Geçtiğimiz otuz yıl içinde devrimlere ilişkin sosyolojik çalışmalarda muazzam açıklayıcı büyük adımlar atıldı. Bugün hem İngiltere, Fransa ve Rusya’daki “klasik” devrimler hem de gelişmekte olan toplumlar olarak adlandırılan (örn. Çin, Vietnam, Küba, İran ve Nikaragua’daki) daha yakın zamanlarda gerçekleşen devrimlere ilişkin önceye nazaran daha fazla bilgi sahibi olduğumuz aşikar. Bazı araştırmacılar aynı zamanda kendine has birer devrim olarak gördükleri Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da komünizmin çözülüşüne dair oldukça verimli incelemelere imza attılar ve artık İslamcı hareketler olarak adlandırılan devrimci fenomen üzerine de gittikçe genişleyen bir literatür mevcut. Randal Collins’e göre makro-tarih alanında “en kayda değer bilinç birikimi, Marx en gözde ilgi alanı olan devrim alanında gerçekleşmiş durumda” (1999:3).
Sosyologlar özellikle “büyük” ya da “toplumsal” devrimleri, yani sadece siyasal rejimde bir değişime yol açan değil, aynı zamanda köklü ekonomik ve muhtemelen kültürel değişimi de sağlamış olan devrimleri anlamakla ilgilenmişlerdir (Bkz. Tilly, 1993). Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ndeki toplum bilimciler –muhtemelen kendi hükümetlerinin böylesi devrimlere sıklıkla engel olmaya ya da tersine döndürmeye dönük çabaları ya da muhtemelen Amerika Birleşik Devletlerin kendisinin çoğu analizcinin “büyük” ya da “radikal” olarak adlandırdığı bir devrimle kurulmuş olması nedeniyle– böylesi devrimlerin büyüsüne kapılmışlardır (örn. Lipset, 1988; Wood, 1992). Crane Brinton (195 [1938]), Barrington Moore (1966), Charlemans Johnson (1982[1966]), Ted Robert Gurr (1970), Samuel Huntington (1968), Eric Wolf (1969), Jeffrey Paige (1975, 1997) ve Ellen Kay Trimberger (1978) bu geleneğe önemli katkılarda bulunmuş araştırmacılardan yalnızca birkaçıdır.
Öte yandan Charles Tilly’nin (1978) ve Theda Skocpol’un (1979) yol açıcı çalışmalarını takiben devrimlere ilişkin gerçek bir –çoğu hem tarihsel hem de karşılaştırmalı olan– sosyolojik çalışma patlaması yaşandı. John Walton (1984), Farideh Fathi (1990), Jack Goldstone (1991), Tim McDaniel (1991), Timothy Wickham-Crowley (1992), Eric Selbin (1993), Charles Vilas (1995), John Foran (1997), Mark Katz (1997) ve Misagh Parsa (2000) tarafından yapılan çalışmalar, diğerlerinin arasında, bizim devrimlere ilişkin anlayışımızı daha da zenginleştirdi. Ve bu çalışmalar, belirli devrimlere ve devrimci hareketlere ilişkin sayısız tarihsel vaka çalışmasından oluşan entelektüel buzdağının sadece görünen ucudur.
Devrim nedir?
Devrim sözcüğünün sosyal bilimlerde, her ikisi de toplumsal analizciler için bir dereceye kadar farklı soruların doğmasına yol açmakla birlikte biri diğerinden niteliksel olarak daha doğru ya da eksiksiz olmayan iki genel, “ideal-tipik” anlamı bulunmaktadır. Daha geniş bir tanımlamayla devrim (ya da siyasal devrim) bir devlet ya da rejimin, bir halk hareketi tarafından düzensiz, anayasaya aykırı ve/veya şiddet yoluyla devrildiği, yerine yenisinin kurulduğu ve/veya dönüştürüldüğü herhangi bir ve bütün vakalara atıfta bulunmaktadır. Bu anlamdaki devrimler ulusal bağımsızlığın kazanılmasını ve ayrılıkçı hareketleri de içermektedir. Bu açıklama, devrimlerin, en azından bu ismin hakkını verenlerinin mevcut devlete karşı ister istemez –örneğin, “hükümet darbeleri” ya da “saray devrimlerinin” aksine– muazzam sayılarda insanı harekete geçirmesinin gerektiğini varsaymaktadır. [Ancak bazı araştırmacılar “tepeden inme devrimler” olarak adlandırılan vakaları, devleti devirmeyi önceleyen herhangi bir halk seferberliği içerip içermediğine bakarak analiz etmektedirler (Bkz. Örn. Trimberger, 1978)]. Leon Troçki’nin (1961 [1932]:xvii) bir defasında yazdığı üzere, “devrimin en kuşku duyulmaz özelliği, kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahalesidir”.
