İbni Haldun bugünkü sosyolojik anlayışa uygun olarak toplum ve devleti birbirinden ayrı varlıklar olarak ele alır. O’na göre cemiyet, insanların birbirine muhtaç olması gibi, doğal bir zorunluluktan doğduğu halde, devlet, ferdi diğer fertlerin saldırı ve zulmünden korumak için kurulmuş bir kurumdur. Kişinin silahları onu yabani hayvanlara karşı korur. Fakat o, aynı silaha sahip kendi cinsine karşı ne yapacaktır? Bu durumda toplum düzenini sağlayan hükümlere ve kanunlara ihtiyaç vardır. İnsan için kendi cinsinden bir yasakçıya sahip olma ve ona uyma da bir zorunluluk olmuştur. İbi Haldun’a göre; toplu halde yaşıyan arı ve çekirgelerde hükmetme ve emre uyma özelliği görülürse de, bu tamamen bir içgüdünün eseridir. İnsanlardaki ise aklın ve onların siyasi kabiliyetlerinin sonucudur.
İbni Haldun; “Mülk” kelimesi ile “Devlet” kelimesini Mukaddime’de aynı manada kulanmış gibi görülmektedir. Mülk kelimesi, hükümdarlık, hükümdarlık onuru, hükmetme, yönetme, yürütme karşılıklarını taşımaktadır. Prof. Dr. Ümit Hassan; İbni Haldun’da mülk-devlet ilişkisini şöyle tanımlıyor: Mukaddime’de mülk terimi temel kurumu, temel örgütü belirtmektedir. Zaten İslam kültüründe; din ve devlet, din ve mülk, din ve sultan terimlerinin böyle birlikte olarak sık sık kullanılması mülk ve devlet terimlerinin etimolojik açıdan aynı köke varan yakınlığını ortaya koymaktadır. Mukaddime’de mülk kelimesinden başka devlet kelimesi de geçmektedir.(58)
İBNİ HALDUN’DA DEVLET VE EGEMENLİK İLİŞKİSİ
İbni Haldun, devletin meydana gelişini bir bakıma idare edenlerle idare edilenler farklılaşması olarak izah etmektedir. Devletler, göçebe toplulukların zamanla gelişerek, zenginleşerek yerleşik hayata yönelmeleri ve kendi başlarına siyasi bir teşkilat kurmaları sonucu oluşur. “Asabiyye” bağı kuvvetli, cesur ve savaşçı göçebe cemiyetlerin zengin ve gevşemiş yerleşik cemiyetleri yenip, onların yerlerine geçmeleri sonucu ortaya çıkmaktadır.(59)
İbni Haldun’a göre devletin kurulması hükümdarın “Asabiyye” bağı kuvvetli bir soyun desteğini de gerektirmektedir. Buna karşın, her “Asabiyye” sahibi devlet kurarak hükümdar olamaz. Cemiyeti kendisine boyun eğdiren, vergiler toplayan, kendini saydıran ve sınırları koruyan hükümdar olabilir. İbni Haldun, yazılarında, “egemenlik” kavramına değinmekte, egemenliği içten en üstün otorite, dışarıya karşı da bağımsızlığı gerektirdiğini, devlet için zorunlu bir uygulama olduğunu ortaya koymuştur. İbni Haldun; egemenliğin niteliği ile ilgili bu düşünceleri modern devletin ayırıcı özelliği olarak savunan Jean Bodin’den 300 yüzyıl önce savunmuştur.
