Brexit tartışmalarıyla çalkalanan İngiltere'de yeni başbakan Boris Johnson'ın önünde önemli süreçler duruyor. Bunlardan biri de şüphesiz İngiltere'nin Ortadoğu politikası. Independent gazetesinin Ortadoğu muhabiri olan gazeteci yazar Robert Fisk, Johnson ile ilgili bir yazı kaleme aldı. Yazı Independent Türkçe tarafından tercüme edildi.
*
Yaptığım hesaplamaya göre, geçen hafta en az 4 kez "sadece 5 dakika" beklemem söylendi. Arap dünyasında, herhangi bir görüşmenin ertelenmesini her zaman sadece 5 dakika beklemem gerektiği güvencesi takip eder. Ya da sadece 5 dakika sonra telefonla bana dönülecektir. Çok çok nadirense 10 dakika. Neredeyse hiçbir zaman bir dakika olmaz. Beş, Mısır'da daha çok, Lübnan ve Suriye'deyse görece daha az kullanılır. Hesaplarıma göre 43 yıl içinde, bu cümleyi neredeyse 9 bin kez duymuş olmalıyım, muhtemelen daha fazla.
Elbette bu cümle yüzde 99 yalan, her zerresi seçim zamanı bir Arap diktatörünün aldığı oy oranı ortalaması kadar büyük bir yalan. Ama ben her zaman -hala- inanıyorum. Bugün bile, Ortadoğu'da bir sekreterin odasında beklerken veya telefonuma bakarak kendi kendime "Pekala, sadece üç dakika sonra beni görecek veya bana telefon açacak" derim. Karşımdaki kişi bunu yapmaz. Yapmayacağını ben de biliyorum. Ancak inançsızlığın bilinçli olarak askıya alındığı durumlarda 5 dakikanın bir itimadının olması gerekir.
Bu yalan o kadar çok söylendi ki gerçeğin kendisinden daha gerçek bir hale geldi. Sevgili okur, henüz Brexit'ten bahsetmedim.
Birkaç kez bu "5 dakikanın" nereden geldiğini bulmaya çalıştım ve Mısırlı yaşlı bir ahbabım beni rahatlatmaya çalıştı. "19. yüzyıl sonlarında Mısır'a gelen bir sürü İngiliz subayla birlikte Hindistan'dan geldi" dedi. Bu memurlar yerel Araplara taleplerin/isteklerin/ricaların/sorunların "5 dakika" içinde çözülmesini söylerdi.
Görünen o ki suç bizimdi. Birkaç yıl önce Hindistan'dayken, Yeni Delhi'de Hint bir gazeteciyle tanıştım. O da bana, evet, Raj'ın uzak bölgelerindeki köy anlaşmazlıklarında davacılardan bunaldıklarında Bölge Komiserleri'nin bu ifadeyi kullandığını söyledi.
Bağımsızlık sonrası Hint kamu hizmeti -ve elbette sonradan bağımsızlaşmış Arap dünyasındaki herhangi bir memur- taleplerinin "sadece 5 dakika içinde" sağlanacağı yönündeki rahatlatıcı tavsiyesiyle (yerel veya yabancı) ziyaretçisinden sabırlı olmasını istemeyi sürdürdü.
Gerçek zamansa bir gün, bir hafta ya da kıyametin kopacağı ana kadar uzayabilir. Bir şey fark etmiyor, bunu söylediler ve söylüyorlar ve hala -ama hala- ben de masum biçimde inanmaya devam ediyorum. Gazeteci arkadaşıma Hintlerin İngilizce aksanını sorduğumda, bunun nedeninin ülkeye İngilizce öğreten erken dönem Galli misyonlerlere kadar gittiğini iddia ettiğini de eklemeliyim. "Hint İngilizcesi, Gallilerin İngilizcesine benzemiyor mu?" diye sordu. O zamandan beri bunu düşünüyorum.