Bir diğer, daha dar olan tanıma göre, bir devrim (ya da bir toplumsal devrim) sadece kitle seferberliğini ve rejim değişikliğini değil, bununla birlikte devlet iktidarına dönük mücadele süresince ya da hemen sonrasında daha az ya da çok hızlı ve kökten toplumsal, ekonomik ve/veya kültürel değişimi de gerektirmektedir (kuşkusuz neyin “hızlı ve kökten” değişim sayılacağı meselesi tartışmaya açıktır). Bu anlamdaki toplumsal devrimler aynı zamanda “büyük” devrimler olarak adlandırılmaktadırlar.
Bu açıklamaların her ikisi de devrimlerin daha geniş ya da daha dar bir kapsamda halk seferberliklerinin ve/veya devrimci hareketlerin sonucu olduğunu öne sürmektedir. Bir devrimci hareket, devlet iktidarını devirme, ele geçirme ve/veya kökten biçimde dönüştürme girişiminde bulunan bir toplumsal hareket çeşidi olarak tanımlanabilir (Çoğu toplumsal hareket, tam tersine, toplumsal reformların hayata geçirilmesi adına mevcut otoritelere baskı yapmaya çalışmaktadır). Devrimci hareketler tarafından savunulan toplumsal, ekonomik ve kültürel değişimin doğası ve bağlamı oldukça çeşitlidir. Bazı devrimci hareketler toplumu değiştirmeyi çok önemsememekte; basit biçimde devlet iktidarını istemektedirler. Diğerleri ise toplumsal düzenin, ekonominin (özellikle de mülkiyet ve refahın dağılımının) ve kültürün oldukça kapsamlı ve derin bir dönüşümünü arzulamaktadırlar. Kuşkusuz bazı devrimci hareketler diğerlerinden çok daha başarılı olmaktadır; aslında bu tür hareketlerden sadece pek azı gerçekten iktidarı ele geçirebilmektedir. Devrimciler iktidarı ele geçirmede başarısız olduklarında, artık bir yenik devrimden bahsedebiliriz. Diğer devrimciler iktidarı almakta başarılı ancak toplumsal dönüşüme ilişkin daha geniş hedeflerini hayata geçirmekte başarısız olabilirler.
Kuramsal yaklaşımlar
Devrimler ve devrimci hareketler üzerine oluşan kuramsal literatür oldukça kapsamlı ve karmaşık biçimde büyümektedir. Bu literatür pek çok düşünce ekolünü ve düşünür kuşağını içermektedir.1 Hakikaten bir bölümün sınırları içine hakkıyla sığdırılması mümkün olmayan bu literatürün tamamını özetlemek yerine, ben kendimi sosyologları en fazla etkisi altında bırakmış olan yaklaşımların –Marksist kuram ve devlet merkezli yaklaşımların– bir incelemesiyle sınırlandıracağım. Modernizasyon kuramı 1950’lerle 1960’lar ve Marksist kuram 1960’larla 1970’ler süresince en etkili kuramlar olmuşlardır. Devlet-merkezli kuram son iki onyıl boyunca daha çok göze çarpar haline gelmiştir.
