Cihadi harekete bir bakış - 12: Yakın düşman ve uzak düşman meselesi

İsmail Bahadır

Cihadi hareketin tarihini tahlil ettiğimiz bu yazı dizisinde üzerinde durulması gereken olmazsa olmaz mefhumlardan ikisi de hiç şüphesiz "yakın düşman" ve "uzak düşman" mefhumlarıdır.

Her ne kadar daha yakın tarihlerin bir meselesiymiş gibi algılansa da aslında "yakın düşman-uzak düşman" konusu neredeyse çağdaş cihadi hareketin kendi tarihi kadar eski bir meseledir. Özellikle cihadi hareketin yerel rejimlerle karşı karşıya geldiği erken dönemde, cihadilerin hangi düşmana karşı savaşa odaklanması gerektiği hususu tartışma konusu olmuştur.

Yakın düşman-uzak düşman

Bu konudaki ihtilafın detaylarına inmeden önce okurlarımıza hatırlatmak isterim ki, cihadi hareketin bu mefhumları tartıştığı ilk dönem, günümüzden oldukça uzak bir tarihtir ve farklı şartlar barındırmaktadır. Bu dönemde yakın düşman-uzak düşman meseleleri daha çok klasik fıkhi yaklaşımlar üzerinden şekillenmiştir ve büyük ölçüde 1990'larda şekillendiği halden başkadır. Kaldı ki bu dönemde İslam alemi açısından daha büyük bir tehdit konumunda bulunan ve aktif savaş içerisinde olunan düşman da ABD'den ziyade Sovyetler Birliği'dir.

1990'ların ardından ise mesele daha ziyade şu nokta üzerinde cereyan etmiştir: Yerel rejimlerle mi yoksa onları ayakta tutan küresel sistemle, yani ABD ile mi savaşılmalı?

Bu hatırlatmaları yaptıktan sonra, söz konusu ihtilafın satır aralarına inebiliriz.

Yakın düşmana odaklanılması meselesi, bilhassa iletişimlerin, ulaşımın ve küreselleşmenin bugünkü kadar gelişmiş olmadığı bir dönemde esasen temel tercih olarak öne çıkmıştır. Yerel olarak organize olan cihadi yapılar, ülkelerindeki mevcut rejimleri değiştirmek ve İslami rejimler kurmak amacıyla, yakındaki bu düşmana, yani yerel rejime karşı savaşmayı tercih etmiştir. Bu ilk yıllarda, yazı dizimizin bir önceki bölümünde de bahsettiğimiz üzere, Mısır ve Suriye'deki rejimlere karşı aktif savaş süreçleri, yakın düşmana odaklanılmasına dair düşüncenin bir ürünüdür.

Uzak düşman hususu ise yukarıda da söylediğimiz gibi erken dönemde bugünkü karşılığını bulmayan bir husustur. Cihadi hareketin erken döneminde "uzak düşmana karşı savaş" denildiğinde genel olarak algılanan şey, yerel rejimlere karşı savaşmayı bırakarak Kudüs'ün İsrail işgalinden kurtarılması için savaşmak gibi uzun vadeli hedeflere odaklanmaktır. Bu hususta Muhammed Abdusselam Ferec'in kanaatlerini tahlil ettiğimizde konu daha iyi anlaşılacaktır.

Söz konusu ikilem içerisinde uzun bir süre boyunca cihadi akım yakınındaki düşmanları hedeflemiş, bunlara karşı belirli ölçüde başarılar elde etse de nihai amaçları olan rejim değişikliğine ulaşamamışlardır. Suriye'de Baas rejimi yaklaşık 20 yıl süren kıyam hareketini kanlı biçimde bastırmış, Mısır'da özellikle Hüsnü Mübarek rejiminin ilk yıllarında cihadi akımın üyeleri cezaevlerini doldurmuştur. Yakın düşmanla savaşacak bir saha kalmaması ve cihadi akımın birçok öncü isminin baskılar sebebiyle Afganistan'a gitmek durumunda kalması, bu husustaki ihtilafa yeni boyutlar kazandırmıştır. Teorik çerçevesini büyük ölçüde Usame bin Ladin'in 1990'larda ortaya koyduğu yeni "uzak düşman" yaklaşımına kadar da bu meselelerde net bir yaklaşım ortaya çıktığını söylemek güçtür. Nihayetinde Afganistan'da yakın düşman ve uzak düşman mefhumları birbirine karışmış durumdaydı:

- Ülkelerinden ayrılarak Afganistan'a giden cihadiler için kendi ülkelerindeki rejimler uzak düşman haline gelmişti.

