Filistin'de tek çözüm Siyonizm'in kökünün kazınmasıdır

Ilan Pappe

"İsyan ettiğimizde, bu belirli bir kültür için değil. İsyan ediyoruz çünkü birçok nedenden ötürü artık nefes alamıyoruz." (Frantz Fanon)

1948 Nekbe'sinden bu yana ve belki de daha öncesinde, Filistin'de 7 Ekim 2023'ten bu yana yaşananlar kadar yüksek şiddet seviyeleri görülmedi. Ancak bu şiddetin nasıl konumlandırıldığını, ele alındığını ve yargılandığını incelememiz gerekiyor.

Nitekim ana akım medya Filistinlilerin şiddetini sıklıkla "terörizm" olarak gösterirken, İsrail'in şiddetini meşru müdafaa olarak tasvir ediyor. İsraillilerin şiddeti nadiren "aşırı" olarak nitelendiriliyor. Bu arada, uluslararası hukuk kurumları "savaş suçu" olarak sınıflandırdıkları bu şiddetten her iki tarafı da eşit derecede sorumlu tutuyor.

Bu iki bakış açısı da hatalı. İlk bakış açısı Filistinlilerin "ahlaksız" ve "haksız" şiddeti ile İsrail'in "kendini savunma hakkı" arasında yanlış bir ayrım yapıyor.

Her iki tarafı da suçlayan ikinci bakış açısı, Filistin'in modern tarihindeki muhtemelen en şiddetli bölümü olan mevcut durumu anlamak için yanlış yönlendirilmiş ve nihayetinde zararlı bir çerçeve sunuyor.

Ve tüm bu bakış açıları, 7 Ekim'de patlak veren şiddeti anlamak için gerekli olan önemli bağlamı gözden kaçırıyor.

Dekolonizasyon

Bu sadece iki şiddet yanlısı taraf arasındaki bir çatışma ya da bir terör örgütü ile kendini savunan bir devlet arasındaki bir çatışma değil. Aksine, tarihi Filistin'in 1929'da başlayan ve bugün de devam eden dekolonizasyonunda bir bölümü temsil etmektedir. Ancak gelecekte 7 Ekim'in bu dekolonizasyon sürecinin erken bir aşamasına mı yoksa son aşamalarından birine mi işaret ettiğini anlayacağız.

Tarih boyunca dekolonizasyon şiddet içeren bir süreç olmuştur ve dekolonizasyonun şiddeti sadece bir tarafla sınırlı kalmamıştır. Çok küçük, sömürgeleştirilmiş adaların sömürge imparatorlukları tarafından "gönüllü" olarak tahliye edildiği birkaç istisna dışında, sömürgecilikten kurtulma süreçleri, sömürgecilerin yüzyıllarca olmasa bile on yıllarca süren baskıya son verdiği hoş ve uzlaşmacı bir olay olamamıştır.

Ancak Hamas'ı, İsrail'i ve dünyada onlara karşı takınılan çeşitli tutumları konuya giriş noktamızın bu olması için, Siyonizm'in sömürgeci doğasını kabul etmek ve dolayısıyla Filistin direnişini sömürgecilik karşıtı bir mücadele olarak tanımak gerekir. Bu tanım Siyonizm'in doğuşundan bu yana Amerikan yönetimleri ve diğer Batılı ülkeler tarafından ve dolayısıyla tamamen reddediliyor.

Çatışmayı sömürgeciler ve sömürgeleştirilenler arasındaki bir mücadele olarak tanımlamak, şiddetin kökenini tespit etmeye yardımcı oluyor ve kökenine inmeden şiddeti durdurmanın etkili bir yolu olmadığını gösteriyor. Filistin'deki şiddetin kökeni, 19. yüzyılın sonlarında Siyonizm'in bir yerleşimci sömürge projesine dönüşmesi.

Önceki yerleşimci sömürge projelerinde olduğu gibi, hareketin -ve daha sonra kurulan devletin- temel şiddet dürtüsü yerli nüfusu ortadan kaldırmaktı ve öyle de oldu. Ortadan kaldırma şiddet yoluyla başarılamadığında, çözüm her zaman daha olağanüstü şiddet kullanmak olmuştur.