Ancak “5 dakikayı” değil. Çünkü artık onun varlığını kabullendim. Duygusal olarak doğru, gerçekte ise palavra. Arap arkadaşlarımın şimdi Brexit çağında, İngiliz diplomasisi veya politikasıyla -ya da böyle bir kelime kullanmaya hala cesaret edebiliyorsak "devlet idaresiyle"- ilgilenmesi gibi.
Brexit'ten aşırı sıkılıyorlar çünkü birçoğu -azalan sayıdaki İngiliz gibi- gerçekleşeceğine inanmıyor. Ancak Araplar, mevcut Başbakan'ın -Muhafazakar partiden seçimle aldığı mantık dışı yetkiyi unutun- demek istediğini söylemediğini, söylediğiniyse demek istemediğini de biliyor. Bu durum geçmişe bakıldığında, geçen yüzyıldaki İngiliz Ortadoğu politikasını nasıl gördüklerini de tam olarak anlatıyor.
(Arthur Balfour ve 1917'de yazdığı belge)
1917 Balfour Deklarasyonu “sadece 5 dakika” güvenilirliğe sahipti. Sadece bir cümleden ibaretti. Filistin'de kurulacak Yahudi "Milli Vatanına" İngiliz Hükümeti'nin desteğini söz verirken, Arapların sivil ve dini haklarına zarar verecek hiçbir şey yapılmamasında diretiyordu. Ya da Dışişleri Bakanı'nın küçümseyerek adlandırdığı gibi "Yahudi olmayan mevcut topluluklara".
İlki doğru çıktı, ikincisiyse yalan. Yine de yıllarca -1948'de, Balfour'un neyi kime söz verdiğini umursamadıkları bir dönemde, Filistin'i küçük düşererek terk etmelerine kadar- İngilizler bu ikiyüzlülüklerini devam ettirdiler.
Bu bağlamda, yeni Başbakanımızın bu en aldatıcı, sahtekar ve utanç verici belgeye karşı tutumunu gözlemlemek eğiticidir. Boris Johnson, 2015'te Balfour Deklarasyonu'nu -neredeyse isabetli bir şekilde- "tuhaf" ve "trajikomik biçimde anlamsız" olarak nitelendirdi. "Dışişleri Bakanlığı saçmalığının zarif bir parçası" demişti. Ancak akabinde gerçekleştirdiği bir İsrail ziyaretinde -Boris Johnson artık Londra Belediye Başkanı'ydı ve İngiliz-İsrail ilişkilerinin karlı doğasının farkındaydı- tam tersini dile getirdi. Artık Balfour Deklarasyonu'nun "harika bir şey" olduğunu ve "büyük bir tarihi cereyanı aksettirdiğini" fark etmişti.
Artık açık ki bu iki ifadeden biri düzmeceydi. Ya Balfour'un sözleri -trajikomik veya başka bir nedenden dolayı- tutarsız ve tuhaftı ve Dışişleri Bakanlığı memurları dolandırıcıydı ("saçmalık") ya da Balfour, tek cümlesi dünya tarihinde bir dönüm noktası olan, faniler arasında yaşayan bir titandı.
Araplar bıkkınca iç çekti. İngilizlerden daha fazla bir şey beklemiyorlardı. Kendilerine her zaman yalan söylenmemiş miydi? İsrailliler de bu saçmalığa kanmadı. 20 yıldır tanıdığım İsrailli bir gazeteci, Johnson'ın sahtekarlığına işaret ettiğimde omuzlarını silkti. “Bu şeylerin değerinin ne olduğunu biliyoruz” dedi.
Şimdiyse artık çoğu İngiliz'in de Brexit hükümetini böyle değerlendirdiğini düşünmeyi yeğliyorum. Nasıl Boris Johnson bizim başbakanımız değilse artık hükümet de bizim hükümetimiz değil. Sadece yalanların -hatta 5 dakikalık yalanların- normal, kaçınılmaz, sıkıcı, donuk, yorucu ve böylece kabul edilebilir hale gelmesinden ibaret.
