Etrafı ateşlerle sarılmış iki dağ arasında yaşamak gibi bir his, Hindular ve Budistlerin arasında yaşamak.
Bu insanlar için umut, başlarına gelenlerin dünya kamuoyuna ne kadar duyurulabildiğine göre artıp azalıyor. Myanmar, Hindistan ve Sri Lanka’da yaşayan bu Müslümanların yaşadıkları, bizlere ancak birer haber olarak ulaşabiliyor. Geçtiğimiz günlerde bu haberlerden birisi daha telefonlarımızın ekranlarına “son dakika” olarak düştü. Haberde sayıları binin üzerinde olan bir Müslüman topluluğun, Budistlerce katledildiği yazılıydı. Yine toplu bir katliam haberiydi ve dünyanın hiçbir yerinden en ufak bir tepki çığlığı yükselmiyordu.
Dünya’nın süper güçlerini görenler var mı? Ya da halkın sempatisini kazanmak için hayvan hakları peşinde koşan yardım kuruluşlarını? Space X Mars keşifleri için ayırdığı fonun yüzde 1’ini bu adaletsizliği çözüme ulaştırmak için harcar mı? Devasa büyüklükteki uluslararası yardım kuruluşlarının, Afrika’daki bir parktaki hasta bir kaplanı iyileştirmek için sarf ettiği maliyetlerden haberdar mıyız? Bu harcamaların çok çok küçük bir yüzdesi, koyun sürüleri gibi katledilen Müslümanların akan kanlarını durdurmak için harcanamaz mıydı? En azından bölgede adaletin tesis edilmesi için sarf edilemez miydi bu paralar? Batılı hükümetler ve onlara bağlı çalışan yardım ve insan hakları kuruluşları, Müslümanların inanç değerlerine yaptığı saygısızlıklar sebebiyle ceza alan çokça şahsın üzerinden bu cezanın kaldırılması için tüm Dünyayı seferber edebiliyorken, aynı hükümetler ve aynı yardım kuruluşları, Myanmar ve Assam’da katledilen on binlerce Müslüman için, evlerinden çıkarılan yüz binlerce Müslüman için, meskenleri, ticarethaneleri yerle bir edilen Müslümanlar için dudaklarını mühürlemekle yetiniyorlar.
Birleşmiş Milletler'in Myanmar’a dayattığı çoklu muhalif partili sistem, ülkedeki en zayıf halka olan Müslüman toplumunun huzur ve güvenden uzak bir hayata mahkum olmasının önünü açmıştır. Aynı Birleşmiş Milletler, ülkede baş gösteren huzursuzluk ortamına mukabil başlayan protestolara karşı, Doğu Timor bölgesinde yaşayan Hristiyanlara yönelik yardımını, protestoların başladığı aynı gün yetiştirmeyi başarmıştır. Hatırlayın. Güney Sudan ve Nijerya Hristiyanlarına da ülkelerinde çıkan huzursuzluklar nedeniyle ayrımcı ve bölücü bir yardım politikası sunmuşlardır.
Bunları kaleme alırken, bir yandan da aklıma Mali’de muhaliflerin düzleştirmek için yıktıkları türbe mezarlar geldi. Hatırlarsanız Birleşmiş Milletler bu hadiseden sonra da dünyayı ayağa kaldırmıştı. İşin acı veren yanı ise, bunca çelişkili ve taraflı tutuma, harekete ve algıya rağmen Birleşmiş Milletler'e karşı yükselen hiçbir tepki göremiyor oluşumuzdur. Ülkemizdeki STK’ların ve derneklerin böylesine üst perdeden bir sesleniş ve tavır içerisine girmelerini, kapasite itibariyle zaten mümkün görmüyorum. Lakin dünyanın genelinden bu duruma dair bir ses çıkmaması, insanı oldukça endişelendiriyor. Savunmasız Müslümanların, evlerinden ve yaşadıkları köylerinden sürülmeleri, gün ışığı görmeyen bir hakikat olarak varlığını sürdürmektedir maalesef.
Bizden yaşamamızı istedikleri sistemin sinir ucu, bireyin özgürlüğü ve inanç hakları üzerine bina edilmiştir. Batı, literatüründe dünyaya bu özellikteki bir sistemi servis etmekte ve kendisini de sistemin garantörü ilan etmektedir. Buna göre taşıyıcı kolon, insan onurunu zedeleyici ve yaşam hakkına müdahale edici her türlü tutum ve davranışın reddi esastır. Tabi Müslümanlar hariç...