Dolayısıyla, yerleşimci sömürgeci projenin yerli halka yönelik şiddet içeren muamelesini sona erdirebileceği tek senaryo, sona erişi ya da çöküşüdür. Yerli nüfusun mutlak olarak ortadan kaldırılmasını başaramaması, onu aşamalı bir ortadan kaldırma veya soykırım politikası yoluyla bunu sürekli olarak yapmaya çalışmaktan alıkoymayacaktır.

Sömürge karşıtı dürtü ya da şiddet kullanma eğilimi varoluşsaldır. Tabii insanların "işgal edilmiş ya da sömürgeleştirilmiş insanlar olarak yaşamayı tercih ettiklerine" inanmazsak.

Sömürgecilerin sömürgeleştirmeme ya da yok etme gibi bir seçenekleri her zaman vardır ancak sömürülenlerin şiddeti ya da dış güçlerin baskısı olmadan bunu yapmaktan çok nadiren vazgeçerler.

Gerçekten de, İsrail ve Filistin örneğinde olduğu gibi, şiddet ve karşı şiddetten kaçınmanın en iyi yolu, yerleşimci sömürge projesini dışarıdan baskı yoluyla durdurmaya zorlamaktır.

İsrail'in uyguladığı şiddetin ahlaki ve siyasi açıdan Filistinlilerin uyguladığından farklı değerlendirilmesi gerektiği yönündeki iddiayı desteklemek için tarihi kayıtları hatırlamakta fayda var.

Ancak bu, uluslararası hukukun ihlali nedeniyle kınamanın sadece sömürgeciye yöneltilebileceği anlamına elbette gelmez. Bu, 7 Ekim olaylarını ve Gazze'deki soykırımı bir bağlama oturtan ve bunu sona erdirmenin bir yolunu gösteren, tarihsel Filistin'deki şiddet tarihinin bir analizidir.

Modern Filistin'de şiddetin tarihi: 1882-2000

İlk Siyonist yerleşimci grubunun 1882'de Filistin'e gelişi kendi başına ilk şiddet eylemi değildi. Yerleşimcilerin şiddeti epistemikti, yani yerleşimciler tarafından Filistinlilerin şiddet kullanılarak ortadan kaldırılması, Filistin'e vardıklarında zaten yazılmış, hayal edilmiş ve arzulanmıştı bu da meşhur "halksız bir toprak" mitini çürütüyordu.

Siyonist hareket, hayal edilen taşınmayı gerçeğe dönüştürmek için 1918'de Filistin'in İngiltere tarafından işgal edilmesini beklemek zorunda kaldı.

Birkaç yıl sonra, 1920'lerin ortalarında, İngiliz manda hükümetinin yardımıyla, Merc İbn Amir ve Vadi Havaris bölgelerinin Siyonist hareket tarafından Beyrut'taki mirasyedi toprak sahiplerinden ve Yafa'daki bir toprak sahibinden satın alınmasının ardından on bir köy etnik olarak temizlendi.

Filistin'de daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı. Toprak sahipleri, her kim olurlarsa olsunlar köylerini boşaltmadılar. Bu köyler, Osmanlı kanunları toprak işlemlerine izin verdiği için yüzyıllardır oradaydı.

Bu, Filistinlileri mülksüzleştirme girişiminin kökeni ve ilk sistematik şiddet eylemiydi.

Bir başka şiddet biçimi de Filistinlileri iş gücü piyasasından uzaklaştırmayı amaçlayan "İbrani İş Gücü" stratejisiydi. Bu strateji ve etnik temizlik, Filistin kırsalını fakirleştirdi ve iş ya da uygun konut sağlayamayan şehirlere zorunlu göçe yol açtı.

Ancak 1929'da bu şiddet eylemleri Mescid-i Aksa'nın yerine üçüncü bir tapınak inşa etme söylemiyle birleşince Filistinliler ilk kez şiddetle karşılık verdi.

Bu koordineli bir tepki değil, Filistin'in Siyonist sömürgeleştirilmesinin acı meyvelerine karşı kendiliğinden ve çaresiz bir tepkiydi.

Yedi yıl sonra, İngiltere daha fazla yerleşimcinin gelmesine izin verdiğinde ve kendi ordusuna sahip yeni bir Siyonist devletin kurulmasını desteklediğinde, Filistinliler daha organize bir kampanya başlattı.