- Daha önce "uzak düşman" olarak algılanan Sovyetler Birliği artık fiilen savaş halinde olunan bir "yakın düşman" olmuştu.

- Sovyetler Birliği'nin cephedeki unsurları "yakın", Moskova gibi iç bölgeleri ise "uzak" bir düşmandı.

Sonuç olarak bu sürecin neticesinde çoğu Afganistan'da bir araya gelen cihadilerin bu ikilem konusunda genel yaklaşımı şöyle oluşmuştur: Hem yakın hem de uzak düşman olan Sovyetler Birliği'ne karşı Afganistan'da savaşmak, hem uzak hem yakın düşman olan yerel rejimlerle uzun vadeli bir savaşa Afganistan'da hazırlanmak.

Erken dönemde "yakın düşman" mefhumu ve Muhammed Abdusselam Ferec

Cihadi akımın erken döneminde bu ikileme dair eser veren en mühim kişiliklerden birisi hiç şüphesiz Mısırlı Muhammed Abdusselam Ferec olmuştur. Ferec bu yönüyle hem mensubu olduğu Mısır Cihad Cemaati'ni hem de uzun vadede cihadi akımın diğer üyelerini etkilemiştir.

Ferec'in sunduğu yaklaşımda "yakın düşman" Mısır rejimiyken uzak düşman ise Filistin'deki İsrail ve onlara benzer emperyal küresel güçlerdir. Ona göre ilk olarak yerel anlamda İslami bir yönetim tesis edilmeli, ardından ise diğer emperyal güçlerle savaşılmalıdır.

Ferec'in bu konudaki ifadeleri şöyledir:

"Bazıları bugün cihadın hedefinin Kudüs'ün kurtarılması olması gerektiğini, çünkü buranın mükaddes topraklar olduğunu söylemektedir. Mukaddes toprakları kurtarmanın her Müslüman için farz olan şer'i bir emir olduğu doğrudur. Ancak Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem mümini yumuşak huylu, akıllı, neyin faydalı neyin zararlı olduğunun farkında olan, kesin ve köklü çözümlere öncelik veren bir kimse olarak tanımlamıştır. Bu nokta, şu hususların açıklanmasını gerekli kılmaktadır:

Birincisi: Bize yakın olan düşmanla savaşmak uzak olandan önce gelir.

İkincisi: Zafer gelse bile Müslümanların kanı mutlaka akacaktır, ancak şimdi soru şudur: Bu zafer kurulan İslam devleti için faydalı olacak mıdır? Yoksa kafir sistem ve Allah'ın hükümlerine isyan eden devletin temel direklerinin güçlenmesi için mi faydalı olacaktır? Bu yöneticiler, her ne kadar İslami görünseler de İslami olmayan hedeflerine ulaşmak için bazı Müslümanların milliyetçi düşüncelerinden faydalanmaktadırlar. Bu nedenle savaş İslami bir bayrak ve liderlik altında olmalıdır ve bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur.

Üçüncüsü: Şüphesiz İslam topraklarında emperyalizmin varlığının temel nedeni bu yöneticilerdir. Bu nedenle savaşa emperyalistleri yok etmekle başlamak faydalı bir eylem değildir ve zaman kaybıdır. Bizler İslami meselemiz olan Allah'ın hükümlerini yeryüzünde hakim kılmak ve Allah'ın kelamını en üstün kılmak üzerinde yoğunlaşmalıyız. Çünkü hiç şüphe yok ki cihadın asıl alanı bu liderlikleri ortadan kaldırmak ve yerine tam bir İslami sistem getirmektir ve biz buradan başlarız."