Feldmareşal/Cumhurbaşkanı Sisi'nin ülkenin demokratik biçimde seçilmiş tek cumhurbaşkanını devirmesinden, İslamcı muhaliflerini katletmesinden ve on binlerce siyasi mahkumu hapsetmesinden üç yıl sonra Mısır'a gerçekleştirdiği bir ticari ziyarette Boris Johnson, diktatörün Kahire'deki ofisinde İngiltere ve Mısır arasındaki "ikili bağların gücünü derinleştirmek" amacıyla keyifle sohbet ediyordu.
Johnson, İngiltere'nin Mısır'ın uzun zamandır dostu olduğunu açıkladı. “Biz Mısır'ın en büyük ekonomik ortağıyız ve terörizme, aşırıcı fikirlere karşı güçlü müttefikleriz." Mısır hapishanelerinde işkence çarkları dönerken ve 2011 devrimininin tüm aktivistleri son kişisine kadar hapse tıkılırken, Mısır her şeye rağmen "müttefiğimizdi".
Johnson'ın ekonomiyle ilgili sözleri elbette oyunu ortaya koydu. Tüm bunlar parayla ilgiliydi -ve Mısır'ın işkencecilerinden gelen istihbaratlar için duyulan şükrandan. Ancak biliyoruz ki kendisi için uygun olduğunda -Eden'in Nasır desteği bir gecede nasıl nefrete döndüyse aynı şekilde- Johnson, Sisi'yi de Washington'daki adamımızı savurduğu aynı otobüsün altına atacaktır. Hakikaten de külyutmaz biri olan Sisi, Johnson'la bir toplantısında, dönemin dışişleri bakanı sadece latife yaparken odayı terk ederek gerçekte hakkında ne düşündüğünü göstermişti.
Ancak bu acı olayın kayıtlara geçmesi bile hiçbir şey ifade etmiyor. Aslında, Boris Johnson hakkında yazmanın şimdiki sorunları kendisinin o kadar doğal, rahat ve mutlu bir yalancı olması ki -her bir yalanı birçok kez açığa çıkarılan, ifşa edilen, afişe olan ve şüphe kırıntılarının ötesinde ispatlanan tamamen sahtekar bir adam-, onun bu yalancılığının biz gazetecilerin "bayat hikaye" dediğimiz şey olmasıdır. Boris Johnson yalan mı söylüyor? Zaten biliyoruz -öyleyse bunda yazmaya değer yeni bir şey var mı?
Bu anlamda, Johnson hakkında yazmak bir bakıma, Trump benzeri bir delilikten muzdarip olmakla beraber tuhaf karakterinin bir parçası haline gelen -Birleşmiş Milletler'de başının üzerinde beliren mübarek bulut ve dünyanın nasıl Ahmedinejadlaştığı hakkında- sürekli açıklamalarıyla İran'ın eski Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad hakkında yazmaya benziyor.
Daha meşum alanlara girdiğinde -örneğin Yahudi Soykırımı'nın varlığını sorguladığında- kendisini tabii ki çok ciddiye aldık. Fakat uydurduğu hikayeler "bunda yazacak yeni ne var?" kategorisine giriyordu .
Benzer bir şekilde, İngiltere Başbakanı'nın büsbütün güvenilmezliği -gerçeğe yönelik ihaneti- şimdi de onun şaklabanlığında kayboluyor. Gerçeğe olan saygısızlığı, kamuoyundaki imajı olan şaklabanlığının bir parçası, bir bütünüdür ancak bu, onun İngiliz halkına asıl hakaretini örtüyor.