Bu, Arap İsyanı olarak bilinen ve üç yıl süren (1936-1939) ilk ayaklanmaydı. Bu dönemde Filistinli seçkinler Siyonizm'in Filistin ve halkı için varoluşsal bir tehdit olduğunu nihayet kabul etti.

İsyanın bastırılmasında İngiliz ordusuyla işbirliği yapan ana Siyonist paramiliter grup, "Savunma" anlamına gelen Haganah olarak biliniyordu ve bu nedenle İsrail'in Filistinlilere yönelik herhangi bir saldırganlık eylemini meşru müdafaa olarak tasvir etme söylemi, İsrail ordusunun adı olan İsrail Savunma Kuvvetleri'ne de yansımıştır.

İngiliz Mandası döneminden günümüze kadar bu askeri güç, toprak ve pazarları ele geçirmek için kullanıldı. Sömürgecilik karşıtı hareketin saldırılarına karşı bir "savunma" gücü olarak kullanıldı ve bu haliyle 19. ve 20. yüzyıllardaki diğer sömürgecilerden farklı değildi.

Aradaki fark, modern tarihte sömürgeciliğin sona erdiği çoğu örnekte, sömürgecilerin eylemlerinin artık geriye dönük olarak meşru müdafaadan ziyade saldırganlık eylemleri olarak görülmesidir.

Siyonistlerin en büyük başarısı, saldırganlıklarını meşru müdafaa, Filistinlilerin silahlı mücadelesini de terörizm olarak etiketlemek olmuştur. İngiliz hükümeti, en azından 1948'e kadar, her iki şiddet eylemini de terörizm olarak değerlendirmiş, ancak Filistinlilere yönelik etnik temizliğin ilk aşamasını izlediği 1948'de Filistinlilere karşı en kötü şiddetin uygulanmasına izin vermiştir.

Aralık 1947 ile Mayıs 1948 arasında, İngiltere hala kanun ve düzenden sorumluyken, Siyonist güçler Filistin'in ana kentlerini ve çevresindeki köyleri kentleştirdi, yani yok etti. Bu terörden öte bir şeydi, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtu.

Mayıs-Aralık 1948 tarihleri arasında, Filistin'in yüzyıllardır tanık olduğu en şiddetli yöntemlerle gerçekleştirilen etnik temizliğin ikinci aşamasının tamamlanmasının ardından, Filistin nüfusunun yarısı zorla sürülmüş, köylerin yarısı ve kasabaların çoğu yok edilmişti.

İsrailli tarihçiler "Arapların" Yahudileri denize dökmek istediğini iddia ettiler. Gerçek anlamda denize atılan -ve boğulan- tek insanlar Yafa ve Hayfa'da Siyonist güçler tarafından evlerinden kovulanlardı.

İsrail şiddeti 1948'den sonra da devam etti ancak Filistinliler tarafından bir kurtuluş hareketi inşa etme çabasıyla ara sıra karşılık buldu.

Mültecilerin tarlalarda hayvanlarından ve ürünlerinden arta kalanları geri almaya çalışmasıyla başladı, daha sonra "Fedai"lerin askeri tesislere ve sivil yerlere saldırmasıyla devam etti. Ancak 1968'de El Fetih Hareketi Arap Birliği'ne bağlı Filistin Kurtuluş Örgütü'nü devraldığında önemli bir girişim haline geldi.

1967'den önceki süreç bilindiktir. Mülksüzleştirilenler mücadelelerinde şiddete başvurmuşlardır, ancak sınırlı bir ölçüde, buna karşılık İsrail ordusu, Ekim 1953'te Ariel Şaron'un 101 numaralı birliğinin 69 Filistinli köylüyü öldürdüğü ve birçoğunun kendi evlerinde havaya uçurulduğu Kibye köyü katliamında olduğu gibi, ezici ve ayrım gözetmeyen bir şiddetle misilleme yapmıştır.

Filistinlilerin hiçbir grubu İsrail şiddetinden muaf tutulmadı. İsrail vatandaşı olanlar 1966 yılına kadar baskının en şiddetli biçimine maruz kaldılar: Askeri yönetim. Bu sistem, tebaasına karşı taciz, ev yıkımları, keyfi tutuklamalar, sürgünler ve cinayetler de dahil olmak üzere rutin olarak şiddet uyguladı. Bu zulümler arasında Ekim 1956'da İsrail sınır polisinin 49 Filistinli köylüyü öldürdüğü Kafr Kasım katliamı da vardı.