Modernizasyon kuramı, devrimleri, “geleneksel” toplumlardan “modern” toplumlara geçişe, yani “modernizasyon” sürecinin ta kendisine bağlamaktadır. Bu bakış açısı dahilinde geleneksel toplumlar sabit, kalıtsal statü ve rollerle, basit işbölümüyle, örf adet tarafından düzenlenen toplumsal ilişkilerle, aileye, kabileye, aşirete, köye ya da etnik topluluğa dönük yerel ve kişisel bağlılıkla; ve bu nedenle de siyasal katılımın oldukça sınırlı ve yerel biçimleriyle karakterize edilmektedir. Modern toplumlar ise, tam tersine, toplumsal hareketlilik ve kazanılmış statü ve rollerle, resmi eşitlikle, işbölümünün karmaşıklığıyla, kanun tarafından düzenlenen toplumsal ilişkilerle, “ulusa dair” daha geniş kolektif aidiyetle ve ulus devletler dâhilindeki siyasete kitlesel katılımla ayırt edilmektedir.
Modernizasyon kuramcılarının çoğu, devrimlerin, özellikle geçiş toplumlarında, yani, (düzensiz olmakla beraber) oldukça hızlı bir modernizasyon sürecinden geçen toplumlarda gerçekleşmesinin muhtemel olduğunu iddia etmektedirler. Hatta modernizasyon sürecini ilerleten devrimlerin kendisidir. “Devrim” demektedir Samuel Huntington, “dolayısıyla modernizmin görünüşlerinden biridir … toplumsal ve ekonomik karmaşıklığın çok düşük seviyede olduğu ziyadesiyle geleneksel toplumlarda ortaya çıkmaz. Ne de büyük ölçüde modern toplumlarda ortaya çıkar” (Huntington, 1968:265). Walt Rostow’un bilinen cümlesinde, devrimciler “modernizasyon sürecinin çöpçüleridir” ve özellikle de komünizm, “en iyi biçimde modernizasyona geçişin bir hastalığı olarak anlaşılabilir” (Rostow, 1967[1961]:110).
Neden böyledir? Modernizasyon kuramcıları hızlı modernleşme ile devrimci hareketlerin gelişimi arasında bağlantı kuran bir dizi açıklama geliştirmişlerdir. Bu açıklamalar genellikle bir çeşit “gecikme” ya da farklı oranlarda “modernleştiği” varsayılan toplumsal kurumlar arasındaki uyum eksikliğine bağlı kalmaktadırlar. Bunun sonucu olarak Huntington, devrimin “diğer şiddet ve istikrarsızlık biçimleri gibi … birtakım toplumsal ve ekonomik gelişmeleri sağlamış ancak siyasal modernizasyon ve kalkınma süreci, toplumsal ve ekonomik değişimin gerisinde kalmasını tecrübe etmekte olan toplumlarda olması oldukça muhtemel olduğunu” iddia eder (Huntington, 1968: 265).
Psikolojik yaklaşıma daha eğilimli olan kuramcılar ise hızlı modernizasyonun “yükselen beklentilere –durgun ya da aniden krize giren bir ekonominin karşılamakta yetersiz kalacağı, böylece de ancak devrimlerin ortaya çıkaracağı bir yaygın öfkelilik ve “görece mahrumluk” bilinci yaratan beklentilere– dönük bir devrimin” yolunu açtığını ileri sürmektedirler (Bkz. örn. Gurr, 1970). Yine başka kuramcılar da hızlı modernizasyonun bir toplumun değerlerinin ve toplumsal yapısının “eşzamanlılığını bozabildiğini” öne sürmektedirler. Dolayısıyla toplumsal yapıya daha iyi “uyan” bir alternatif değerler sistemi sunan devrimciler etkin hale geleceklerdir (Bkz. örn. Johnson, 1982[1966]; Smelser, 1962). Ve yine başka kuramcılar açısından ise hızlı modernleşme, bir anlamsızlık duygusu (veya normsuzluk) ya da kişinin toplum içindeki yerine dair belirsizlik (ya da konuma dair endişe) yaratmak suretiyle geleneksel toplumları bir arada tutan “eklemleyici/entegre edici” kurumları imha etmektedir; bu açıdan, devrimciler ise ancak geçiş toplumlarında etkili olabilirler çünkü modernizasyonun altını oyduğu kurumların yerine yenisini getirmeyi onlar becerebilir. Asya komünizmi analizcilerinden Harry Benda’nın (1966:12-13) yazdığı üzere,
Asya’da (ya da herhangi başka bir yerde) Komünist hareketlerin bu anlamda, geçtiğimiz yüzyılda ve sonrasında Batı tarafından Asya’ya taşınan yeni ekonomik ve siyasal sistemlerin tahrip edici saldırından en ağır biçimde zarar görmüş olan çürümüş ya da ortadan kalkmış kurumların –ailenin, aşiretin, kabilenin ya da köy topluluğunun– yerine ikame/yedek kurumlar temin etmesi mantıklı değildir … Demir disiplin, katı hiyerarşiler ve sorgusuz sualsiz itaat, dünyanın her yerindeki gerçekten özgür bir insanın gözünde Komünizm’in en iğrenç özellikleriyse de, bunlar, günümüz Asyasının toplumsal kesimleri açısından halen güvenlik, düzen ve dünyada anlamlı bir yer tutmayı ifade etmektedir.