Bu sistem, biz Müslümanların, Batı’nın hakimiyeti altına girmemizi ve onların sömürüsü altında zincire vurulmamızı temin etmek için dizayn edilmiştir. Bir başka garabet ise, toplumlarımız içerisinden birileri bu duruma karşı bir uyanış göstermek istese, derhal bir sopa ile karşımıza geçip “haklarımızı barışçıl yollardan aramamız gerektiği” dikta ediliyor. Karşı taraf şiddet ve manipülasyon gereçlerini dilediği gibi kullanma özgürlüğüne sahipken, muhatabına da buna nasıl bir reaksiyon göstereceğini dikta edebiliyor. İşte Müslümanların tam olarak isyan etmeleri gereken nokta burası. Bu nokta düzeltilmediği taktirde, halimizde bir iyileşmenin gözlemlenmesi mümkün ve mantıklı değildir.
Yaşanan bunca hadiseler ve şahitliklerimiz, bizlere OIC (Organisation of Islamic Cooperation – İslam İşbirliği Teşkilatı) ülkelerinin de gerçek yüzlerini gösterdi. OIC’ye üye olan ülkelerin hükümetleri ve orduları, asılları Müslüman olan ülkelerin hükümetleri ve ordularıdırlar. Bir Müslüman olarak sömürgeciler ile mücadele etmesi beklenen bu ordular ve hükümetleri, politik ve ekonomik hedefler başta olmak üzere emperyalistlerin menfaatlerini muhafaza vazifesi altında görüyoruz. Bu orduların, bir tek Müslümanın hayatını kurtarmak için dahi olsa silahlarının tetiğine dokunmamış olmaları ne kadar acı bir hakikat!
2016’da İstanbul’da gerçekleştirilen OIC Toplantısı
İslam Hilafetinin yıkılmasından bu yana Güney Asya Müslümanlarına sahip çıkıp onları yönlendiren, gerektiğinde kucaklayan bir kurumun kalmadığını söyleyebiliriz. Özellikle 1930 yılı olaylarında ve onu takip eden süreçte, Hilafet’in olmayışı Budistlerin güçlenmesine sebep oldu.
1930 yılı hadiseleri
19. yüzyılın ikinci yarısında İngiliz – Myanmar harbleri sırasında bölge Müslümanları İngiliz işgalcilere karşı savaştılar. 1885’e gelindiğinde bölgenin tamamında İngiliz hakimiyeti tesis edilmişti. Buna rağmen İngilizler Müslümanların kendilerinden önceki sahip oldukları statüyü kabul ettiler. Bu, Myanmar Müslümanlarının rahat yaşayabildikleri bir zaman aralığıdır. İngilizler yerel idari işleri yürütmek için Hintli memurlar tahsis etmişlerdi. Bu durum yerel halk içerisinde huzursuzluklar oluşturmaya başladı. Neticede 1930’a gelindiğinde Hintlilerle ilgili olarak bir Budist İsyanı baş gösterdi. Myanmarlı Budistlerin Hintlilere karşı başlattığı bu isyan hareketi, “Myanmar Myanmarlılarındır.” sloganları ile Müslüman karşıtı bir harekete dönüştü. Yüzlerce Müslüman öldürüldü, ev ve dükkanları yakıldı, ibadethaneler tahrip edildi. Bunun üzerine İngilizler, devlet idaresinde Myanmarlı Müslümanlara da bir statü bahşettiler (?)… Müslümanların Parlemento’ya milletvekili sokabilecek olması gibi haklar, Müslümanlar tarafından birer kazanım olarak algılandı.
Pakistan ordusunun rolü
Pakistan ordusu ile ilgili dosyada, Bangladeş’in oluşumu ile ilgili detaylı bilgi vermiştim. Lakin Myanmar ve Assam özelinden ilerleyecek olursak, burada bugün yaşanan katliamların birinci dereceden sorumlusu, İslam dinine ve Müslümanlara düşmanlığı ile kaim Pakistan Ordusu’dur.
