Cihat yanlısı düşünce, cihadilik veya cihatçılık... Farklı isimlendirmelerle anılmakla beraber, cihadi hareketler ve düşünce akımları, özellikle dünyanın gündemine net bir şekilde girdikleri 11 Eylül 2001 tarihinden bu yana, çeşitli şekillerde değerlendirmelere tabi tutuldular.
Cihadi akımların arkasındaki düşünceyi anlamak ve karşı stratejiler geliştirmek için ABD öncülüğünde Batı ciddi bir çalışmalar bütünü yürüttü. Bu çalışmalar zamanla, bugün de devam eden akademik bir sektör doğurdu. Bu amaç doğrultusunda ciddi harcamalar yapıldı ve bu harcamalar, doğrudan sahada askeri ve siyasi stratejilere tahvil edildi. Hal böyleyken Batı başta olmak üzere akademik camia, cihadi akımlar üzerine ciddi bir enerji harcamakta. Benzer şekilde, cihadi akımlar üzerine akademik olan yahut olmayan birçok kültürel, sosyal, siyasi, askeri, iktisadi, teolojik değerlendirme yapılıyor.
Bu yazı dizisinde amaç, son iki yüzyıllık dönem içerisinde cihadi akımın köklerini, ideolojik ve kültürel, aynı zamanda sosyal temellerini, dönüm noktalarını, yaşadığı tecrübeleri muhtasar bir değerlendirmeye tabi tutmak olacak. Bununla beraber esasında, sadece belirli bir nesnel tahlil yapılmakla kalınmayacak, bundan ziyade, İslam dünyasını içerisine almış bulunan mevcut durumun serencamı ve bu durumu aşmaya yönelik kuramların ahvali de ele alınmaya çalışılacak.
Yaklaşık 40 bölümden oluşması planlanan çalışmada doğrudan kronolojik bir seyir izlenmese de, büyük ölçüde kronolojik sıra korunarak, günümüze dek gelen olay ve olguların değerlendirilmesi yapılacak, böylece çalışmanın düzeni belirli bir doğrultu içerisinde tutulacak.
Sonuçtan evvel sebebi anlamak
Her şeyin ötesinde, cihadiliği değerlendirirken, bunun din temelli siyasi bir hareket tarzını merkeze alan bir akım olduğu göz önünde bulundurulmalı. Bu bakımdan, cihadilik gibi bir akımı doğuran tarihi sebepler bütünü iyi anlaşılmalı.
Cihadilik, dünyanın büyük bir bölümünü oluşturan İslam dünyası içerisinden için bir sosyal hareket ve bir kurtuluş ekolü olarak ele alındığı takdirde, geçmişini ve geleceğini görebilmek çok daha kolay bir hal alır. Gerçekten de Batı'nın dünyada egemen güç halini aldığı 19'uncu yüzyıl ve sonrasında yeni bir küresel düzen inşa edilirken, İslam ve Müslümanlar bu inşa sürecinin tamamıyla dışarısında yer aldı. Küresel sistemde İslam dünyasının payına düşen tek şey, Batı merkezli sistemin temsilciliğini yapan rejimler ve bunların çevresindeki kimselerin alabildikleri oldu. Müslüman halklar, İslamiyetin ilk yıllarından beri süregelen anlayış, değerler ve süreçler, yeni sistemden dışarıda tutuldu. Bundan da ötede, yeni sistem, hakiki haliyle İslam'ın varlığını kabul etmedi, İslam'ı değiştirmek, dönüştürmek, kendisi için kabul edilebilir kılmak gibi bir yöntem izledi.
Bu tatbik edilirken elbette sadece pasif yöntemlere başvurulmadı. Bilakis, sistemin kurduğu rejimler, haklarını talep eden Müslümanları öldürmek, sürmek, nesillerini bozmak, dünya sisteminin arzularına göre onları şekillendirmek için ellerinden geleni yaptı. Yerli rejimlerin gücünün buna yetersiz kaldığı hallerde devreye bizzat sistemin sahipleri girdi.