Söylediğimiz gibi Ferec, İsrail'e karşı mevcut rejimlerin gölgesinde savaşmanın bu rejimlere fayda getireceğini, asıl yaklaşımın öncelikle İslami bir sistemi kurmak olması gerektiğini belirtmektedir.

Bu görüş 1990'lı yıllara kadar hakim görüş olmaya devam etse de cihadi akımın karşılaştığı bir kazanım ve bir kayıp, söz konusu yaklaşımda değişikliğe yol açmıştır.

- Elde edilen kazanım, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasına şahit olunmasıdır. Cihadi akım, Sovyetler Birliği yıkıldığında ona bağlı olan yerel rejimlerin de kolaylıkla yıkıldığına şahitlik etmiştir, örneğin Güney Yemen gibi. Böylece "uzak düşmana" odaklanmanın aslında "yakın düşmanı" yıkma konusunda daha faydalı olabileceği görülmüştür.

- Yaşanılan kayıp ise 1980'lerin sonu ve 1990'ların başında Mısır dahil olmak üzere çeşitli ülkeleri terk etmek zorunda kalan cihadilerin dünya genelinde karşılaştığı baskılardır. Özellikle ABD bu dönemde cihadilere karşı yerel rejimlere desteğini büyük ölçüde artırmıştır. Örneğin birçok Mısırlı cihadi ABD tarafından dünyanın farklı bölgelerinde yakalanarak Mübarek rejimine iade edilmiştir. Bu kayıplar da cihadilerin "uzak düşmanın" aslında "yakın düşmanı" hayatta tutan güç olduğu düşüncelerini güçlendirmiştir.

Sonuçta ABD'nin 1990'larda cihadilere karşı açık bir savaşın içerisine girmesi, yaklaşımların büyük ölçüde değişmesini beraberinde getirecektir.

Ebu Musab es Suri ve "uzak düşman"

Küresel İslami Direniş Çağrısı'nın müellifi olan Ebu Musab es Suri de bu konuya dair yaklaşımları değerlendiren bir diğer isimdir. Her ne kadar bu eserin telif edilmesi daha geç bir dönemde olsa da Ebu Musab'ın aktardığı tecrübeler, cihadi hareketin erken döneminde şahitlik ettiklerinin bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Nihayetinde Ebu Musab, Suriye'de Baas rejimine karşı gerçekleştirilen kıyam sürecinin en yakın şahitlerinden biridir ve esasen uzun yıllarca bu "yakın düşmana" karşı savaşın içerisinde bizzat yer almıştır.

Ebu Musab, "yakın düşmana" karşı savaşa gerekçe olarak gösterilen dini ve siyasi sebeplere itiraz etmektedir. Ona göre Tevbe Suresi'ndeki "yakın düşmanlarla savaşma" buyruğu daha geniş bir anlam ifade etmekte ve yalnızca konum olarak yakınlığı kapsamamaktadır. Aksine bu buyruk, Müslümanlara zarar verme bakımından daha şiddetli olan tüm düşmanları kapsar ki Ebu Musab bu konuda sünnetten bir örnek de vermektedir.

Küresel İslami Direniş Çağrısı'ndaki bu ifadeler şu şekildedir:

"Allah subhanehu ve teala böyle buyurduğu zaman Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gayet hızlı bir şekilde ve geniş bir çerçevede harekete geçer. Yakın bazı düşmanlarla savaşır, diğer bazılarıyla savaşmayı ise uzak düşmanlarla savaşmak üzere erteler. İşte böylece ayette geçen 'size yakın olanlarla' ifadesinin illa ki mesafe olarak yakınlık anlamına gelmediğini ve bunun şer'i manada bir kesinlik ve zorunluluk bildirmediğini, bilakis hem zamanca hem de zarar ve eziyet olarak yakınlığı kapsadığını gösterir. Fukahanın anladığı ve İmam Şafiî'nin 'el-Umm' adlı eserinde (4/177) geçen şu sözüyle özetlediği de budur."