1950’ler boyunca Benda’nın çalışmasında da neredeyse aynı anlama gelmekte olan Komünizmin ve radikal milliyetçiliğin “cazibesi” geniş bir literatür tarafından bu şekilde açıklanıyordu (Bkz. Örn. Almond ve diğerleri, 1954).
Ancak modernizasyon kuramcıları çok hızlı bir modernizasyonun dahi otomatik bir biçimde devrimlere yol açmayacağının da genellikle farkındaydılar. Bunların çoğunu siyasetin rolüne ağırlık vermeye iten de işte bu noktadır: Devrimci hareketlerin başarısı ya da yenilgisi, onların iddiasına göre, görevli hükümetlerin devrimci hareketlere ve hızlı modernizasyonun yarattığı büyük sorunlara nasıl yanıt verdiğine bağlıdır. Daha da belirli bir biçimde, hükümeti eğer bir “modernleştirici elit” kontrol ediyor ve bu tür sorunlara –değerleri ve toplumsal yapıyı “yeniden uyumlulaştırmak”, örneğin “muhafazakâr bir değişim” yoluyla– esnek ve yaratıcı yanıtlar verebiliyorsa, böylece bir devrimin önüne geçilebilir. Tersi biçimde, Chalmers Johnson’ın ortaya koyduğu üzere “elitlerin uyumsuzluğu, her zaman bir devrimin altında yatan nedene hizmet etmektedir” (Johnson, 1982[1966]:97). Huntington da benzer biçimde devrimlerin, kendi iktidarını yayma ve sisteme katılımı genişletme kapasitesine sahip olan siyasal sistemler dâhilinde muhtemel olmadığını” ileri sürmektedir. Huntington meseleyi “yükselen ya da hevesli gruplar ve katı ya da esnemeyen kurumlar gerçekleştirilen devrimlerin hammaddeleridir” şeklinde bağlamaktadır (Huntington, 1968:275).
Bir kez buraya gelindiğinde, modernizasyon kuramcılarının devletlerin ya da siyasal rejimlerin farklı türlerinin ya da biçimlerinin esnekliğini (ya da esneklik eksikliğini) açıklayan etkenleri enine boyuna tartışması beklenebilir. Ancak garip bir biçimde bu tür analizlere oldukça az rastlanmaktadır. En “devlet-merkezli” modernizasyon kuramcılarından Huntington bile, bu konuya dair sadece muğlak bir genelleştirme ortaya koymaktadır:
Tarihteki büyük devrimler ya ileri derecede merkezileşmiş geleneksel monarşilerde (Fransa, Çin, Rusya) veya dar bir tabana sahip askeri diktatörlüklerde (Meksika, Bolivya, Guatemala, Küba) ya da sömürgeci rejimlerde (Vietnam, Cezayir) ortaya çıkmıştır. Bütün bu siyasal sistemler, iktidarlarını yaymaya ve yeni grupların siyasete katılımını sağlayacak kanalları açmaya dair en ufak bir kapasite bile ortaya koyamamışlardır (1968:275).
