Bir süre önce tercüme edilip "Mısırlıların Ülkesinde 7 Yıl" başlığıyla yayınlanan dönemin İsrail Kahire Büyükelçisi Moshe Sasson'un hatıratını bitirdim. Bu yıllar barış anlaşmasının ve ardından normalleşme operasyonunun devreye girdiği 1981-1988 yıllarıydı. Elçi müstefit olunabilecek bu hatıratında kendisine bahşolunan bütün siyasi marifetleri ve ikna kabiliyetini kullanarak Mısır toplumuna sızma girişimini ve İsrail'le barışı fikrinin zihinlere pompalanış hikayesini anlatıyor.
Hatıratta durup üzerine düşünülmesi gereken birden fazla yer var. Bense bu yazımda üçüne değineceğim. Bana kalırsa diğerleri arasında Gazze'ye nasıl destek verileceği sorumuza en fazla fayda verecek kısımlar bu üç yerdir.
Bu arada açıklanması gereken bir husus var. Şöyle ki, Gazze'ye destek üzerine konuşmak dört nedenden ötürü Peygamber Aleyhisselam'a destek olmaya eşdeğer niteliktedir.
Bunlar;
1- Gazze'ye ve diğer Müslümanlara destek olmak peygambere sahip çıkmaktan bir parçadır. Zira Müslümanlara destek olmak peygamberin emri olan ümmet-i Muhammed'i savunma direktifinin pratiğe dökülmesidir.
2- Gazze'ye destek olmak İsrâ hadisesine destektir. Bu mübarek topraklardan peygamber İsrâ'ya ve Mirac'a çıktı. Sonra gökten peygamberlere imamlık etmek üzere yine bu topraklara indi. Bu mübarek toprakların konumu diğer davalarımıza göre daha özel bir yerde.
3- Gazze'nin kendisi Peygamber'in İsrâ'ya çıktığı yerin gasp edilmesinden ve Yahudilerin peygambere dil uzatmalarından ötürü kıyam etmiştir. Bu yapılanları Müslümanlar görüyorlar ve bir şey yapmaktan aciz kalıyorlardı. O halde Gazze'ye destek Peygambere sahip çıkanlara destek olmak ve sahip çıkmaktır.
4- Fransa, İsveç, Hindistan ve İsrail fark etmeksizin Nebi'yi karalama amaçlı yürütülen kampanyalara karşı durmakla Gazze'deki Müslümanlara destek olmak arasında bir fark yoktur. Bu kampanyaların her tekrarlanışında kendimizi medya çalışmaları ve boykot çağrıları yapmaya, demeçler ve fetvalar vermeye mecbur görüyor ama bunun ötesine gidemiyoruz. Siyasi rejimlerinse çoğunlukla bu tepkileri bir kenara atıp milyarlık pazarlıklara ve yeni ekonomik anlaşmalara koşuştuklarını müşahede ediyoruz. Bazılarının daha da ileri gidip medya aygıtlarıyla bu destek girişimlerini karaladıklarını, emniyet birimlerini de peygambere destek verenleri tutuklatmak için seferber ettiklerini görüyoruz.
Böylece biz Müslüman Arap halkları olarak peygambere karşı yürütülen karalama kampanyalarına tepki gösterdiğimizde de Gazze'de süren katliama karşı sesimizi yükselttiğimizde de kendimizi farklı bir konumda bulamıyoruz. Her şey üzerinde egemenliğini kurmaya çalışan modern devlet çağında, evimizin dışında yemek, içmek ve eğlenmek dışında hiçbir özgürlüğümüz yok. Ev dışında yürütülen her faaliyetin egemen güç tarafından uygun görülmesi gerekiyor. Eğer durum değişmiyorsa çözüm yolunu aramak da pek değişiklik göstermeyecektir.
İlk husus: Değişim sırrı yöneticinin elindedir
Moshe Sasson, Mısır'daki görevinin kolay olmadığının farkındaydı. Mısır'a geldiğinde üç handikapı olacağını tahmin etmişti. Bunun en önemlisi Enver Sedat'ın ölmesi durumunda barış anlaşmasına ne olacağıydı.