Ebu Musab devamla İmam Şafiî'den şöyle aktarır:

"Ortada kendisine karşı savaşılacak farklı düşmanlar bulunuyorsa ve bunların hali muhtelif bir durum arz ediyorsa, mesela kimisi daha zararlı veya daha korkak bir hal taşıyorsa, Müslümanların imamı/halifesi konumunda olan kişi, ilk olarak bu düşmanlardan daha zayıf veya daha korkak olana yönelebilir. Bu düşmanın toprakları diğer düşmanlardan daha uzak olsa bile. O düşmandan endişe edilen şeyin diğerlerinden endişe edilmediği böyle bir durumda savaşa onunla başlamasında inşallah bir sakınca yoktur. Zira bu bir zaruret hali kapsamındadır.

(...)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Hâris Bin Ebî Dirâr'ın kendisine karşı bir savaş hazırlığı içinde olduğunu haber aldığı zaman ona baskın düzenlemiştir. Kendisine mesafe olarak Hâris'ten daha yakın düşmanlar olduğu halde böyle yapmıştır."

Ebu Musab şöyle devam eder:

"Binaenaleyh bunu, mesafe ve mesafece yakın sıralama anlayışı çerçevesinde dondurmaya kalkışmak, değişime açık olan bir şeyi sabitlemeye kalkışmak demektir ve bu, olsa olsa zorluğa ve alanı daraltmaya/işi yokuşa sürmeye ve sıkıntılara kapı aralar. İşte bazı kesimlerin kendilerini bağımlı kıldıkları ve 'hem şer'i vaciplik hem de bu konudaki deliller itibariyle daha yakın düşmana (ki bu düşman kendi ülkelerindeki yöneticilerdi) karşı savaşmadıkça Amerika'ya ve onun yardımcılarına karşı savaşmayız' dedikleri şey de buydu. Mesele ise bu minval üzere değildi."

Özetle Ebu Musab, yaşanan süreçlerin değişebileceğini ve "uzak düşmana karşı savaşma" meselesinin de bu minvalde olduğunu vurgular.

Usame bin Ladin ve "uzak düşman"

Uzak düşmana karşı savaşmanın nihai teorisi ise 1990'larda Usame bin Ladin öncülüğündeki anlayışla şekillenmiştir. Bin Ladin ABD'yi net bir şekilde "uzak düşman" olarak nitelemiş ve mevcut dünya sisteminin ABD sayesinde ayakta kaldığını vurgulamış, bu düşmanın yıkılması halinde diğer düşmanların da yenileceğini savunmuştur.

1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından faaliyetlerini sürdüren cihadi akımın üyelerinin bir bölümü diğer savaş sahalarına ulaşmış, bir kısmı Sudan'da organize olmuş, diğer bir kısmı ise yıllar önce çıktıkları ülkelerine geri dönerek buralarda organize olmaya çalışmıştır. Bu üç kesimin de karşı karşıya kaldığı kesin husus, ABD'nin gerek doğrudan gerekse yerel rejimlerle kurduğu irtibat üzerinden cihadi akıma karşı savaşını su yüzüne çıkarması olmuştur. Üç kesimin her biri için genel birer örnek verebiliriz:

- Diğer sahalara gidenler: Bosna'da ABD'nin cihadi akımın liderlerini özellikle Hırvatlar eliyle hedef alması, öldürmesi, esir etmesi.

- Ülkelerine dönenler: Mısır'daki Cemaat-i İslamiyye'nin üyelerinin ABD tarafından alıkonulması, Ömer Abdurrahman gibi ABD'de hapsedilmesi veya Talat Fuat Kasım gibi Mısır'a iade edilmesi.

- Sudan veya Afganistan'da organize olanlar: ABD'nin bu ülkelerde gerçekleştirdiği hava saldırıları ve suikast girişimleri.

Bunlar ek olarak ABD'nin İsrail'e (tıpkı bugünkü gibi) destek vermesi, Arap Yarımadası'na asker göndermesi, yerel rejimlerin İslami kesimlere karşı savaşına taraf olması gibi etkenler de mevcuttur.

