana İsrail'i kınadığı karar sayısı 70'e yakın. Ancak İsrail’e yaptırım sağlayabilecek 32 kararın tümü Amerika Birleşik Devletleri tarafından veto edilmiş durumda. Güvenlik Konseyi'nin, İsrail'in 1967 sınırlarına dönmesini öngören kararların üzerinden tam 45 yıl geçti. Ancak atılmış herhangi bir adım yok. Lahey'deki Uluslararası Adalet Divanı'nın aldığı karar da Batı Şeria'daki utanç duvarının inşasını engelleyemedi. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
İsrail'le ilgili uygulamaya konulamayan yaptırım kararları, küresel güçlerin denetimindeki Güvenlik Konseyi'ne ve dolayısıyla Birleşmiş Milletler'e olan güveni zedeliyor.
Birleşmiş Milletler'de İsrail-Filistin sorunu da her yıl geleneksel olarak ele alınıyor. Filistin'in temel sorunları olan mülteciler, Kudüs kenti ve sınırlar konusunda her yıl rutin olarak alınan kararlar bu zamana kadar hiçbir zaman uygulamaya geçirilmedi.
Filistinlilere yönelik insan hakları ihlalleri, ihraç edilen Filistinliler, yıkılan evler, gasp edilen topraklar, yasadışı yerleşim yerleri ve toplu cezalandırma politikaları da Filistinlilerin rutin olarak maruz kaldığı ve her yıl BM kararlarında eleştirilen politikalar arasında.
Rutin olarak alınan bu kararların ötesinde, İsrail'in komşularıyla yaşadığı çatışmalar da sürekli olarak BM gündemini meşgul etmeye devam ediyor. BM'den son 58 yılda çıkan kınama kararlarından 77'si İsrail'e karşı iken, Filistin'e karşı çıkan kınama karar yalnızca 1 tane. BM içinde İsrail politikalarını en geniş kapsamlı şekilde ele alan organ ise İnsan Hakları Konseyi.
Konseyin bugüne kadar İsrail'i kınayan kararlarının sayısı, diğer tüm devletlere yönelik alınan kınama kararlarından daha fazla. Nitekim İsrail yıllardır, İnsan Hakları Konseyi'ni İsrail'e yönelik taraflı davranmakla suçlamıştı.
İsrail'in 2 yılı aşkın bir süredir boykot ettiği BM İnsan Hakları Konseyi'ne geri dönüşünün yolu ise diğer ülkelerin diplomatik desteği ile ancak geçen ay gerçekleşebilmişti. İsrail'in halen BM Genel Tüzüğü'ne ve Cenevre Konvensiyonu'na karşı devam eden ihlalleri yaptırımsız kalıyor.
BM Genel Kurulu'nda alınan kararların herhangi bir bağlayıcı niteliği bulunmazken, bağlayıcı nitelikte olan Güvenlik Konseyi kararları ise bu zamana dek İsrail'i zor durumda bırakacağı durumlarda, daimi üyelerden olan ABD heyeti tarafından veto ediliyor.
ÜLKE VE DÖNEME GÖRE DEĞİŞEN YAPTIRIMLAR
Yapısı ve işleyişi sık sık tartışmalara neden olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin elinde bulunan silahlardan birsi de yaptırımlar. Yaptırım uygulanan ülkeye ve döneme göre farklılıklar göstermesi bu eleştirilerin temelini oluşturuyor.
Birleşmiş Milletler sistemine göre, Güvenlik Konseyi; barışın tehdit edildiği veya bozulduğunu ve saldırgan bir fiilin gerçekleştiğini belirlediği durumlarda yaptırım uygulanması kararı alabiliyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1990’a kadar ki 45 yıllık tarihinde yalnızca dört kez yaptırım rejimini uygulamaya koydu. Bu kararlar Zimbabwe, Güney Afrika, Kuzey Kore ve Haiti’ye karşı uygulandı. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra ise Güvenlik Konseyi 11’den fazla devlete karşı yaptırım kararı aldı.
1990'da Irak, 1991'de Yugoslavya, Libya, Somali ve Liberya, 1992'de Haiti ve Angola, 1994'te Raunda, 1996'da Sudan ve Burundi, 1997'de Sierra Leone, 1999'da Afganistan’daki, Taliban rejimi, 2000'de Eritre ve Etiyopya. Bu tablo; soğuk savaş sonrası dönemde, artan anlaşmazlıkların ve çatışmaların da etkisiyle ve ABD’nin tek süper güç olarak kalması nedeniyle güvenlik konseyi yaptırım kararı almaktan çekinmediğini gösteriyor.