Bunu Mısır, Suriye, Suudi Arabistan diktatörleriyle Irak ve Libya'nın eski tiranlarına da uygulayabilirsiniz. Beş yıllık planları, seçim zaferleri ve "Siyonizmi" yok etme sözleri -kendi biyolojik çocuklarını sıradaki diktatörler olarak yetiştirirken halka olan "sevgilerinden" söz etmeye gerek bile yok- saçma sapan, sahte ve gerçek dışıdır.
Ama uzunca zamandır buna alışagelmiştik. Karşılıklı düşmanlıkları sebebiyle Arap diktatörleri kendi gazetelerinin karikatüristlerini birbirlerini şaklabanlar şeklinde karikatürize etmeleri yönünde cesaretlendirirdi -Batılı karikatüristler de genelde Arap liderlerinin benzer aşağılayıcı resimlerini çizerdi.
Boris Johnson, bazı yönlerden, bir sepet dolusu Arap otokrattan çok daha tehlikeli bir adam. Evet, günümüz siyasetini II. Dünya Savaşı'yla kıyaslayan kolaycı klişeye her zaman karşı çıkarım. Saddam “Dicle'nin Hitler'i” değildi. Trump da Nazi değil. Faşist panteonda, eylemlerinde yeni İngiliz “hükümetimize” en ufak bir paralel bulabileceğimiz biri varsa, bu Mussolini'dir.
İtalya'daki politik dirilişi (doğduğu kasabada satılan Il Duce büstleri, turistlerin mezarını ziyaret etmelerine izin verilmesi) onun şaklaban karakterine çok şey borçludur. Mussollini'nin zalim anti-semitizmini, ve Yahudilere Hitlerci bakış açısından epeyce sönük kalacak zulmünü ve Etiyopyalılara karşı ırksal katliamını göz ardı etme pahasına, Nazilerle İtalya arasındaki grotesk müttefikliğin hafif tarafına bakacak olursanız aşırı kötü üniformalarıyla, Roma İmparatorluğunu yeniden yaratma yolundaki beceriksiz girişimleriyle, kalabalık önündeki çalım ve palavralarıyla dalga geçebilirsiniz.
Yine de, artık Bakanlar Kurulunda sandalye sahibi olan Jacob Rees-Mogg'un ufak bir dil temizliğini yaptığını okuyunca inceden asabım bozuldu. Görünüşe göre, klişe ve yanlış adlandırmaları -"devam eden", "elde edilen", "aslı öğrenilen", "amaca uygun" vb- silme arzusu eksantrik olabilir ancak faşistliği epeyce zorlama. Tek dileğim, yasaklı ifadeler listesine benim nefret ettiğim bazı sözleri de eklemesi - "anlatıcı", "boşluk", "devam et".
Ancak Mussolini'nin de iktidardaki son günlerinde dilbilimsel bir temizlik yaptığını da biliyorum. Musso'nun "gelenek reformu" kapsamında İtalyanca voi -gayriresmi ve görece güven ifade eden 'sen' (Türkçe'deki 'siz'in karşılığı ç.n.)-, resmi İtalyancada lei'nin -resmi ve muhtemelen aşırı nazik 'sen'in- yerini alıyordu.
Daha ciddi olansa, tıpkı İngilizcedeki "kabul görmüş" diye adlandırılan lehçe gibi İtalyanca bir lehçeyi temel alıp herkesin bunu konuşmasını şart koşarak diğer lehçelerin kullanımını yasaklamasıydı. Standart İtalyanca, devletin tüm vatandaşlarının birbirini anlayabilmesi anlamına geliyordu. Belfast aksanıyla konuşan herkesin Cornwall ya da Kent'tekiler tarafından anlaşılabilmesinin ne kadar kolay olacağını düşünün. Kitlelerin, üst sınıfın Eton aksanıyla konuşmasını sağlayın ve her şey netliğe kavuşsun.