Aynı şiddet sistemi Haziran 1967 Savaşı'ndan sonra işgal altındaki Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ne de taşındı. Aralık 1987'deki çoğunlukla şiddet içermeyen Birinci İntifada'ya kadar 19 yıl boyunca işgalin şiddeti işgal edilenler tarafından tolere edildi. İsrail, 300'ü çocuk olmak üzere 1200 Filistinlinin ölümüne, 120 bin kişinin yaralanmasına ve 1800 evin yıkılmasına neden olan vahşet ve şiddetle karşılık verdi. Bu süreçte 180 İsrailli öldürüldü.

Burada alışıldık süreç devam etti: İşgal altındaki bir halk, kendi liderleri ve bölge ile dünyanın kayıtsızlığı karşısında hayal kırıklığına uğrayarak şiddet içermeyen bir isyan başlattı, ancak sömürgeci ve işgalcinin tüm acımasız gücüyle karşılaştı.

Bu olaylar sonrasında başka bir alternatif de ortaya çıktı. İntifada, 7 Ekim'deki Hamas saldırısında olduğu gibi Filistin'e olan ilginin yeniden artmasını tetikledi ve işgali sona erdirme umutlarını artıran Oslo Anlaşmaları gibi bir "barış süreci" üretti, ancak bunun yerine işgalciye işgalini sürdürmesi için dokunulmazlık sağladı.

Bu hayal kırıklığı kaçınılmaz olarak Ekim 2000'de daha şiddetli bir ayaklanmaya yol açtı. Bu aynı zamanda Filistin halkının desteği, işgalin diplomatik yollarla sona erdirileceğine inanan liderlerden, işgale karşı silahlı mücadeleyi sürdürmeye istekli olanlara, yani siyasi İslami gruplara kaydırdı.

21. yüzyıl Filistini'nde şiddet

Hamas ve İslami Cihad, gelecekteki halifeliğe dair teokratik vizyonları ya da kamusal alanı daha dindar hale getirme arzuları nedeniyle değil, işgalle savaşmaya devam etme tercihleri nedeniyle büyük destek buldu.

Şiddet hususunda korkunç gidişat daha da devam etti. İkinci İntifada, İsrail'in daha acımasız bir tepkisiyle karşılaştı.

İsrail ilk kez sivil halka karşı F-16 bombardıman uçakları ve Apaçi helikopterlerinin yanı sıra 2002 Cenin katliamına yol açan tank ve topçu taburlarını kullandı.

Bu vahşet, 2000 yazında Hizbullah'ın İsrail ordusunu Güney Lübnan'dan aşağılayıcı şekilde çıkarmasını telafi etmek için yukarıdan yönlendirildi. Ekim 2000'de İkinci İntifada patlak verdi.

2000'den itibaren işgal altındaki halka yönelik doğrudan şiddet, Batı Şeria ve Kudüs bölgesinin yoğun bir şekilde kolonileştirilmesi ve Yahudileştirilmesi biçimini de aldı. Bu kampanya, Filistin topraklarının kamulaştırılması, Filistin bölgelerinin apartheid duvarlarıyla çevrilmesi ve yerleşimcilere işgal altındaki topraklarda ve Doğu Kudüs'te Filistinlilere saldırmaları için serbestiyet verilmesi olarak hayata geçirildi.

2005 yılında Filistin sivil toplumu "Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar Hareketi" aracılığıyla dünyaya farklı bir mücadele türü sunmaya çalıştı. Uluslararası topluma İsrail'in sömürgeci şiddetini durdurma çağrısına dayanan ve şimdiye kadar hükümetler tarafından dikkate alınmayan şiddet içermeyen bir mücadele sundu.

Bunun yerine, İsrail'in sahadaki vahşeti arttı ve özellikle Gazze direnişi, İsrail'i 2005 yılında yerleşimcilerini ve askerlerini oradan çıkarmak zorunda bırakacak kadar dirençli bir şekilde karşılık verdi.

Ancak çekilme Gazze Şeridi'ni kurtarmadı. Gazze Şeridi sömürgeleştirilmiş bir alan olmaktan çıkıp İsrail tarafından yeni bir şiddet biçiminin uygulandığı bir ölüm sahasına dönüştü.