Osmanlı'nın tamamen dağılmasının ve mevcut diğer bağımsız İslami devletlerin de işgalinin ardından, Müslüman topluluklar, siyasi ve sosyal taleplerini hayata tatbik edebilecek herhangi bir gerçek mekanizmadan mahrum kaldılar. Bu sebeple çeşitli Müslüman gruplar, bu amaçlarına erişebilmek için birçok dini, siyasi, sosyal, kültürel, edebi vesaire hareket başlattı. Buna neden olan şeyin net olarak görülebilmesi gerekir. Cihadilik de dahil olmak üzere İslam aleminde Müslüman halkların teveccüh ettiği tüm akımlar, yeni dünya sisteminin kurulması ve İslam'ın tamamen hayattan uzaklaştırılması hamlelerine karşı çeşitli mücadele metodları benimsedi.
Bu açıdan cihadiliği anlamak için cihadiliğin -çağdaş bir akım olarak- var oluş sebebini anlamak gerekiyor. Bu sebep de İslam aleminin bugün içerisinde bulunduğu vaziyet ve dünya karşısındaki pozisyonudur.
Osmanlı'nın düşüşü ve yeni dünya sistemi
20'nci yüzyılın başında, 'eski dünya'dan kalan son unsurlardan biri şüphesiz Osmanlı Devleti'ydi. Her ne kadar son birkaç yüzyılda, yükselen Batı'ya ayak uydurmak, Batılı felsefe ve hayat tarzına adapte olmak gibi adımlar atsa da Osmanlı Devleti, nihayetinde yeni dünya sisteminde var olması beklenemeyecek bir haldeydi. Devleti oluşturan unsurları bir arada tutmak imkansız hale gelmişti. Ayrıca, yeni siyasi algılara göre Osmanlı topraklarında, devleti bir arada tutabilecek bir millet tanımına uyan herhangi bir insan topluluğu da yoktu. Batı'nın özellikle Amerika ve Afrika kıtalarına yağmalamasıyla Avrupa pazarına giren altın, bu altının sebep olduğu atılım, Osmanlı'yı her alanda geride bırakmıştı. Avrupa'nın karşısında askeri açıdan ciddi derecede geriye düşen Osmanlı, Fransız İhtilali ve Napolyon Savaşları sonrasında ortaya çıkan cereyanların etkisinden de kurtulamadı. Fikri dünyada da yenilenemeyen, kendini ıslah edemeyen devlet, çözülme sürecine girdi.
Bu noktada Osmanlı'nın ötesinde, söz konusu süreçte İslam aleminde var olan diğer devletlerin de benzer süreçlerden geçtiğine şüphe yok. Odakta Osmanlı'nın yer alma sebebi, bu devletin İslam aleminin en büyük devleti olması ve uzun yüzyıllardır ümmetin merkezi halinde olmasıdır. Osmanlı'nın yanı sıra aynı süreçte Afrika'da var olan İslam toprakları, Arap Yarımadası'ndaki topluluklar, Orta Asya'daki Türklerin emirlikleri, Kafkaslar, Afganistan, Hint Altkıtası gibi diğer bölgeler de işgale uğradı. Yine bu süreç öncesinde Güneydoğu Asya'daki Müslümanların toprakları da çeşitli güçlerce işgal edilmişti. Yani Osmanlı Devleti, 20'nci yüzyıl başlarken ayakta kalan ve geçmişi yansıtan tek idare pozisyonundaydı. Osmanlı'nın da işgal edilerek yıkılması ve sonrasında yaşanan süreçlerle beraber, 1920'lere gelindiğinde, İslam aleminin tamamına kağıt üzerinde de olsa bağımsız olan sadece birkaç toprak mevcuttu. Türkiye, İran, Mısır, Afganistan ve diğer birkaç küçük idare. Bu devletlerin bağımsızlığı da büyük ölçüde kısıtlıydı, dış etki altındaydı, ekonomileri yok denecek durumdaydı ve savaşların etkisiyle sıfırı tüketmişlerdi. İşte İslami uyanış ekollerinin hepsi, bu sürecin ardından, üzerinde hala dumanlar tüten, savaşın ve işgalin yok ettiği, senelerdir eğitimsiz, sistemsiz ve başıboş kalmış bir düzlemde ilk adımlarını atmaya çalıştılar.