Sasson şöyle der:
"Bütün Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi her şey devletin başındaki şahsa bağlıdır. Savaş ve barış da dahil olmak üzere her önemli karar aslında tek bir kişinin kararıyla gerçekleşir. 'Lider'. Genellikle de lider niyetini kimseye açık etmez."
Bundan ötürü barış halinin devamı da Sedat'ın koltukta kalmasına bağlıydı. Dolayısıyla bu şahsın yok edilmesi ihtimalinden kaygılanılıyordu.
Bu soru işaretinin cevabı çok gecikmedi. Elçiliğe atanmasından aylar sonra Sedat, Sasson'un gözü önünde suikasta uğradı. Herkes onu ve İsrail'i yatıştırmaya ve Hüsnü Mübarek'in Sedat'ın öğrencisi olduğunu söylemeye başladı. Sedat onu bu görevi tamamlamak üzere eğitmişti. Yetkili kişiler, elçinin bakanlıklardaki arkadaşları hatta [Enver Sedat'ın eşi] Cihan Sedat tarafından demeçler verildi. Bunların hepsinin verdiği mesaj aynıydı: "Endişelenme! Mübarek Sedat'ın izinden gidecek."
Siyasi hayatının sonuna geldiğinde elçinin Mübarek üzerinden yaptığı çıkarım barışın tek bir kişinin sayesinde devam ettiğiydi: Muhammed Hüsnü Mübarek. Zira Mübarek isteseydi tek bir emriyle Mısır ile İsrail arasındaki barış anlaşmasını, içeriden pek bir muhalefet görmeden ilga edebilirdi. O halde bölgede olağanüstü bir gelişme olmadıkça anlaşmanın ömrü Mübarek'in koltukta kalmasına bağlıydı.
Hikâyenin geri kalanı malum. Mübarek'in Cumhurbaşkanlığı otuz sene sürdü. Mübarek, askerliğin ismi ve üniformasından başka bir niteliğini üzerinde bulundurmayan bir asker nesli yetiştirdi. En iyisi aç gözlü bir tüccar, en kötüsü ise hain bir iş birlikçi olan bu güruh şu an var olan bütün gücüyle Gazze'ye açılan savaşa ortak oluyor.
Barışçıl olsun kanlı olsun, seçimle veya darbe ile veya devrimle veya başka bir şeyle olsun yöneticiyi değiştirmeyi hedeflemediğimiz sürece zamanımızı ve çabamızı heder ediyoruz. Ümmet adeta kodese tıkılmış bir mahkum durumunda: Bir kurnazlıkla kapının anahtarını alamıyorsa ya o kapıyı kırmalı veya bir tünel kazmalı ya da gardiyanı öldürmeli. Aksi halde ölene kadar mahpus kalacak.
İkinci husus: İhanetin ve ürkek normalleşmenin akıbeti
Sasson'un ikinci korkusu şuydu: Sina Yarımadası'nın tamamı Mısır'a geri verildiğinde barış devam edebilecek miydi?
Bilmeyenler için söyleyeyim: İsrail Sina Yarımadası'ndan çekiliş sürecini barış anlaşmasından üç sene sonra tamamlamıştı. Yani İsrail elçisi Mısır'a gelip elini kolunu sallayarak dolaşabildiği sırada Sina hala işgal altındaydı.
Sasson'un bu korkusu Mısır halkının İsrail ile yapılan barışı desteklememesinden kaynaklanıyordu. Halk rejim tarafından bu barışa zorlanmıştı. Sedat ise kayıtsız şartsız bir barış sürecine girişmişken suikasta uğramıştı. Suikast barış girişimini sınırlandırmış ve Mübarek'in bu süreci bir taraftan barış anlaşmasını feshetmeden bir taraftan da halkın gazını alabilecek kadar alan açacak biçimde tereddüt ederek yürütmesini sağlamıştı.