Bin Ladin "uzak düşman" olan ABD'ye karşı savaşa odaklanılmasına dair teorisini "Cihad Menhecine Dair" isimli eserinde uzun uzadıya anlatmıştır. 1996'daki cihat fetvası ve 1998'deki Küresel İslami Cephe ilanı bunun bir neticesidir. Yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde ABD ile cihadilerin savaşının ilk yıllarına ayrı bir parantez açacağız. Burada özet olarak anlatmak için, Bin Ladin'in 2000'li yıllarda Nasır el Vuhayşi'ye yazdığı mektuptan bir iktibas yapabiliriz:

"El Kaide, dahili düşmandan ziyade daha büyük olan dış düşmana odaklanıyor olması sebebiyle diğer yapılardan ayrışmaktadır. Zira dahili düşman küfür açısından daha şiddetli olsa da dış düşmanın küfrü daha açıktır ve halihazırda daha tehlikelidir. Günümüzde Amerika küfrün başıdır. Eğer Allah bu başı koparırsa, kanatları zayıflayacaktır.

(...)

Bunun fiili bir örneği de Afganistan'daki mücahitlerin, Rus ağacının gövdesini kesmekte muvaffak olmalarının ardından, Güney Yemen'den Doğu Avrupa'ya tüm dalların, bu dallara karşı hiçbir çaba harcamadan bir bir devrilmesidir."

Yine bir başka açıklamasında Bin Ladin şöyle söylemektedir:

"Söylediğim gibi, kafayı hedef alırsanız bacaklar, kollar ve diğer her şey düşecektir. Bu bir ahtapottur ve onun başı da Haçlı/Siyonist Amerika ve İsrail'dir. Bazı insanlar, ahtapotun kollarına darbe indirmenin faydalı olduğu kanaatindedir. Onlara darbe indirmek de iyi ve faydalıdır, fakat bizler, küresel küfre kıyasla çok az sayıda mermiye, silaha ve mühimmata sahibiz. Öyleyse gençlerimizin sayısı az ve imkanlarımız kısıtlı olduğu müddetçe, bizler meseleleri kafaya darbe indirmeye yoğunlaştırmalıyız. Bu kişiler de içtihatları ve amelleri sebebiyle mükafatlandırılmayı hak eder, ancak bizim yöntemimize göre, bizler daha önemli kısma, kafaya darbe indirmemiz gerektiğine inanıyoruz. Bu bizim inandığımız şeydir, ve her halükarda, bunlar içtihada kalmış meselelerdir. Önce Amerika'ya mı vuracaksın, Hüsnü Mübarek'e mi vuracaksın, yoksa bunlara ikinci, üçüncü sırada mı vuracaksın? Bunlar içtihadi meselelerdir ve bizim içtihadımız bizi, öncelikle küfrün başını ve liderlerini vurmamız gerektiği pozisyonuna götürmüştür."

Sonuç

Cihadi akımın erken döneminde başlayan "yakın düşman" ve "uzak düşman" meselesi zaman içerisinde, bilhassa 1990'lardaki tecrübelerle dönüşüm göstermiştir. Nihayetinde içerisinde bulunulan noktada cihadi akım ABD ile 1990'larla beraber başlayan bir savaş içerisine girmiş vaziyettedir. Cihadiler Afganistan gibi bazı sahalarda bu savaşı kazanmıştır. Bosna gibi bazı sahalardan ABD cihadileri çıkarmaya muvaffak olmuştur.

Netice olarak şu anda içerisinde bulunduğumuz dönem, her ne kadar farklı grupların yakın ve uzak düşman konusunda çeşitli yaklaşımları olsa da, cihadi akımın en büyük uzak düşmanına karşı savaş içerisine girdiği bir tarihi dönemdir. Halihazırda bu uzak düşmana karşı yaşanan savaşın neticeleri müşahede edilmektedir. ABD'nin küresel hegemonyası zayıflamış, cihadi akım da ağır yaralar almıştır. Savaş sürmektedir.

Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde, daha ziyade Afganistan özelinde 1980'lerden 1990'lara kadar cihadi akımın tecrübelerinden bahsedeceğiz. Özellikle Afganistan'da 1989'da Sovyetler Birliği'nin çekilmesine, 1992'de komünist rejimin yıkılmasına ve ardından yaşanan iç savaşa kadar olan süreci tahlil etmeye çalışacağız.


Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.