İbni Haldun’a göre devlet normal olarak birbiri ile rekabet halindeki değişik kabilelerden birinin diğerine üstün gelmesi ve onları yönetimi altına alması ile başlar. Başlangıçta bu üstünülk yönetici durumuna geçen kabiledeki asabiyye bağının diğer kabilelerden çok daha kuvvetli olmasından ileri gelir. Bu yüzden devlet ilk kuruluş döneminde yabancı bir kuvvet olup, halkı sırf kuvvet ve baskı üstünlüğüne dayanarak idare eder. İbni Haldun’a göre, devlet başkanlığı bir soyda karar kılıp, hükümdarlık düzeni içinde birinden diğerine geçmeye başlayınca insanlar devletin kuruluş safhasını unutur ve onu benimsemeye başlar. Bundan sonra hükümdarlık; o soydan gelenlerin tabii bir hakkı ve onlara boyun eğmenin dini bir görev ve inanç olduğu fikri yerleşir. Toplumda bu inanç yerleştikten sonra,insanlar inançları için savaştıkları gibi devletin ve yöneticilerinin düşmanları için de savaşırlar.
İbni Haldun; devletin kuruluşunda, psikolojik bir etkenin de rolüne işaret eder. İnsan çoğu kere yenilgisinin kuvvet noksanlığı gibi tabii bir sebebe dayandığını kabul etmez. Yenenin üstün niteliklere sahip olduğuna yorumlar. Bundan sonra kişi bütün iş ve haraketlerinde kendisini yeneni örnek alır. Onu kendine model alır. Veya kendisine üstün gelen kimsenin “Asabiyyet”ten ve kuvvetten önce mezhep ve mesleğinden ileri geldiği sonucuna varır. Yenilgiye uğrayan kabile kendisini yenen soyun giyim ve kuşamlarını olduğu kadar din, mezhep, örf ve adetlerini de benimser ve ona benzemeye çalışır. İşte bütün bu gelişmelerden sonra, başlangıçta sevilmeyen soy ile halk arasında “Asabiyye” bağını gereksiz kılan yeni bir dayanışma türü oluşur. İbni Haldun’un toplumu bu tür analiz yöntemi günümüzdeki; sosyal psikoloji ve hukuk sosyolojisi yöntemlerine tamamen uygundur. De Facto (fiili) yönetimden De Jure (Hukuki-meşru) yönetmeye geçiş olgusunu 19. yy.ın sosyologları bile bu kadar açık bir şekilde ifade edememişlerdir, dersek İbni Haldun’u abartmış sayılmayız.
İbni Haldun; devletin iki temel üzerinde kurulduğunu, bunların “Asabiye” ve ekonomi olduğunu vurgulamaktadır. Bu iki kurucu unsur devleti yalnızca kurmakla kalmaz, devleti hayatı boyunca etkileyen ve ondan etkilenen güçleri oluşturmaktadır.(60) Ekonomik güç ile “Asabiyyet” arasında sıkı bir ilişki olduğunu, İbni Haldun, Mukaddime’de; “kazançla, istihsallerin ve çalışmaların azalması ile “Asabiyyet”in kaybolması ve neticede acze doğru gidileceği unutulmamalıdır.” Satırları ile açıkca belirtmektedir.(61)
İbni Haldun’a göre; egemen olan siyasi iktidara da sahiptir. Ancak belirli bir siyasi iktidara sahip olmak egemenlik kurmak için hükümdarlık etmek yeterli değildir. İktidar; egemenliğin zorunlu koşuludur, fakat yeterli koşulu değildir. Belirli bir iktidara sahip olduğu halde hükümdarlık düzeyine erişememiş örgütlenmelere tarihte rastlanılmaktadır.(62) İbni Haldun, bu durumu eserinde şöyle örnekliyor “Berberi Hükümdarlarından birçoğu Kayrevan’da Ağleb Oğulları hükümet sürdüğü çağda ve Abbasiler devletinin ilk günlerinde hükümet süren Arap kavminden olmayan İranlı hükümdarlar gerçek manası ile hükümdar değildiler. Çünkü bunların hepsi de devletlere mahsus olan şeyleri yapacak kudrette değillerdir.”(63)
İbni Haldun, iktidar olmak için; “uyruklarına boyun eğdirme” vergi toplama,temsilci heyet yollama, sınırları koruyabilme koşullarınıda yeterli bulmuyor. Siyasi örgütlenmenin nicelik nitelik yönünden belirli bir güce erişmiş olması şartını aramaktadır. Yurdundaki bütün asabiyyetleri yenerek, bu asabiyyet sahiplerini yönetimi altına alamayan ve her muhalif kuvveti ortadan kaldıramayan, kendi egemenliğinin üstünde başka bir kuvvet ve egemenlik bulunan siyasi örgüt, düşünüre göre hükümdarlık değildir. Bu yönetim biçimleri; hükümet süren bey ve eşrafın başkanları olup, başka bir devletin hükmü altında toplanmışlardır. Bu tarz emirlikler (derebeylikler, feodaliteler) memleketi geniş olan devletlerde görülür.(64)
İbni Haldun devletin egemenliği ile ilgili açıklamalarını değişik boyutlarda değerlendirmektedir. Örneğin; egemenlik sahibi mülk ile yalnızca sınırlı bir coğrafi bölgedeki belirli bir grup üzerindeki siyasi iktidar ilişkisini karşılaştırarak; “gerçek mülk” ile “sınırlı mülk” ya da (nakıs mülk) ayrımı ile ifade etmektedir.