İsrail Mısır'a yaratacağı sorunlara aldırmadan bölgede savaşlara girişmiş ve bu siyaseti Mübarek'in ürkekliğini daha da artırmıştı. Mısır rejimi gayretkeş bir tutumla diğer Arap rejimlerini İsrail ile barışmanın kaçınılmazlığına ikna etmeye çalışıyordu. Kendisinin mevzisini terk eden bir Arap devleti olmadığını ifade etmeye, bilakis bu barışı Arap ülkelerini korumak için tasarladığı bir planmış gibi göstermeye çalışıyordu. Durum böyleyken Sedat'ın Şarm eş Şeyh'te Begin ile görüşmesinden üç gün sonra İsrail Irak'ın nükleer reaktörlerini vurmuştu. Mübarek'in gelişinden sonra da İsrail Beyrut'u kontrolü altına alıp Lübnan'ı işgal etmiş, Sabra ve Şatilla'da kontrolü altında büyük katliamlar yapılmış, Tunus'ta Ebu Cihad'ı öldürtmüş ve daha birçok olay meydana gelmişti. Bütün bu hadiseler Mısır rejimini savunmasız bir konuma ve düştüğü rezilliği tatmaya sürüklemişti. İsrail barışı bir kenara bırakmış ve bölgedeki savaşına devam etmişti. Arap dünyası da büyük abilerinin beyaz bayrağı çekip hiçbir şey yapmaya yeltenemeden köşeden izlediğini görmüşlerdi.
Sasson'un içini daraltan üçüncü endişesi de budur. İsrail'in başka bir Arap ülkesi ile savaşa girmesi durumunda Mısırla yapılan barışın durumu ne olacaktır?
Görevinin sonunda Sasson bu üç endişesini de bertaraf etmişti. Sedat ölmüş ve barış devam etmişti. Sina Mısır'a teslim edilmiş ve barış devam etmişti. İsrail'in Arap dünyası ile girdiği savaşlara rağmen de barış ayakta kalmıştı. Buna rağmen içini kemiren bir kurt vardı: Çünkü normalleşme hala ürkek, yavaş ve gelgitliydi. Hatta onu ifadesi ile "sığ" idi. Mübarek ile gerçekleştirdiği son görüşmesine kadar da bu durumdan yakınacaktı.
Gerçekte ise bu tereddüt, ağırdan alış ve ürkeklik Sedat'ı öldürerek zirve yapan direnişin sayesindeydi. Nasıl ki Ürdün Kralı 1. Abdullah'a yapılan suikast normalleşme sürecine kırk yıl ket vurmuşsa Sedat suikastı da açıktan normalleşmeyi kırk sene engellemişti. İsrail Başbakanı Golda Meir de hatıratında bunu açıkça belirtip şöyle der:
"İsrail devleti kurulmadan altı ay evvel Doğu Ürdün Kralı ve Kral Hüseyin'in dedesi Kral Abdullah ile iki kez görüştüm. Bu iki görüşmenin de gizli kalmasına rağmen, bugüne kadar kimse o görüşmeler hakkında çıkan dedikoduların Kral'ın suikasta uğramasında ne kadar etkili olduğunu bilmiyor. Suikast Arap aleminde kronik bir hastalıktır. Arap liderlerin alması gereken ders uzun ömrün gizliliğe bağlı olduğudur. Kral Abdullah'ın öldürülüşü ondan sonra gelen Arap liderlerde derin etkiler bıraktı. Hatırladığım kadarıyla Abdunnasır kendisine gönderdiğimiz bir aracıya şöyle demişti: 'Ben-Gurion benimle görüşmek için Kahire'ye gelse kahraman olarak geri dönecek. Benim ona gitmem durumunda ise dönüşümde öldürüleceğim.' Anlaşılan o ki bu durum hala devam ediyor."