Devrimlere dönük yeni bir yaklaşım
Ne yazık ki bu formül bize öyle büsbütün yardımcı olmamaktadır. Ne de olsa bütün sömürgeci rejimler devrimlerle yıkılmamaktadır –hatta aslında pek azı devrimlerle yıkılmıştır. Dahası, yıkılmış olan bu sömürgeci rejimler, yeni grupları içine alma kapasitesinden mahrum olmaları nedeniyle çökmüşlerse dahi, bu neyi açıklayabilmektedir? Benzer biçimde, bütün askeri diktatörlükler de –“dar bir tabana sahip olanlar” bile– devrimciler tarafından devrilmemiştir. Yine bu devrilen rejimler yeni grupları içine alma kapasitesinden mahrum olmaları nedeniyle devrilmişlerse, bunu nasıl açıklayabiliriz? Bu sorulara yanıt vermek için, devleti ve devletin kapasitesini modernizasyon perspektifinden daha yakın biçimde ele alan bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Modernizasyon kuramcıları gibi Marksistler de devrimleri “geçiş” –sadece sınıflar mücadelesinin sonucu olarak bir ekonomik üretim biçiminden diğerine doğru olan “geçiş”– toplumlarında gerçekleştiği varsayımıyla ele almaktadırlar. Bu demektir ki, son zamanlardaki devrimlerin özgül karakteri Marksistler açısından bir tür sürpriz sonucunda ortaya çıkmakta ve kuramsal bir anomali olarak görünmektedir. Evvela, kapitalist “çevredeki” pek çok devrimin sosyalist ya da komünist yönelimli olması, fiilen “Marx’ın kafasının üzerinde durması” anlamına gelmektedir. Ernest Mandel’in (1979:11) not ettiği üzere;
Geleneksel Marksizm, görece geri kalmış ülkelere –Doğu ve Güney Avrupa’ya ve daha çok Asya ve Latin Amerika’dakilere– genellikle, Marx’ın şu meşhur formülü ışığında yaklaşmaktadır: Daha gelişmiş ülkelere geri kalmış olanlara geleceklerinin aynadaki görüntüsünü sunmaktadırlar. Bu sosyalist devrimlerin önce en gelişmiş ülkelerde gerçekleşeceği, buradaki proletaryanın daha geri kalmış ülkelerdekilere nazaran daha önce iktidarı ele geçireceği kanaatinin oluşmasının önünü açmıştır.
Aslında sadece kapitalist çevrede meydana gelen kabul edilmiş bir dizi devrim değil, merkezin sanayileşmiş kapitalist toplumları da toplumsal değişimin bu biçiminden muaf olduklarını şaşırtıcı biçimde kanıtlamış durumdadırlar.
Marksist beklentilerin bu tarihsel tersine çevrimine dair dikkate değer bir yön, son zamanlardaki “Üçüncü Dünya” devrimlerinin ağırlıklı biçimde sanayi proletaryasından ziyade klasik sosyalist proje açısından (en iyi ihtimalle) ikincil konumda görülen toplumsal sınıflara, özellikle de köylülüğe dayanmakta oluşudur. Gelişmiş kapitalizmin teknolojik tabanı üzerine kurulmuş olmak yerine, dahası, sosyalizm, muhtemelen bazı görece “geri kalmış” ülkelerin gelişmiş kapitalist merkezi “yakalamaya” çalışmak üzere kullandığı araçlardan biri oldu. Kısacası, sosyalizm, kapitalizmin halefi olmaktan daha çok, gelişmekte olan ülkelerin çoğunda, onun tarihsel bir yedeği durumuna geldi.