İbni Haldun “nakıs mülk” kavramını delvet içi iktidar ve devletlerarası bağımlılık-bağımsızlık ilişkisi bağlamında kullanmaktadır. İbni Haldun’a göre delvet içi iktidarın egemenliğin sahibi hükümdardan diğer bir unsura kaymış olması örneğin “Hâcib”in (Vezir) iktidarı ele geçirmiş bulunması, hükümdarlıktaki tamlığı noksan kılmış demektir. İktidarı kazanan bu kişi mevcut hükümdarla aynı asabiyyeti taşıyor olabileceği gibi, vezir, köle, azatlı ya da himaye altında buunan kimselerden biri de olabilir. Bu şekilde iktidarın hükümdardan başka kişi ve merkezlere kayması, “devlet içi”, yöntemle ilgili bir gelişmedir. Bu gelişme “hükümdarın” yönetimden uzaklaştırılması ve hükümdarın denetim altına alınması” halinde ortaya çıkar. (65)
İbni Haldun, devletin hakiki mülk olduğunu belirtmiştir. Hükümdarın iktidardan uzak bırakılması düşünüre göre devletinbünyesine ilişkin bir durumdur. Ama bu, devletin bütünüyle egemenlik ve bağımsızlığı ile ilgili bir siyasi değişme değildir. Devletin bağımsızlık ve egemenlik acısından“nakıs” mülk haline düşmüş bulunması, iki halde olmaktadır. İlki; iktidara sahip olduğu halde hükümdarlık düzeyine ulaşmıyan örgütlenmelerdir. Örneğin; Kayrevandaki Ağleb Oğlullarından birçok Berberi Hükümdar ile Abbasi devletine bağlı Arap olmayan hükümdarların durumu Düşünür’e göre böyledir. İkinci durum; devlette yine “nakıs” mülk derecesinde olan emirliklerdir. Bağımsız ve bağımlı devlet tipleri İbni Haldun’un devlet niteliklerinin üzerinde durduğu ve “nakıs” gördüğü siyasi yapılanmalardır. Diğer bir yönetim biçimi ise; “devlet içi iktidarın el değiştirmesi ile ilgili gelişim”dir. Bu; hükümdarın yönetimden uzaklaştırılması veya “hükümdarın denetim altına alınması” biçiminde oluşmaktadır.(66)
İbniHaldun;Devlet içi iktidar ilişkileri ile devletin bütününe ait durumları birbirinden dikkatli bir biçimde ayırmaktadır. İbni Haldun’un neden, bağımsızlık şartları bakımından yetersiz kalan devletlere “Nâkıs mülk”, devlet içi iktidar paylaşımı ile ilgili gelişmeler sonucu ortaya çıkan ve hükümdarın iktidardan uzak düşürüldüğü devletlere “nakıs mülk” terimini kullandığı düşündücüdür. Bu oluşumun çözümü; İbni Haldun’un siyasi yapı ve örgüte ilişkin görüşlerinin açığa çıkarılmasına önemli ölçüde yardımcı olabilir. İbni Haldun’un iktidara ilişkin gelişmeleri devletin yapısı için kullandığı terimle açıklaması bilinçli bir yaklaşımdan kaynaklanıyor. O’na göre; devletin bağımsızlık koşulları yönünden