NATO’nun, tam da Transatlantik ilişkilerin 1930’lardan bu yana hiç olmadığı kadar önemsizleştiği bir dönemde yeni bir stratejik bağlam tanımına kendisini vakfetmesi epey ironik kaçıyor. Bu gelişme bir yanıyla Avrupa’nın başarısını yansıtıyor.
Avrupa 20. asır tarihinin büyük kısmında, hem dünya savaşlarının hem de Soğuk Savaş’ın asıl alanı ve başlıca sahnesiydi, fakat bugün büyük ölçüde sakin. Fransız-Alman bölünmesinin yerini, kıtanın AB dahilinde daha kapsamlı entegrasyonu almış durumda ve odağında da Fransa’yla Almanya var. Avrupa büyük oranda sağlam ve özgür. 21. asrın gidişatını artık Avrupa içinde yaşananlar belirlemeyecek.
Fakat Avrupa’nın merkeziliğini yitirmesi başarısızlıkları da yansıtıyor. Avrupa projesi çöküyor. En çok dile getirilen sorun Yunanistan; bu, Yunanlıların kendi hovardalığının yanı sıra zayıf bir AB liderliğinin bu ülkenin imkânlarının ötesinde yaşamasına ve avronun inşa edildiği koşulları ihlal etmesine göz yummasından kaynaklanıyor. Fakat kriz, Almanya’nın tereddüdü ve Avrupa kurumlarıyla hükümetlerinin ilk başta verdiği ürkek tepkilerle daha da vahim hale geldi. Bunun kurbanlarından biri de avro olabilir. ‘Birleşik Avrupa’ ilgi çekmiyor Krizin imkânlarının ötesinde yaşayan diğer ülkelere de yayıldığına dair işaretler var; bu ülkeler borçlarını ödeyememekten mustarip, fakat aynı zamanda ülke içi siyaset ve avro üyeliği nedeniyle ellerinden çok da fazla bir şey gelmiyor.
Kabul edilen 750 milyar avroluk kurtarma paketi zaman kazandıracak, fakat sorunun merkezindeki iflası ortadan kaldırmayacak. Avrupa’nın sağalması, somut ve görece koşullar altında sancılı ve cılız olacak. Avrupa şu an dünyanın en büyük ekonomisi, ABD’den biraz daha büyük ama bu durum çok uzun sürmeyecek. Avrupa bu ekonomik krizden önce de siyasi bir krizle zayıflamıştı. Birçok Avrupalı AB kurumlarını revize etmeye kafa yoruyor, fakat Lizbon Anlaşması’nın tekrar tekrar reddedilmesi birleşik bir Avrupa fikrinin artık kıtanın birçok sakininin ilgisini çekmediğini gösteriyor.
Avrupa örgütlerinin cansız liderliği bu ivme kaybının hem nedeni hem de sonucu. Bu koyvermişliğin ardında acı bir gerçek yatıyor: Avrupalılar Avrupa’ya hiçbir zaman inanmadı, bunun en büyük nedeni de milliyetçiliğin etkisinin sürmesi. Avrupalılar büyük bir güç haline gelmek konusunda ciddi olsaydı, Britanya ve Fransa’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyelikleri Avrupa’nın daimi üyeliğine dönüştürülürdü. Böyle bir şeyin lafı bile edilmiyor. Avrupa’nın koyvermişliği kendisini askeri açıdan da gösteriyor. Bütçelerinin yüzde 2’sini bile savunmaya ayırmaya istekli olan Avrupa ülkesinin sayısı epey az ve paralarını boş işlere harcayıp duruyorlar.
Harcamaları ulusal siyaset ve ekonomi dayatıyor, bu yüzden önemli olan meselelere para ayrılmıyor ve ihtiyaç duyulan alanlara pek az yatırım yapılıyor. Bütünde ortaya çıkan, parçaların toplamından az oluyor. Örneklerden biri Afganistan. Avrupa’nın buraya yaptığı katkı kayda değer; bu ülkeye AB üyelerinden 30 bini aşkın asker konuşlanmış durumda. Fakat adaletsiz bir katılım söz konusu, zira askerlerin yaklaşık üçte biri Britanya’dan geliyor. Birçok durumda roller, hükümetlerin görevleri sınırlandıran ‘çekinceleriyle’, ekipman eksikliğiyle ve görev süresine dair belirsiz taahhütlerle sulandırılıyor. Avrupa siyasi kültürü, bedelini kanıyla ödemeye gönüllü ordular seferber edilmesini zorlaştıran bir yere evrilmiş durumda; ABD savunma bakanı bu durumu ‘Avrupa’nın demilitarizasyonu’ diye tanımlıyor. Buna göre, “Genel kamuoyunun ve siyasetçilerin büyük kesimleri askeri güce ve bunu kullanmanın risklerine karşı isteksizlik duyuyor.”
Bütün bunlar NATO’nun gelecekteki rolünü sınırlıyor, zira NATO’nun anlamı büyük ölçüde, istikrarlı bir kıtada yatan bir ordu olmasından değil, istikrarsız bir dünyada denizaşırı sefer kuvveti olmasından kaynaklanıyor. Zaman ve demografi de durumu iyileştirmeyecek. Avrupa’nın nüfusu 500 milyon civarına indi ve hızla yaşlanıyor. Asrın ortasına gelindiğinde 65 yaş üzerindeki Avrupalı yetişkinlerin oranının ikiye katlanacağı tahmin ediliyor. Çok daha azı askerlik çağında olacak; daha azı emeklileri desteklemek için çalışıyor olacak. NATO önemini kaybetti. Tarih burada da iş başında.
ABD-Avrupa ilişkileri ve NATO, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden dolayı zayıflamaya yazgılıydı. Tehditler ve yükümlülüklerle ilgili kestirilebilirliğin ve konsensüsün olduğu dönemlerde ittifaklar kurulur ve gelişir. Soğuk Savaş ve 11 Eylül sonrası dünya, bundan çok daha değişken bir görünüm arz ediyor.
Yapısal ekonomik kusurlarla siyasi dar kafalılık ve askeri sınırlar bir araya geldiğinde, bu Transatlantik çatlağı hızlanacak. Zayıflayan Avrupa’nın sesi daha cılız çıkacak ve daha ufak bir rol oynayacak. NATO artık Amerikan dış politikasının varsayılan ortağı olmayacak. Tam aksine, ABD belli tehditlerle başa çıkmaya istekli olanlarla ittifaklar kuracak. Bu gruba bazen Avrupa ülkeleri de girecek, ABD NATO’ya da AB’ye de nadiren bir bütün olarak bakacaktır. Daha bunların hiçbiri başlamadı, ama Avrupa’nın 21. asırda büyük bir güç olduğu an şimdiden sona ermiş görünüyor.