Dahası, eski Sovyet bloğu, Çin ve Vietnam yakın zamanlarda, geleneksel Marksist model açısından tarihin tahmin edilen rotasını tersine çevirmek suretiyle, sosyalizmden kapitalizme geçiş sürecini başlattılar. Doğrusu bu tür bir geçiş, çok uzak olmayan bir geçmişte Marksistler tarafından muhtemelen hayal dahi edilemezdi. Sovyet bloğundaki otoriter “devlet sosyalizminin” acımasız eleştirmenleri olan muhalif Marksistler ve sosyalistler bile bu tür bir kapitalizme geçişi genellikle tahmin etmiyorlardı. Aksine çoğu, devlet sosyalizminin halk hareketleri tarafından tabandan demokratikleştirilebileceğini; kapitalist mülkiyete el koyan komünist elitin kendisinin mülklerine de, bu senaryo dâhilinde halk tarafından el konulabileceğini bekliyor ya da en azından umuyordu. Ancak bunun yerine bugün komünizm, bir Doğu Avrupa şakasının da söylediği gibi, kapitalizmden kapitalizme geçişin en uzun ve en cefalı yolu olarak görülmektedir.
Marksistlerin pratiği
Peki, Marksistler kapitalist çevrede meydana gelen sosyalist devrimlerin yarattığı kuramsal anomaliyi çözmek adına ne tür girişimlerde bulundular? Çoğu (Lenin, Troçki ve Mao’yu izleyerek) gelişmekte olan ülkelerdeki kapitalist ya da burjuva sınıfının zayıflığına dikkat çekmekle işe başladı. Çevre burjuvazileri –ya da Andre Gunter Frank’ın onları adlandırdığı biçimiyle “lümpen burjuvazi”– küçüktü, feodal toprak sahibi elitlerden sadece kısmen farklıydı ve kısmen bu nedenle, ekonomik imkânlar ve tabandan gelen medya okumalardan korunmak için devlete ileri derecede bağımlıydı. Dolayısıyla Üçüncü Dünya’daki kapitalist sınıflar, Avrupalı emsalleri tarzında anti-feodal, demokratik devrimlerin başını çekmeye dönük “tarihsel rollerini” oynamak konusundaki isteksizliklerini ve acizliklerini ispatlamış durumdaydılar. İronik biçimde, Üçüncü Dünya toplumlarındaki “burjuva” devrimleri, bu nedenle, bu tür toplumlardaki köylü çoğunlukla stratejik bir ittifak dâhilinde –öncü partilerin de yol göstermesiyle– işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilmek sorundaydı. Ancak işçi/köylü ittifakı tarafından gerçekleştirilecek bu tür anti-feodal devrimler sayesinde, Avrupa’daki burjuva devrimlerinin aksine sosyalizme geçişi başlatmaya dönük aşağı yukarı hızlı bir girişimde bulunulabilirdi. Üçüncü Dünya devrimleri, Troçki’nin ifadesini kullanırsak, bu nedenle anti-feodal politikaların ya da “görevlerin” yanı sıra sosyalist politikaları ya da “görevleri” üstlenecek “sürekli” ya da “kesintisiz” devrimler biçimini kabul edecekti (Troçki, 1961[1932]; aynı zamanda Bkz. Löwy, 1981). Sosyalist devrimler üzerine benzer bir argüman dizisi, Barrington Moore’un bu tür devrimlerde köylülüğün rolünü ön plana çıkaran Diktatörlüğün ve Demokrasinin Kökenleri (1966) çalışmasıyla akademik sosyal bilime dahil oldu.
Ancak Marksistler bu güçlü devrimci hareketlerin gelişmekte olan ya da çevre toplumların tümündeortaya çıkmadığını teşhis ediyorlardı. Bu durum, çeşitli biçimlerde beklenmedik biçimde güçlü çevre burjuvazilerinin varlığına, devrimci bir liderliğin eksikliğine ya da –her ne kadar hangi köylü kesimlerinin devrimci olduğu ve bunların neden devrimci olduğu pek çok tartışmanın konusuysa da– bütün köylü türlerinin devrimci hareketleri destekleme eğiliminde olmaması gerçeğine bağlanıyordu.