kayba uğraması devleti nasıl zayıf düşürecekse, iktidarı devletin kurucusundan uzaklaşarak yeni unsurların eline geçmesi de bu kez bağımsız bir devleti zayıflığa sürükliyebilecektir. O, konuya normatif bir yaklaşımda bulunmaktadır. Yani düşünürü ilgilendiren temel sorun devlet olgusudur. Siyasi otorite (hükümdar) ile siyasi iktidar (vezir, yardımcı vs.) ayrımı olduğunda devletin gücünden kayba uğraması söz konusudur. Böylece devlet gittikçe zayıf düşebilecek, durum yalnızca bir iktidar sorunu olmaktan çıkabilecek, devletin egemenliğine gölge düşüren gelişmeleri doğurabilecektir.(67)
İbni Haldun’un Devlet-mülk egemenlik ile ilgilibu görüşleri, genel kabul görün düşüncelerdir. İslam boyutları çerçevesindeki bilgi ve gözlemlerine dayanarak geliştirdiği bu teori, sonuçta kendiliğinden genel kabul gören (evrensel) düşünceler olmuştur. Prof. Dr. Ümit Hassan diyor ki, “Sağlıklı veri ve bulgularına dayanarak ortaya koyduğu görüşleri, vardığı sentez ve bu sentezi belirli bir sistematik altında işlemesi evrensel siyasi olguların ipuçlarını veren bir teorinin meydana gelmesine ön ayak olmuştur. İbni Haldun’un verilerini derlediği mekan-zaman için ortaya koyduğu siyasi görüşler, bu gün için bile tarih değil sonuçları bakımından, tartışma götürmiyecek bir değer taşımaktadır.(68)
DEVLET ŞEKİLLERİ
Devletin gelişmişlik düzeyine ulaşmış cemiyetlerde yerleşik hayatın ortaya çıkardığı karmaşık meseleleri çözmek, hükümdarın yetkilerini belirtip sınırlamak için devletlerin belirli bir siyaset izlemeleri gerekmektedir. Yoksa, devlette düzen kalmaz, hakimiyet yerleşmez ve sonunda devlet yokoluşa gider. Göçebe topluluklarda nüfus azlığı herkesin birbirini tanıması, nesebin açıkca belli oluşu asabiye bağından kaynaklanmaktadır.
Bu bağın sağladığı doğal gelenekler yeterlidir. Fakat, gerek muhtelif kabileler arası savaş, gerekse yerleşik cemiyetler haline geçme sonunda bu ilk kabile halindeki yapı eski birlik ve dirliğini kaybeder. Nüfus artar, neseb karışır, toplumda belirli bir servet birikimi olur, mülkiyet artar. Böylece asabiyyet bağı, bu karmaşık toplumu düzenleyecek kuvvetini kaybeder. Bu aşamada soyları, yaşam tarzları, meslekleri birbirinden farklı heterojen(karışık) bir insan toplumunu aynı düzen altında yaşatabilmek için örgütlü, merkezi ve zorlayıcı gücün varlığı zorunludur. İşte siyasi iktidar budur. Devlet budur.
İBNİ HALDUN’DA SİYASET ÇEŞİTLERİ
1) Akli siyaset, 2) Medeni siyaset, 3) Dini siyaset.