Bu konuda konsey içerisinde ortaya çıkan farklı görüşler nedeniyle ortaya çıkan politikalar, sistemin adaletli işlemediği yorumlarına neden oluyor. Bunun son örneği Suriye konusunda yaşandı. Rusya ve Çin'in Şam yönetimine daha ılımlı bakmaları konseyin almayı planladığı kararların önüne geçti.
Yaptırımlar konusundaki tartışmalar hangi durumlarda uygulanacağı konusunda yoğunlaşıyor. Örneğin, Birleşmiş Milletler’in Irak’a uyguladığı yaptırımların gerekçesi Kuveyt’in işgaliydi. Fakat İsrail’in komşu ülkelerinin topraklarını işgal etmesi karşısında Güvenlik Konseyi yalnızca bu işgali kınamakla yetindi ve geri çekilme çağrısında bulundu.
ÇİFTE STANDART VE İNANDIRICILIK SORUNU
Uygulamada karşılaşılan bu çifte standart yaptırım kararlarının politik tutumların etkisinde kaldığını ortaya koyuyor. Bu olumsuz tablo yaptırımların uluslararası toplum nezdindeki ‘inandırıcılığını’ azaltırken, bu durum yaptırımların başarıya ulaşması için gerekli olan uluslararası desteği arkasına alamamasını beraberinde getiriyor.
Uluslararası destekten yoksun olan yaptırımlar bir de yanlış yöntemlerle uygulamaya konulunca başarısız bir dış politika aracı haline dönüşüyor. Yaptırım uygulanan ülkeyle yoğun ticari faaliyetleri olan ülkelerin bu yaptırım sonucu büyük ekonomik kayıplara uğraması yaptırımların olumsuz bir yanı.
Körfez Savaşı’nın başlangıcından günümüze kadar Irak’a uygulanan yaptırımlardan olumsuz yönde en çok etkilenen ülkelerden biri de Türkiye. Ankara, bu zararının karşılanması konusunda hem Birleşmiş Milletler hem de Amerikan hükümeti nezdinde girişimlerde bulunduysa da o dönemde bir sonuç alamamıştı.
Uygulanan yaptırımlar sonucu halkı iyiden iyiye fakirleşen Irak’tan Türkiye’ye yasa dışı göçler başlarken, bu durum Türkiye’yi zor durumda bıraktı. Amerika Birleşik Devletleri’nin soğuk savaş sonrasında uyguladığı politikalar, bu dönem öncesi elde ettiği etkinliğin büyük payı var.
Uluslararası yaptırımlar, soğuk savaş sonrası dönemde en çok başvurulan dış politika araçlarından biri haline geldi. ABD, Birleşmiş Milletler kararına dayansın ya da dayanmasın, çoğu ekonomik yaptırımlar olmak üzere çeşitli ülkelere yaptırımlar uyguladı.
Sadece 1993-1996 yılları arasında 35 ülke ABD’nin yaptırımlarına maruz kaldı. “Amerikan tarzı savaş” olarak nitelendirilen bu yeni tablo tamamen ABD'nin çıkarlarının korunması çizgisine oturdu. Peki bu yaptırımlar küresel barışın sağlanması konusunda ne kadar etkin oldu?
Bu sorunun yanıtı için İran ve Kuzey Kore örneklerine bakmak gerekiyor. Bu iki ülke yıllardır gerek ABD gerekse birleşmiş milletler tarafından uygulanan yaptırımlara maruz kalmış durumda. Fakat bu yaptırımlar iki ülkenin uluslararası topluma kazandırılması konusunda etkin bir rol oynayamadı.
ASİMETRİK SAVAŞ VE SAVAŞ ŞİRKETLERİ
Küreselleşme ile birlikte uluslararası güvenlik bağlamında uluslararası hukuku ilgilendiren en önemli gelişmelerden biri de, özel güvenlik ve askeri firmaların uluslararası alanda önemli bir aktör haline gelmesi oldu.