Fakat elçi Sasson barışı devam ettirmek ve normalleşmenin propagandasını yapmakla görevlendirildiği için bu iki suikastın var olan İsrail ilişkileriyle hiçbir bağlantısı olmadığı iddia eder. Ancak onun bu çabası vakıada bir değişikliğe yol açmaz. Mübarek koltukta kaldığı müddetçe halkın, sendikaların ve taraftarlarının İsrail'e hakaret etmelerine göz yummak, İsrail'le turizmi ve ticari alışverişi yasaklamak, İsrail'i hedef alan reklamlara izin vermek zorunda kalır. O dönemde hiçbir gazete İsrail elçisinin demeçlerini yayınlama cesaretini gösteremez. Onun kendini halktan koruma, Arap ülkeleri ile ilişkilerini sürdürme ve kendisini dikkate almayan İsrail'e kızgınlığını iletme yolu budur.
Mübarek'in gücü kendinde hissettiği her dönemde İsrail'e yakınlaşması ve normalleşme sürecini güçlendirmesi bu durumu teyit ediyor. Bu durum onun tamamen ağırlığını yitirmesine ve rejiminin son on senesinde ülkeyi bir polis devletine çevirmesine hatta kendisinden sonra lider olarak oğlu Cemal'i belirlemesine kadar devam etti.
Halk direnişi yöneticiyi dengeli bir tutum izlemeye zorlamış ve ihanetini çok ileri gitmeden dalkavukça sürdürmesine yol açmıştı. Elçinin kendisi görevde olduğu 7 sene içerisinde iki kere suikast teşebbüsüne maruz kalacaktı.
Üçüncü husus: İnsanlar liderlerinin dini üzerinedir
Yönetimin bu siyaseti çarpık sonuçlarını üretmeye başladı. Her halkın arasında ihanete hazırlıklı açgözlüler ve menfaatleri doğrultusunda hareket edenler olacaktı. Yeni durumdan fayda sağlamayı amaçlayan hücreler böylece uyanmış oldu.
Mısır'da katıldığı ilk partide elçi, halini hatırını soran ve adeta iştiyakla ona yakın durmaya çalışan yaşlı bir adamla karşılaşır. Bu adam İsrail ile ilk barış sürecini başlatmak isteyen ve Kral Faruk döneminde aradaki ilişkilerden sorumlu Kemal Riyad'dan başkası değildir. Fakat İsrail'in inatçılığı bu süreci akamete uğratmıştı. Sonrasında otuz yıl boyunca bir köşeye çekilmiş, vakti gelince yeniden irtibat kurmak için harekete geçmişti. Onun yolundan başkaları da gitti. Bu tiplemeleri keşfetmek elçinin göreviydi. Ve istediğini birden fazla şahısta bulabildi. Bu minvalde Necip Mahfuz ve Ömer Şerif gibi Mısır'ın elitleriyle ve tecrübeli siyasetçilerden Kemal Hasan Ali, Yusuf Vali, Cihan Sedat ve dönemin petrol bakanı Abdülhadi Kındil gibi isimlerle arasında geçen birçok olayı kendisi hatıratında aktarır.
Fakat daha sonraları halkın avam kesimi arasında bu yeni durumdan menfaat sağlamak ve elçiyle iyi ilişkiler kurmak isteyenler çıkmaya başladı. Bu kimseler elçinin onlara yönelik attığı her adıma olumlu cevap verdiler.
Buna rağmen Kahire'de kaldığı süreci rahat geçiremedi. Zikrettiğimiz iki tespit bu durumun arkasında yatan sebeplerdi. Yöneticinin değişimi yapabilecek tek kişi olması ve bu yöneticinin suikasta uğrayan selefinden ibret alıp ürkekçe hareket etmesiydi bu sebepler. Arkasındaki insanlar da onun gibi ürkekçe yürüdüler.
Sasson şöyle der: "Mısır'ın elit tabakasının benimle olan ilişkisi kendilerine gelen direktiflere göre değişiyordu. Her şey siyasi parametrelere göreydi." Hatta elçinin söylediğine göre Cumhurbaşkanı'ndan sadır olan her işaret ve ima anında ilişki kurmaya veya kesmeye varıyordu. Mübarek durumdan hoşnutsa "Sasson Bey" diyor ve kapılar ona açılıyordu. Eğer İsrail'e kızgınsa "Bay Sasson" ya da "Mr. Sasson" diyor ve açık olan kapılar bile yüzüne kapanıyordu.