Birçok Marksist açısından, yaşam tarzı kentli işçilerinkine en yakın olan kır üreticileri, şaşırtıcı olmayan biçimde bu tür işçilerle ittifak kurarak bir araya gelmesi en muhtemel olanlardır. Dolayısıyla topraksız kır işçileri ve biraz daha alt konumda bulunan küçük toprak sahibi yoksul köylüler (özellikle de kiracı çiftçiler) Marksistler açısından genellikle kırsal alandaki en devrimci toplumsal kesim olarak değerlendirilmektedirler. Bu gruplar, üretimin kolektif bir öz-yönetimi olarak anlaşılan sosyalizmde “nesnel” bir çıkara sahip olmalarının yanı sıra toprak sahipleriyle uzlaşmaz bir çıkar çatışması içinde olarak görülmektedirler. Bu gruplar devrimcidirler, ya da başka bir deyişle, kendi ekonomik sınıfsal konumları gereği nihayet devrimci hale geleceklerdir. Toprak sahibi “orta” köylüler ise aksine kendi politik bağlılıklarından vazgeçme düşüncesindedirler, oysa ücretli emeği istihdam eden zengin çiftçiler (toprak sahiplerine değinmeye bile gerek yok) genellikle karşı-devrimci olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle, geniş bir orta ve zengin köylülüğe sahip gelişmekte olan toplumlarda güçlü devrimci hareketler yaratmak çok mümkün değildir.
Ancak daha yakın zamanlarda, bu genel çerçeve neo-Marksistler ve Marksizmden etkilenmiş köylü siyaseti araştırmacıları tarafından çeşitli yollarla sorgulanmaktadır. Örneğin Eric Wolf (1969), kır işçileri ya da yoksul köylülerin değil, toprak sahibi orta köylülüğün aslında devrimci olması enmuhtemel kesim olduğunu iddia etmiştir. Meksika, Rus, Çin, Vietnam, Cezayir ev Küba devrimlerindeki köylü katılımını inceleyen Wolf, köylü isyancılığını, geleneksel toplumların içine işleyen “Kuzey Atlantik kapitalizmi”nin parçalayıcı etkilerine bir tepki olarak görmektedir (1969:292). Wolf, toprak sahibi ve devletin denetiminin dışında olan “özgür” çiftçilerle birlikte toprak sahibi orta köylülüğün, hem yaşam tarzlarının diğer gruplarınkine göre kapitalizmden daha fazla tehdit altında olması hem dekendi geleneksel biçimlerini korumak üzere kolektif biçimde daha iyi hareket edebilecek durumda olmaları nedeniyle isyan etmeye daha yatkındır.2 Wolf’un öne sürdüğü üzere, “tam da orta köylülük ve özgür çiftçilerin geleneksel biçimde kalmaya dönük özel çabaları, onları devrimci kılmaktadır” (1969:292). Ancak Wolf, yoksul ve topraksız köylülerin “dış” siyasi ve askeri örgütler –hatta genellikle “geleneksel” yaşam tarzını korumaktan fazlasını amaçlayan örgütler– tarafından seferber edilebildikleri zaman ve kadarıyla devrimlere katıldıklarını da kabul etmektedir (Wolf, 1969:290).
Wolf’un argümanlarına itiraz, kırsal kesimler içinde, orta köylülüğün değil yarıcı kiracı çiftçilerin ve göçmen “yarı-proleterlerin” en devrimci kesimler olduğunu iddia eden Jeffrey Paige’den gelmiştir. Ancak Paige de, Wolf gibi sanayi-öncesi toplumlardaki “tarımsal devrimi”, dünya kapitalizmiyle eklemlenmeye ve daha da belirli biçimde “ihracat alanlarının “yaratılmasına” bağlamaktadır (Paige’in oldukça etkili olan 1975 tarihli kitabının başlığı Social Movements and Export Agriculture in the Underdeveloped World/Az Gelişmiş Dünyada Toplumsal Hareketler ve İhracat Tarımı’dır. Ve Paige aynı zamanda, topraksız kır işçilerinin devrimci olmasının imkânsızlığı ve bunların sadece daha iyi ücret ve çalışma koşulları elde etmeye yönelen reformist siyasal hareketleri desteklemeye eğilimli olmaları açısından Wolf ile aynı fikirdedir. Ancak Wolf’un aksine Paige, devrimci hareketlerin, ücretli olan yarıcı çiftçilerin ve yarı-proleterlerin, gelirini toprağı işlemeksizin (sermaye yatırımının aksine) sabit toprak sahipliğinden ve devredilemez toprakların denetiminden elde eden egemen sınıfla karşı karşıya gelmesi nedeniyle geliştiğini öne sürmektedir. Yine Wolf’un aksine Paige, özellikle devrimci sosyalist hareketlerin, kent kökenli kesimlerin dışarıdan katılımıyla değil içeriden inşa edilerek oluştuğunu” iddia etmektedir (1975:62).