Sömürgeci güç, Filistinlilerin özellikle Gazze Şeridi'nde 21. yüzyılda sömürgeleştirilmiş bir halk olarak yaşamayı reddetmesiyle başa çıkma girişiminde etnik temizlikten soykırıma geçti.

2006 yılından bu yana Hamas ve İslami Cihad, İsrail'in Gazze Şeridi halkına karşı sürdürdüğü soykırıma karşılık olarak şiddet kullanıyor. Bu şiddet İsrail'deki sivil nüfusa da yöneliyor.

Batılı siyasetçiler ve gazeteciler bu politikaların Gazze nüfusu üzerindeki dolaylı ve uzun vadeli yıkıcı etkilerini, sağlık altyapısının tahribatını ve Gazze mahallesinde yaşayan 2.2 milyon insanın yaşadığı travmayı genellikle göz ardı ediyorlar.

İsrail, 1948'de yaptığı gibi, tüm eylemlerinin Filistinlilerin şiddetine karşılık savunma ve misilleme amaçlı olduğunu iddia ediyor. Ancak özünde İsrail'in 2006'dan bu yana gerçekleştirdiği eylemler misilleme niteliğinde değil.

İsrail, Filistinlilerin yarısını tarihi Filistin topraklarında, milyonlarcasını da Filistin sınırlarında bırakan 1948'deki etnik temizliğin tamamlanmamış halini devam ettirme arzusuyla şiddet operasyonları başlattı. Her ne kadar acımasız olsalar da tasfiye politikaları bu açıdan başarılı olamadı, bunun yerine Filistinlilerin umutsuz direniş nöbetleri tasfiye projesini tamamlamak için bir bahane olarak kullanıldı.

Ve döngü devam ediyor. İsrail Kasım 2022'de aşırı sağcı bir hükümet seçtiğinde, İsrail şiddeti Gazze ile sınırlı kalmadı. Tarihi Filistin'in her yerinde ortaya çıktı. Batı Şeria'da askerlerin ve yerleşimcilerin artan şiddeti, özellikle güney El Halil dağlarında ve Ürdün Vadisi'nde giderek artan bir etnik temizliğe yol açtı. Bu durum, gençler de dahil olmak üzere cinayetlerin ve yargılama olmaksızın tutuklamaların artmasına neden oldu.

Kasım 2022'den bu yana İsrail'de yaşayan Filistinli azınlığın başına farklı bir şiddet türü bela oldu. Bu topluluk, birbirleriyle çatışan ve her gün bir veya iki topluluk üyesinin öldürülmesiyle sonuçlanan suç çetelerinin günlük terörüyle karşı karşıya. Polis bu sorunları genellikle görmezden geliyor. Bu çetelerden bazıları, Oslo Anlaşmasının ardından Filistin bölgelerine yerleştirilen ve İsrail gizli servisiyle bağlantılarını sürdüren eski işgal işbirlikçilerinden oluşuyor.

Buna ek olarak, yeni hükümet Mescid-i Aksa çevresindeki gerilimi daha da tırmandırarak siyasetçilerin, polisin ve yerleşimcilerin Harem-i Şerif'e daha sık ve saldırgan bir şekilde girmesine izin verdi.

Hamas'ın 7 Ekim'deki saldırısının arkasında net bir strateji olup olmadığını ya da planlandığı gibi gidip gitmediğini, bu plan ne olursa olsun, bilmek henüz çok zor. Ancak İsrail ablukası altında geçen 17 yıl ve Kasım 2022'de İsrail'in özellikle şiddet yanlısı bir hükümet kurması, daha sert ve cüretkar bir sömürgeci karşıtı kurtuluş mücadelesi biçimini deneme kararlılıklarını artırdı.

Hakkında henüz tam bir tabloya sahip olmadığımız 7 Ekim hakkında ne düşünürsek düşünelim, bu bir kurtuluş mücadelesinin parçasıydı. Hamas'ın eylemleri hakkında hem ahlaki hem de etkinlikle ilgili sorular sorabiliriz. Tarih boyunca kurtuluş mücadelelerinde bu tür soruların sorulabileceği ve hatta eleştirilebileceği anlar olmuştur.

Ancak 120 yıllık sömürgeleştirmenin ardından Filistin'in halkını şiddet içermeyen yöntemlerin yanı sıra silahlı mücadeleyi benimsemeye zorlayan şiddetin kaynağını da unutamayız.