Akl-i Siyaset: Akli siyaset, insanların akılları ile bulunup koydukları kanunların devleti yönetme türüdür. Bilgiye ve akla dayanan bir yönetme söz konusudur. Kamu yararına çalışır. İslami devletler, akıl dışı ilahi emirlerle yönetildiklerinden özel bir durum gösterirler, bu tip bir yönetim şeklinin dışında kalırlar. Şeriat hükümleri genel ve özel bütün menfaatleri gözetmiş ve devlet idaresi için gerekli bütün kaideleri koymuştur. Akli siyasetin bir başka çeşidi ise,devlet idaresi cebir ve şiddete dayandığıdır. Kamu yararı hükümdar yararına çıkarılan kanunlara tabidir. İbni Haldunikinci tip siyaseti, akli siyasetin kötü bir örneği olduğu halde birçok devletler tarafından kullanıldığını ifade etmektedir.(69)
Medeni Siyaset: İbni Haldun’a göre, bu tip bir siyaset filozofların bahsettikleri ideal siyasettir. Gerçekle ilgisi yok gibidir. Medeni siyasetin esası, insanların idare olmaksızın barış ve huzur içinde yaşamalarını hedef alır. Bu durum için her ferdin fazilet ve bilgi sahibi olması gerekir. Gerçekleşmesi uzak bir olasılıktır. Düşünür, filozofların bu gerçeği açıkca kabul ettiklerini ifade eder.(70)
Dini Siyaset:Burada ise, Allah’ın elçisinin haber verdiği şer’i kanunlar dairesinde devletin idare edilmesidir. Dini kurallar insanın dünyevi ve dini davranışlarını düzenlediği kadar devlet hayatında tutulması gereken yolu da gösterir. İbni Haldun, İslam hükümdarları devleti yönetirken, önce şeriat hüküm ve kaidelerine, sonra filozofların ortaya koydukları etik prensiplere uymaya çalıştıklarını yazıyor.(71)
DEVLETİN AMACI
Devletin faydası, toplumun her sınıfına şevkatle muamele etmesindedir. Devletin kurulması insanların her türlü saldırıdan uzak, barış içinde yaşamaları amacına yöneliktir. Düşünürün kendi deyişi ile “hükümdarlık ve saltanat uyruğa hasıl olan izafi bir vasıf olup devlet ile sultan ile uyruk arasında manevi bir bağ olduğundan, uyruk hükümdara, hükümdar uyruğa nisbet edilir.”(72) Yani, devletin ve hükümdarın varlık sebebi halkın yararına oluşudur. Bundan dolayı hükümdar toplumunu koruma, onun menfaatlerini gözetme, geçimini sağlama ve her sınıfına iyi muamele etmek zorundadır. Düşünüre göre hükümdar demek, toplumu olan ve toplumuna hükmü geçen kişi demektir. Bu ilişki yöneten ile yönetilen arasında dostane ilişkiler gerektirdiğinden, halka zulmetmek ve siyasi kudreti kötüye kullanmak bizzat devlet kurumunu sona erdirebilir. İbni Haldun; çok zeki ve fevkalade akıllı olmanın bir hükümet için pek aranır bir özellik olmaması gerektiğini savunur. Şeytani bir zekaya sahip devlet yöneticilerinin halkı daima istismar edeceğini, onu katlanamıyacağı yükleri taşımaya zorlayacağını da ileri sürmektedir.
İbni Haldun, devletin vakti gelmeden sona ermemesi için iktisadi faaliyetlerden uzak kalmasını, hükümdarın ticari ve iktisadi faaliyetlerin cazibesine fazla kapılmamasını, toplumunun refahını düşünmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Sonuç olarak İbni Haldun devletin ve bilhassa hükümdarın ana vazifesini asabiyyet denen birlik kudretini daima diri tutması gerektiği yönündedir.
İBNİ HALDUN’DA DEVLETİN DÖNEMLERİ
İbni Haldun, devleti statik (durgun) olarak değil dinamik değişme halinde değerlendiriyor. Kuruluş, gelişme ve yıkılma safhalarını inceden inceye gözleyerek sebeplerini araştırıyor.