Myanmar ve Assam’da katliama uğrayan Müslümanlar, Bangladeş 16 Kasım 1971’de kendilerinden kopuncaya kadar Pakistan’a büyük bir muhabbet besliyorlardı. Fakat Pakistan’ın ikiye bölündüğü savaşta General Niazi liderliğindeki 90.000 Pakistan askeri Dhaka’daki Palkan bölgesinde General Arora tarafından esir alındı. Geleceğe dair büyük umutlarla ve Pakistan’a karşı olan sevgileri sebebiyle onlara verdikleri destekten ötürü esir edilen bu Müslümanların binlercesi hayatlarını kaybettiler. Ne yazık ki asıl büyük ihaneti ise Doğu Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılmasının ardından yaşadılar.
1971’deki savaşın neticesinde Pakistan Silahlı Kuvvetlerinin Doğu Askeri Yüksek Komutanlığı Birleşik Komutanı Korgeneral Amir Abdullah Khan Niazi koşulsuz bir Teslim Belgesi imzaladı . Teslim belgesinin imzalanması sırasında Niazi ve Aurora'nın fotoğrafı savaşın ikonik bir görüntüsü haline geldi, The Guardian sahneyi "imzasının önünde eğilen asık suratlı Pakistanlı subay" olarak tanımladı. Niazi'nin komutası altındaki 90.000 Pakistan askeri , İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana bugüne kadarki en büyük asker tesliminde savaş esiri olarak General Aurora'ya teslim oldu.. Pakistan, topraklarının neredeyse 57.000 mil karesini (150.000 km2) ve 70 milyon insanını yeni kurulan Bangladeş’e kaptırmış oldu.
General Niazi’nin mezkur Teslim Belgesini İmzaladığı An
Gerektiğinde canları ile Pakistan’ı destekleyen bu Müslümanlar, Pakistan Ordusu’nun Hindistan’dan ayrılışının ardından Bangladeş üzerine yaptıkları intikam saldırılarında birer hedef haline geldiler. Bu saldırılardan kaçmak zorunda kalan bir çok Müslüman, Assam ve Myanmar’ya göç ederek burada yaşamaya başladılar. Bugün sadece haberlerde ve sosyal medyada nasıl katledildiklerini okumakla yetindiğimiz Assam ve Myanmar’lı Müslümanlar işte bunlardır. Myanmar’da ve Hindistan’ın Assam eyaletinde de huzur bulamayan bu Müslümanlar, ülkeleri Bangladeş’e dönmek istemişler, fakat Bangladeş hükümeti de bu Müslümanların dönüşünü kabul etmeyerek onları bu katliama terk eden bir diğer unsur olmuştur. Elbette ki Pakistan hükümetleri de bu Müslümanları korumak adına şimdiye kadar en ufak bir adım dahi atmamıştır. Gerçekten de İslam ve Müslümanları korumak adına kurulduğunu her fırsatta ilan eden bu ordu, nasıl oluyor da bu zamana kadar bir tek Müslümanın canı için kılını kıpırdatmıyor?
- Pakistan’ın 2 parçaya bölünmesinin
- Afganistan İslam Emirliği'nin koca bir ateşin ortasına atılmasının
- Veziristan, Belucistan, Swat bölgelerindeki nüfusun oldukları yerden zorla göç ettirilmesinin-
- İslam Emirliği ve kabile bölgelerinden çıkmak durumunda kalan muhaliflerin, aileleriyle birlikte bir av haline getirilmesi ve işgalci güçlere para karşılığı satılmasının müsebbibi Pakistan ordusudur.
Güney Asya’daki Müslüman nüfus nasıl korunabilir?
Güney Asya’daki Müslüman nüfusun korunmasını, içlerinde Pakistan ve Bangladeş’in de bulunduğu ülkelerden ya da OIC üyesi ülkelerden talep etmenin manasız olduğunu elimizden geldiğince açıkladık. Bu nüfusun korunması, ancak Afganistan İslam Emirliğinin güçlenmesi ve Kabil’den Delhi’ye uzanan güçlü bir Müslüman Devletin bölgede ikame edilmesi ile mümkün olabilir. Bu durum Müslüman nüfusun korunmasını sağlayacağı gibi, bölgede kaim Hristiyanların ve diğer inanç sahiplerinin de huzur içerisinde bir hayat sürmesinin önünü açabilecek tek çıkıştır. Aksi taktirde Müslümanlara yönelik bu katliamların, Tayland, Filipinler, Hindistan ve Çin içerisine daha kararlı şekilde yayılması kuvvetle muhtemeldir.
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.