Elçi Sasson evinde bir parti düzenlediğinde bu menfaatçi tayfa gelir ve eğer resmi katılım olduğunu görürlerse yer içer ve eğlenirlerdi. Ancak resmi katılım olmadığı gördükleri vakit fazla oturmadan sıvışmaya çalışırlardı.
Sasson şöyle diyor:
"Günümüzde bile Mısır gibi ülkelerde her şey 'Reis'in dediğine bağlı durumda. Yöneticinin İsrail'e yönelik verdiği demeçlerin ve yaptıklarının hakim tabaka üzerinde doğrudan bir etkisi var."
Yöneticilerin halkı ifsadı, halkın yöneticileri ıslahından katbekat güçlü oluyor. Hatta çok dehşetli boyutlara dahi varabiliyor. Bu süreçte elçiyle yakınlaşan veya onunla selamlaşan insanların bazıları, akrabaları İsrailliler tarafından şehit edilmiş ya da bizzat İsrail ordusuyla girdikleri çatışmalarda yaralanmış kimselerdi. Onlardan biri de Süveyş Kanalı'nı geçerken yaralanıp bir süre felçli kalan Harp Müzesi'nin müdürü albaydı.
Bu hatırattaki en acı olay İsrail elçisinin evinde hizmetçi olarak çalışan kadının hikayesiydi. Bu kadın askere alınıp savaşta öldürülen bir askerin dul kalmış eşiydi. Devletin kendisine verdiği sosyal yardım yetmediği için hizmetçi olarak çalışmak zorunda kalmıştı. Sonra kader onu eşini öldüren devletin elçisine hizmetçilik yapmaya kadar sürüklemişti. Daha acı olanı bu kadın İsrail hakkında da savaş hakkında da hiçbir şey bilmiyordu. Yönetim ondan sırasıyla eşini, sonra haysiyetli yaşam hakkını, sonra da dostunu düşmanından ayıracak bilinci gasp etmişti.
Kardeşi savaşta öldürülen sonra İsrailli bir amirin emrinde çalışacağını öğrenen çiftçi de bir başka örnekti. Fakat çaresizliği ve fakirliği bu işte devam etmesine sebep oldu. Yahudiyle çalışmaya alıştıktan sonra da onun yanında olmaktan bir sıkıntı duymamaya başlamıştı. Bundan daha kötü olanı çiftçilerden bazıları İsrail'in nerede olduğunu bile bilmeyecek kadar İsrail'den bihaberlerdi. Rejimin yaygınlaştırdığı fakirlik insanların fıtratını bozmuştu. İsrail'in ne olduğunu ve nerede bulunduğunu bilmeyen bu insanlar Zirai Yardımlaşma Projesi Başkanı Michal Sella'nın dediği gibi bir duruma düşmüşlerdi: "Mısırlı iki şeyle ilgilenir: Ailesini geçindirmek ve kendine ait bir evi olması."
Özetle söylemek gerekirse, hain yöneticilerden kurtulmadığımız sürece sonuç şu şekilde olacak:
- Gazze'nin yenilmesi ve sonu Mescid-i Aksa'nın yıkılması olacak olan yolun başlangıcı.
- İsrail'in topraklarımızı hiç olmadığı derecede işgal etmesi ve topraklarımıza hiç olmadığı derecede hakim olması.
- Eşimizi ve çoluk çocuğumuzu onlara hizmetçi yapacak zillet ve fakirliğin yaygınlaşması. Çoluk çocuğumuz dostu düşmandan ayırt edemeyecek, ne için ve kimle savaştığımızı, öldürdüğümüzü ve öldüğümüzü bilemeyecek hale gelecek.
İşte felaketin en büyüğü de budur.
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.