O’na göre, devlet bir kere kurulup, hakimiyetini sağlam temellere oturttuktan sonra, yani kendini meşrulaştırmayı başardıktan sonra gittikçe kuvvetini ve kudretini geliştirir. Devletin fonksiyonları değişik sahalara kadar yayılır. Böylece güven ve refah artar. Bu durum bir taraftan toplumda bilim, sanat, gibi kültürel kıymetlerin yerleşip gelişmesini sağlarken, öte yandan bu rahat yaşam koşulları toplumun bir kesiminin yozlaşmasına da neden olabilir.
İbni Haldun, devletlerin yozlaşıp gerilemesinde ve çökmesinde hükümdar ailelerinin rol oynadığını belirtiyor. O, soyluluğu ve asaleti hiçbir biyolojik temele dayandırmıyor. O bu tür özelliklerin doğuştan olmayıp sonradan kazanılan özellikler olduğunu belirtiyor. Ona göre, asalet, devlet kuran ataların kahramanlık ve cesaretinde aranmalıdır. Böyle doğan soyluluk ise,dört kuşaktan sonra tükenmektedir. Şöyle diyor: “Her zafer ve şerefi kazanan o şerefi kazanmak için ne kadar çok emek sarfetmiş olduğunu bilir. Bu şerefi kazandıktan sonra da bu şerefi kazanmanın sebep ve vasıtası olan üstünlük ve özellikleri korumaya ve devamını sağlamaya çalışır.(73)
Devleti kurucu kuşak ve onu izleyen kuşak; şeref, asalet gibi değerlerin bilgisine sahiptir. Babanın kazandığı şeref ve asaleti korumağa ve yaşatmaya çalışır. Üçüncü kuşak, kazanılmış olan şan, şeref ve asaleti atalarını taklit yoluyla sürdürmeğe çalışır. Sonraki yerleşik hayatın verdiği, zenginlikten uyuştuğundan, devleti başka ikinci eller yönetmeye başlar. Dördüncü kuşak ise, atalarının bütün çabalarını küçümser, asaletin kan yoluyla geçtiğine inanarak kendisini herkesten üstün tutar. Halkın devlete itaatini yanlış yorumlayıp onları hor görmeye başlayınca da halk ayaklanır, neticede ya o soydan birini hükümdar yapar, ya da sevilip sayılan başka bir soyun başa geçmesine çalışır. Yani İbni Haldun’a göre;devlet kurucu, sürdürücü, taklitçi ve yıkıcı olmak üzere dört kuşaktan sonra yıkılır.
Bu yaşanan süreç; bazen bir soyun erken bozulması ile çabuklaşabilir. Veya; altıncı, yedinci kuşaklara kadar uzadığından devlet hayatı daha uzun sürebilir.(74) Devletin ömrünü uzatan en önemli sebeplerden biri de uzun süre başta bulunan hükümdar soyuna ve yerleşmiş düzene karşı halkta yönetilme alışkanlığının yerleşmesidir.
İbni Haldun’a göre devletlerin diğer çöküş nedenleri şunlar olabilir:Yerleşik yaşam zamanla hükümdar ailesinde israf ve kötü yönetim alışkanlıkları oluşturur. Hükümdar halktan uzaklaşmaya işlerini aracılar vasıtasıyla gördürmeye başlar. Kötü yönetim ve israf, iltimas sonucu ülkenin iktisadi dengesi bozulur. Masraflarını karşılamıyan devlet yeni ağır vergiler koymaya, asker sayısını azaltarak tasarruf da bulunmak gibi yanlış tedbirler almaya başlar. Bu durumda toplum fakirleşir ve hükümdara olan güven sarsılır. Devletin bu gerileyişi yönetim mekanizmasını ele geçiren kişilerde iktidar hırsı ve çatışmalarını körükler. Sarsılmış, zayıflamış merkezi otoritenin sınır illerini koruyamaması, oralara asker gönderememesi üstüne bölgelerdeki valiler ve beyler kendibağımsızlıklarını ilan ederler. Böylece yıpranan devlet ya parçalanma ya da bölünme sonucu yıkılır. Bu durumlarda, çevrede daha güçlü, asabiyyet bağı kuvvetli savaşçı, göçebe bir toplum tarafından devlet ele geçirilir. Bu yeni devlet de aynı sondan kendini kurtaramaz.