Çok daha kaygı verici olan şeyse -II. Dünya Savaşı'nı Johnson'un fantezi dünyasına biraz daha yaklaştırırsak- meşum savaş kabinesinin şimdi sözüm ona durduğu yerde zemin kazanmasıdır. Başbakan'ın yaşadığı sanal Churchill dünyasında, kahramanı gibi o da bir “Savaş Kabinesi” yarattı. Bu oyunculuk şüphesiz Johnson'ın sahte Churchill'ine ilham kaynağı oldu. Churchill -gerçek Churchill- gerçekten de bir savaş kabinesi yaratmıştı. Fakat bunun nedeni gerçek bir savaşla karşı karşıya olmasıydı, AB değildi.
Tabii ki Johnson gibi o da seçilmiş bir Başbakan değildi: Başbakanlık görevine gelme sebebi Chamberlain'in Avam Kamarası'ndaki güven oyunda sadece utanç verici bir oy alması ve Hitler'in Avrupa'daki zaferi nedeniyle İngiltere'nin ulusal bir acil durumla yüzleşmesiydi. Churchill iktidara sadece, İşçi Partisi'ni de içeren bir ulusal birlik hükümeti kurabildiği için geldi. Johnson'ın savaş kabinesi kendi başbakanlarının yarattığı ulusal acil durumla yüzleşmek durumunda -ve siyasi muhalefetin yardımı olmaksızın.
Burada da yine Araplarla paralellikler var. Ne zaman Arap liderleri - diktatörler, otokratlar, tiranlar ya da “güçlü adamlar” -çözülemez bir sorunla karşı karşıya kalsalar, krizi ele almak için “acil durum komiteleri” oluşturur. Bu komiteler hiçbir şey elde etmiyor -bir şey elde etme niyetinde de değiller- ancak kitleler için bir devlet gücü ve eylemi görüntüsü sağlıyorlar.
Benzer şekilde, Arap liderler eylemlerini daima İsrail'le “savaş halinde” oldukları gerekçesiyle haklı gösterir. Burada da laf kalabalıklarıyla uğraşırlar. Sıklıkla atıfta bulundukları şey İsrail değil, “Siyonist varlıktır". Churchill, kendisinin Boris Johnson versiyonundaki, kendisinin (tekrardan gerçek Churchill'in) "terminolojik bir hata" olarak adlandıracağı noktayı çok çabuk fark ederdi.
Johnson'da bu, -şimdilerde memurları tarafından neredeyse robotik biçimde söylenen- "demokratik olmayan dayanak ("Backstop") ifadesinde kendisini gösteriyor. Bir diğer değişle artık sadece İrlanda dayanağı ("Backstop") değil. Araplar bunu hemen anlardı.
Ancak onlar bakımından daha ciddi olan şeyse, Brexit sonrası İngiltere, Amerika'nın insafına kalacağı için, Downing Sokağı'ndaki şaklabanla Washington'daki şaklabanın Ortadoğu'daki aynı dille konuşmaya başlarsa ne olacağıdır.
Trump, büyükelçiliğini İsrail'in Kudüs “başkentine” taşıyacağını açıkladığında Johnson, İngiltere'nin İsrail'deki büyükelçiliğinin Tel Aviv'de kalacağını söyledi. Fakat bu hala geçerliliğini koruyor mu? Yoksa bu da sadece başka bir yalan mıydı? Bir diğer ifadeyle, Boris Johnson, Balfour Deklarasyonu'nun "saçmalık" yerine gerçekten "büyük bir tarihi cereyanı" yansıttığına karar vermesinden ne kadar sonra İngiltere 1917'de çizmeye başladığı daireyi İngiliz büyükelçisini Kudüs'te ABD'li karşıtıyla birlikte yaşamak üzere göndererek tamamlayacak?
Seri bir karar, Filistinli kıyamet ve felaket tellallarına tahammül etme yönünde bir ret -Priti Patel'in engin tecrübesi belki onu paketi satacak kişi yapabilir- ve Başbakan Mahmut Abbas'a Kudüs ihanetini tartışmak üzere yapacağı aramasını erteleyebilir -tıpkı "demokratik olmayan" dayanak ("Backtop") üzerinden Leo Varadkar'a yaptığı gibi.