19 Temmuz 2024 tarihinde Uluslararası Adalet Divanı, Batı Şeria'nın statüsüne ilişkin büyük ölçüde fark edilmeyen önemli bir karar verdi. Mahkeme, Gazze Şeridi'nin Batı Şeria'ya organik olarak bağlı olduğunu ve dolayısıyla uluslararası hukuka göre İsrail'in Gazze'de işgalci güç olmaya devam ettiğini teyit etti. Bu da Gazze halkının İsrail'e karşı eylemlerinin işgale karşı direnme haklarının bir parçası olarak kabul edildiği anlamına geliyor.

Bir kez daha, misilleme ve intikam kisvesi altında, İsrail'in 7 Ekim'den sonraki şiddeti, daha önceki şiddet döngülerini istismar etmesinin izlerini taşıyor.

Buna soykırımı İsrail'in "demografik" sorununu çözmek için bir araç olarak kullanmak da dahil. Esasen, İsrail'in tarihi Filistin topraklarını Filistinli sakinleri olmadan nasıl kontrol edeceği sorusuna da cevabı. 1967'ye gelindiğinde İsrail tarihi Filistin'in tamamını ele geçirmişti ancak demografik gerçeklik tamamen mülksüzleştirme hedefini engelledi.

İronik bir şekilde, İsrail 1948'de Gazze Şeridi'ni yüz binlerce mülteci için bir sığınak olarak kurdu ve Nekbe sırasında ordusu tarafından sürülen Filistinlilerin önemli bir kısmını bölgeden uzaklaştırmak için tarihi Filistin topraklarının yüzde 2'sinden feragat etmeye "razı" oldu.

Bu mülteci kampı, halkının dayanıklılığı ve direnişi nedeniyle İsrail'in "Filistin'i Araplardan arındırma" planlarına diğer tüm bölgelerden daha fazla meydan okuduğunu kanıtladı.

İsrail'in Gazze'deki soykırımını durdurmaya yönelik her türlü girişim iki şekilde yapılmalıdır. Birincisi, ateşkes ve ideal olarak İsrail'e yönelik uluslararası yaptırımlar yoluyla şiddeti durdurmak için derhal harekete geçilmelidir. İkinci olarak, soykırımın Batı Şeria'yı hedef alabilecek bir sonraki aşamasını önlemek çok önemlidir. Bu da küresel dayanışma hareketinin, İsrail'i soykırım politikalarına son vermeye zorlamaları için hükümetlere ve politika yapıcılara baskı yapma kampanyasının devam ettirilmesini ve yoğunlaştırılmasını gerektirmektedir.

19. yüzyılın sonlarından ve Siyonizm'in Filistin'e gelişinden bu yana Filistinlilerin talebi şiddet ya da intikam değildir. Filistinlilerin amacı, sadece Siyonizm ve İsrail tarafından değil, Filistin'in mülksüzleştirilmesi projesine izin veren ve bağışıklık kazandıran güçlü ittifak tarafından da bir asırdan fazla bir süredir Filistinlilerden esirgenen bir hak olan normal ve doğal yaşama geri dönmektir.

Bu, Filistin toplumunu romantikleştirmek ya da idealize etmek değildir. Filistin toplumu, gelenek ve modernitenin genellikle karmaşık bir ilişki içinde bir arada var olduğu ve kolektif kimliklerin, özellikle de dış güçler bu farklılıkları istismar etmeye çalıştığında, bazen bölünmelere yol açabildiği bir bölgede tipik bir toplumdur ve olmaya devam edecektir.

Ancak Siyonizm öncesi Filistin, Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin barış içinde bir arada yaşadığı ve çoğu insanın şiddete nadiren maruz kaldığı bir yerdi, muhtemelen Küresel Kuzey'in birçok bölgesinden daha az sıklıkla.

Yaşamın kalıcı ve kitlesel bir yönü olarak şiddet, ancak kaynağı ortadan kaldırıldığında ortadan kaldırılabilir. Filistin örneğinde bu kaynak, sömürgeleştirilmiş Filistin halkının varoluşsal mücadelesi değil, İsrailli yerleşimci devletin ideolojisi ve pratiğidir.


New Arab'da yayınlanan bu değerlendirme Mepa News okurları için Türkçeleştirilmiştir. Değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.