İki kutuplu uluslararası sistemi soğuk savaş döneminde ABD ve SSCB göreceli olarak istikrar içinde tutabiliyordu. Ancak bu yapının 90’ların başında sona ermesiyle oluşan güç boşluğu, dünyanın pek çok yerinde bölgesel ya da iç savaşların ortaya çıkmasına neden oldu.
Bu yeni dönemde klasik anlamda devletler arasında konvansiyonel ordular tarafından yapılan savaşlar form değiştirerek yerini asimetrik savaşlara bıraktı. Böylece zayıf devlet yapısına sahip pek çok hükümet, yeni ortaya çıkan özel savaş şirketlerinden faydalanmaya başladı.
Ortaya çıkan bu yeni süreç uluslararası çatışmaları düzenleyen uluslararası hukuki kuralların çiğnenmesine de neden oldu. 1949 Cenevre Sözleşmesi bu kuralların temelini oluşturuyor.
Uluslararası Ceza Hukuku, insan hakları hukuku ve iç hukuk alanlarında düzenlemeler bu şirketlerin faaliyetlerini denetim altına alınmasına yetmedi. Özel güvenlik ve askeri firmaları Irak'ta olduğu gibi çatışmalarda yoğun bir şekilde kullanan ABD, bağlayıcılığı olan uluslararası hukuk normları ile ilgili girişimleri engelledi.
Bu durum uluslararası güvenlik ve uluslararası hukuk açısından ciddi sorunların da yaşanmasına neden oldu. Gelecek dönemde küresel güçlerin, uluslararası hukukun gerekliliklerini yerine getirilmesini engellemeleri konusundaki tartışmaların temelinde, bu yeni sistem için getirilecek kurallar ön plana çıkacak.
Uluslararası ilişkilerin tarihi temelde iki büyük kuram üzerine kurulu. Realizm ve idealizm. Aslında bu iki görüş arasındaki ayrım felsefe tarihi kadar eski. Aralarındaki temel fark ise doğal yaşamı algılayış biçiminden başlıyor. Realist düşüncenin önemli temsilcilerinden İngiliz düşünür Thomas Hobbes, doğal yaşamı bir "kavga alanı" tanımlıyor.
Hobbes'ın 1651 yılında yazdığı "Leviathan" adlı kitapta, sürekli savaşların ve kaosun önüne geçilmesi için devletin mutlak güç olması gerektiğine vurgu yapıyor. Ancak uluslararası düzen dikkate alındığında, mutlak gücün kim olacağı tartışma konusu. Realistlere göre bu gücün olmadığı bir dünya bitmek bilmeyen bir çatışma alanı olarak tanımlanabilir.
Günümüz dünyasındaki "Süper Güç" ve "tek kutuplu dünya düzeni" gibi kavramların arka planında da bu realist düşünce var. İdealist yaklaşım ise doğal yaşamı bir çatışma alanı olarak tanımlayan realist düşünceyi reddediyor.
"Mutlak Güç" ile tanımlanan devlet kavramını ve uluslararası düzenin bir gücün mutlak hakimiyeti üzerine kurulmasına karşı çıkıyor. Zira idealistlere göre Hobbes'un tasavvur ettiği devlet zamanla büyüdü ve bireyleri korumak yerine "meşru" görülen bir tiranlığa dönüştü.
Aynı durum, küresel yapıya hükmeden güçler için de geçerli. Realist önermelere karşı çıkan idealizmin en önemli eserlerinden biri, Alman filozof Emanuel Kant'ın “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme” isimli eseri.
1795 yılında yayımlanın eserde yer alan maddeler, sürdürülebilir bir barışın şartlarını ortaya koyuyor. Kuşkusuz Alman filozofun "evrensel ahlak" anlayışından da izler taşıyor. Kant’a göre devletler içsel olarak özgür olup bir birlik ya da federasyon üzerinde anlaşmadıkları sürece ebedi barışa ulaşabilmek mümkün olmayacak.
Ancak bugün yaşadığımız dünyada ise ebedi barış düşüncesinin gerçekleştirilebilmesi için Kant’ın ileri sürdüğü şartların oluşması zor. Ebedi barış düşüncesi çoğu kez sadece bir ütopya olarak tanımlanıyor.
Bu görüşü doğrulayan ise küresel barışın sağlanması için kurulan Birleşmiş Milletler'in içinde bulunduğu durum ve dünyadaki krizler karşısında yaşadığı çaresizlik.
Hazırlayan: Kuzey Haber Ajansı