Bu nedenle modernizasyon kuramcıları devrimci hareketlerin gelişimini çok hızlı bir modernizasyonun sonuçlarından biri olarak görüyor ve başarılarını uzlaşmayan elitlere bağlıyorken, Marksistler, çevrede son zamanlarda gerçekleşen devrimleri “geri kalmış” toplumların –ya da en azından köylülerin “sağcı” kesimlerinin– sisteme dâhil olamamaya bir tepkisi olarak açıklama eğilimindedirler. Bir başka deyişler, bu devrimler eninde sonunda kapitalist emperyalizm ya da küreselleşmeye dönük tepkilerdir.
Peki, Marksistler haklı mı? Ya da şöyle diyelim, “gerçekten” devrimci olan köylülüğe ilişkin arayışlarında hangi Marksistler haklı? Ben hepsinin ve hiçbirinin olduğunu savunuyorum (Goodwin, 2001). Aslında kentsel kesimlerin yanı sıra kırsal kesimlerin –kentli ücretliler ve orta sınıfın yanı sıra yoksul, orta ve zengin çiftçileri de içeren–geniş bir kısmı belirli devrimci hareketler dâhilinde önemli roller oynayabilirler ve oynamışlardır. Ancak bu rolleri sadece sömürülen sınıflar olarak değil, aynı zamanda ve daha doğrudan biçimde devlet tarafından dışlanan ve sıklıkla bastırılan özneler olarak oynamışlardır. Sınıfsal ve ekonomik mağduriyetler devrimler dâhilinde sıklıkla önemli bir rol oynuyorsa da, günümüzdeki araştırmalar, devrimci hareketlerin köklerinin (diğer etkenlerin yanı sıra) sınıfsal ilişkilerin ve ekonomik kurumların içine gömüldüğü özel bir siyasal bağlam tipinde bulunduğunu ileri sürmektedir.
Marksistler aynı zamanda devrimci hareketleri ne olup ne olmadığını, bunların sınıfsal bileşiminin ne olup ne olmadığını, devleti fiilen alaşağı etmekte başarılı mı başarısız mı olacaklarını belirleyen koşullara ilişkin çok az şey söylemişlerdir. Herhangi bir devrimin yenilgisi, muhtemelen sınıf çelişkilerinin henüz tamamıyla “olgunlaşmadığını” ya da devrimci sınıfın veya sınıf ittifakının ciddi bir kitleselliğe henüz ulaşmadığını göstermektedir. Ancak devrimci hareketlerin başarısını ya da yenilgisini anlamak, daha az spekülatif ve daha özgül bir yaklaşımı gerektirmektedir: devrimcilerin alaşağı edecekleri devletin sıkı bir tahlilini.
Tercüme: Sendika.Org
1 Bu literatüre dönük bir rehber olarak Bkz. Cohan (1975), Goldstone (1980, 2001, 2003), Zimmermann (1983:bölüm 8), Kimmel (1990), Collins (1993), Foran (1993) ve Goodwin (1994). BU ve bunu takip eden bölüm Goodwin’in (2001) yolundan gitmektedir.
2 Craig Calhoun, kentli artizan/esnafların benzer nedenlerle kentli proletaryadan daha devrimci olduğunu iddia etmektedir (1982: 6.Bölüm).
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.