İngiltere’nin Ortadoğu politikasındaki bu tür bir değişiklik neredeyse 5 dakika alacaktır -gerçek zaman olarak- protestocular Downing Sokağı'nda toplanabildiği zamansa Başbakan sihirli değneğini tekrar sallayabilir: Cebelitarık'taki Grace 1'i serbest bırakır, İran'ın Stena Impero'yu serbest bırakmasını memnuniyetle karşılar ve Körfez'deki yeni barış yapıcı olarak poz keser. İngiltere'nin donanması cılız olabilir -elbette artık "amacı için yetersiz olduğunu" iddia edemeyiz- ama Boris Johnson zaten o zamana kadar anlaşmanın üçüncü kısmı için Tahran'a uçmuş olur: Nazenin Zagahari-Ratcliffe'in serbest bırakılması.
Yine de buna güvenmeyin. Yukarıdakilere inanmak, Johnson'ın içinde yaşadığı sonsuz ve sahte iyimserlikten oluşan fantezi dünyasının bir parçasıdır. 31 Ekim'den önce seçim yapılmayacak ya da belki de yapılacak. Kalmak zorundayız. Ayrılmak zorundayız. Her iki versiyonu da denedi ve ikincisinde takılıp kaldı. İnsanlar birleşecek -ya da belki de “iç huzursuzluk” yaşanacak- son zamanlarda daha çok duyduğumuz çirkin bir ifade.
Bu noktada Arap hükümdarlar Boris Johnson'ı bütünüyle anlıyor. Zira sürekli olarak halklarına birlik, güvenlik, düşmanlarının yıkımı, kıyamet ve felaket tellalarının imhasını vadetmiyor mu? Buna karşılık kitleleri şöyle bağırıyor: “Kanımızla, ruhlarımızla kendimizi sana feda ediyoruz.” Boris Johnson sadece İskoçya ve Galler'de yuhalanıyor.
Ama fark etmez. Bunları unutması, tavuklar ve nükleer denizaltılar arasında aptalı oynaması sadece 5 dakika alıyor. Çekilme anlaşmasının sona erdiğini duyurmak bir nebze Ortdoğu'daki barış-için-toprak anlaşmasının sona erdiğini kabullenmek gibi -ve Başbakan bunu kabullenecek, emin olun. Birini tuzağa düşürmeyi becerirseniz diğerine de ihanet edebilirsiniz. Çünkü bu, ciddi barış antlaşmalarının parçalanabileceği -bunun benzer ölçekte en son ne zaman yaşandığını zikretmeyeceğim-, paraların etrafa saçıldığı ve sözlerin bozulmak üzere verildiği bir dönem.
Trump, (bedelini Arap müttefiklerinin ödeyeceği İsraillilere ve Filistinlilere yüzyılın anlaşmasını önerirken, John da İngilizlere eşit derecede sahte bir yüzyılın anlaşması (bedelini AB'nin ödeyeceği) vadediyor.
Şüphesiz, Arapların boş Brexit söylevlerine şaşırmaması hiç de hayret verici değil. Avrupalıların hem Araplara hem de kendilerine acı çektirmesini izlemeye alışkınlar - Milletler Cemiyeti'nden 2003’teki yasadışı Irak işgaline kadar - ama bu olayların Ortadoğu’da yıllarca kan ve nefretle dolandığını da biliyorlar.
Boris Johnson, Brexit'i 91 günde “düzeltebileceğini” düşünüyor. Bugünlerde gerçekten Downing Sokağı'nda zili çalıp ciddi bir açıklama isteyen var mı? Tabii ki zamanınızı boşa harcıyor olurdunuz. Beş dakika içinde tekrar arayacaklarına söz verirler.