İbni Haldun; devlet hayatını canlı bir organizmanın yaşantısına benzetmektedir. İbni Haldun’a göre, devlet, doğan, büyüyen ve ölen bir organizma kimliğindedir. Canlı varlıklar için zorunlu olan bu yasa dışında bir yasa yoktur. Toplumlar için gelişme devresini tamamlamak ve yeniden başlamak zorunluluktur. Onlar hiçbir zaman sürekli gelişme gösteremezler. Her toplum aynı gelişmeyi yaşamak zorundadır. İbni Haldun, “tarihi kadercilik” anlayışı getirmiştir. Düşünüre göre ferdi organizma ile devlet organizasyonu benzer değil aynıdır.
Devleti, doğan, büyüyen ve ölen bir organizma olarak kabul eden İbni Haldun, ferdi organizmanın yaşama safhaları olarak kabul ettiği safhaları devlet için de düşünmektedir. Örneğin; İbni Haldun; zamanındaki doktor ve müneccimlerin normal insan hayatının 120 yıl olduğunu iddia etmeleri üstüne, devletin de normal yaşam süresinin 120 yılı aşamıyacağını düşünür. İnsan ömrünü her biri 40 yaş olmak üzere 3 döneme ayırır. Bu dönemler “tezayyüt yaşı” (gelişme), “vakuf yaşı”, ve “rücu yaşı”dır. İbni Haldun; insan yaşamı ile devlet yaşamı arasında bazı benzetmeler yaptıktan sonra sonunda devleti üç döneme ayırarak inceler.
Bunlar: 1) Kuruluş dönemi, 2) Yükselme Dönemi, 3) Gerileme ve Çöküş Dönemi.
1) KURULUŞ DÖNEMİ:
Toplumun kuruluş dönemini kapsamaktadır. İbni Haldun devletin bu döneminde, devletin kaynağına ilişkin teorilerden yana gözükmektedir. O’na göre her toplumun başlangıç noktasında bir şef ve onunla aynı kandan gelen akraba yeralmaktadır. Fakat bu sadece bir başlangıçtan ibarettir. Bu başlangıcın hemen ardından toplumda devamlı bir mücadele başlar. İbni Haldun, devletin bu mücadele sonunda oluştuğunu ileri sürmektedir.
Kuruluş döneminde, muhalefet edenler sindirilir ve yenilgiye uğratılır. Bu devre amaca ulaşmak için; karşı koyanları boğma, devlet ve tahta sahip olma ve önce hükümet sürmüş olanların elinden devleti çekerek alma dönemidir. Bu dönemde, devlet örgütlenmesinin bütün şartları tam anlamı ile yerine getirilemez. Bu dönemde sosyal dayanışma aynı kandan gelme gibi, bir maddi olguya dayanmaktadır. Daha sonraları bu kabile diğer aşiretlerden katılmalar sonucunda, kandaşlık özelliğini yitirmektedir.(75)
İbni Haldun’a göre, kuruluş döneminde henüz toprağa tam bağlanma yoktur. Yöneten ve yönetilenler ayrımı tamamen birbirinden ayrılmamıştır. Kollektif bir karakterdedir.
Devletler, kuruluş döneminde hükümdarlığın gereklerinden uzak bulunurlar. Devlet bu dönemde teşkilat işini tamamlamak için yardımcı uruk ve boylara muhtaçtır. Devletin mutlak yetkilerinden olan işlerde bile tam bir hükümdar davranışına rastlanmaz. Devletin mutlak yetkilerinden olan işlerde bile tam bir hükümdar davranışına rastlanmaz. Devletin başında bulunan kimse ululuk göstermek; vergi toplamak, askeri güvenlik sağlamak hususlarında kavmi için bir örnek teşkil etmeye çalışır. Özetle şunu söyliyebiliriz ki; kuruluş döneminde, ekonominin yürütülmesi, siyasi davranış ve sosyal biçimlenme yönünden devlet henüz uygarlık kazanamamıştır.(76)
2) YÜKSELİŞ DÖNEMİ:
Yerleşik toplumu işgal ederek kuruluş dönemine başlayan göçebe toplumun bu dönemi uzun süre devam etmemektedir. Göçebe toplum hazeriliğin yani yerleşik hayatın koşularına göre değişikliğe uğramaktadır. Yükseliş dönemi, yıkılışa değin bu dönemdedir. İbni Haldun’a göre bu dönemde toplumu, “istibdat” ve “ferağ” olmak üzere iki tavır karakterize etmektedir.