Bu noktada akla şöyle bir soru geliyor: Osmanlı neydi ve Osmanlı'nın dağılmasının bugün ortaya çıkan cereyanlarla ne gibi bir alakası var? Bunu iki ana eksende ele almak gerekiyor. İlki, Osmanlı'nın bu dönemde İslam aleminin kalbi olan bir coğrafyayı kontrol eden bağımsız bir güç olması. İstanbul, Halep, Bağdat, Şam, Beyrut, Kudüs, Kahire, Trablus, Mekke, Medine gibi hayati şehirlerin tamamı Osmanlı idaresi altındaydı. Yani Osmanlı'nun işgali aslında İslam aleminin tarih, kültür, siyaset, din, sosyal yapı ve diğer tüm açılardan önemli olan bütün şehirlerinin işgal edilmiş olduğu anlamına geliyordu.
İkinci yön ise, Osmanlı'nın Batı ile durduğu pozisyondu. 6 asrı aşan bir ömre sahip olan Osmanlı elbette İslami ve siyasi açılardan birçok hata yapmıştı. Aynı şekilde Emevi devleti, Abbasi devleti ve diğer İslami devletler de birçok hata ve kusura imza atmıştır. Fakat burada Osmanlı'yı mühim kılan pozisyon, her ne olursa olsun Osmanlı'nın gayrimüslim dış unsurlara karşı takınmış olduğu tavırdı. İslam topraklarının ekseriyetini elinde bulunduran güç olarak Osmanlı, dış güçlerin İslam topraklarını işgaline mani oldu. Osmanlı'nın ana unsurlarından olan Türkler başta olmak üzere Araplar, Kürtler, Anadolu'da bulunan ve zamanla Müslümanlaşan tüm diğer kavimler, Osmanlı bayrağı altında önemli işlere imza attı.
Osmanlı'nın yıkılmak üzere olduğu 1910'larda bile orduları Kafkaslardan Yemen'e, Balkanlardan Filistin'e, Libya'dan Irak'a bütün bir İslam coğrafyasını müdafaa ediyordu. Bugün unutulmaya yüz tutsa dahi, her bir aileden en az bir kişi bu dönemde Osmanlı ordusunda asker olmuş, evinden binlerce kilometre uzaktaki bir İslam toprağını savunmak için toprağa düşmüştür. İşte Osmanlı'nın çöküşü de bu açıdan önemliydi. Osmanlı'nın yıkılmasıyla, İslam milletlerini bir araya getiren ve dış işgallere karşı organize eden hiçbir güç kalmamış oldu. Daha sonra ortaya çıkan devletler ise bu sorumluluğu reddettiler, aksine toprakları işgal eden dış güçlerle çalışmayı tercih ettiler.
Burada, İslam topraklarının işgal ediliği yılları zikrederek, yazı dizimizin ilk kısmını sonlandıracağız. Not olarak belirtmek gerekiyor ki belirttiğimiz yılların ardından geçici bağımsızlık süreçleri yaşansa da, bu topraklar genel olarak dış güçlerin egemenliği altına girdi ve nihayetinde bugüne gelindi.
1492 - Endülüs (İspanya)
1552 - Tataristan (Rusya)
1565 - Moro (İspanya, ardından ABD)
1602 - Malay Takımadaları (Portekiz, ardından Hollanda ve İngiltere)
1718-1895 - Batı Türkistan (Rusya)
1755 - Doğu Türkistan (Çin)
1757-1850 - Hindistan (İngiltere)
1774 - Kırım (Rusya)
1800-1864 - Kafkasya (Rusya)
1800-1913 - Balkanlar (Batı ve Rusya destekli Hıristiyan Balkan ulusları)
1830 - Cezayir (Fransa)
Afganistan (1838, 1878 ve 1919 - İngiltere, 1929 ve 1979 - Rusya, 2001 - ABD)
1860-1912 - Fas (Fransa ve İspanya)
1874 - Batı Afrika (Fransa)
1878 - Bosna (Avusturya Macaristan)
1881 - Tunus (Fransa)
1882 - Mısır (İngiltere)
1884 - Nijerya (İngiltere)
1884 - Somali (İtalya, İngiltere ve Etiyopya)
1889 - Sudan (İngiltere)
1911 - Libya (İtalya)
1914 yılının ardından Birinci Dünya Savaşı başlamış, bu savaşta Osmanlı'ya ait Arabistan, Irak, Şam, Filistin ve Anadolu toprakları da işgal edilmiştir.
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.