İstibdat dönemi iktidarın tamamı ile bireyselleştiği devredir. İbni Haldun, etnolojik terminoloji bakımından bu devreye “Medine” sözcüğünü kullanmıştır. Medine sözcüğü Arapçada “Site” karşılığındadır. Bu devrede toprağa yerleşme söz konusudur. Toplum göçebelik karakterini tamamen yitirmiş yerleşik bir kimlik kazanmıştır. Düşünürün değimi ile “medeni”uygar, civil olmuştur.
Baskı devresi her şeyden önce, hükümdarın kavmini baskı altına alarak devleti kendi başına idare etmeye başladığı dönemdir. Bu dönemde bile eski asabiyyet tamamı ile çözülmez. Baskı yönetiminin kuruluşuna rağmen, hükümdarın kandaşları hala bir güç olarak mevcut bulunurlar. Hükümdar gerçek bir hükümdardır. Devlet başkanı bu dönemde köleler edinmeğe ve adamlar besleyerek onları kendisine yardımcı yapmaya çalışır. Burada amaç; devleti kendisi ile paylaşan ve devlette hükümdarın kendi hissesi nisbetinde payları bulunan mensup olduğu uruğ ve boyları fakir düşürmektir. Bu dönemde hükümdarı devletin kuruluş çağından daha güç engeller beklemektedir. Kuruluş döneminde kollektif bir eylemle yabancıları koğmuşlar, hasımlarına karşı birlikte çalışmış ve çarpışmış bulunurlar. Halbuki hükümdar bu ikinci devrede, akrabalarını uzaklaştırmakla uğraşmaktadır. Yardımcısı azdır, bunlarda yabancılardır.(77)
Burada İbni Haldun’un sözünü ettiği baskı (istibdat) dönemi özel bir dikta hali olarak anlaşılmamalıdır. Devletin devlet olması için gerekli olan yönetimin gereğidir. Yani devlet ve hükümdarlık politikası mahiyeti icabı devleti idare eden hükümdarın şiddet kullanmasını icap ettirmektedir.(76)
Yükseliş döneminin ikinci aşaması olan ferağ tavrı, taklit yolunun sosyal yaşantıyı tümüyle etkisi altına aldığı devreyi ifade eder. yani Bedevilik, Hazeriliğe dönüşmekte başka bir deyimle göçebe toplum, geleneksel kimliğinden tamamı ile sıyrılarak kendini taklit yoluyla işgal ettiği uygar toplumun yaşantısına uydurmaktadır. Askeri “militer” güç itibariyla üstün bulunan göçebe toplum, uygarlık bakımından üstün bulunan yerleşik toplumu taklit etmekte ve onun içinde eriyip gitmektedir. Burada ilginç olan yön, militer gücün en yüksek erdem sayıldığı dönemde İbni Haldun’un, göçebe toplumlara özgü meziyetlere hayranlığını belirtmekle birlikte taklit sürecinin, yüksek uygarlıktan aşağı uygarlığa doğru işleme tarzına işaret etmiş olmasıdır.(77)
Hükümdarın mutlak iktidarının yerleşmiş bulunduğu bu döneminde, artık iktidarı pekiştirmekten çok iktidarın nimetlerinden faydalanmak sözkonusuur. Rahatlık çağı başlamıştır. Rahatlık gösterişe, şatafata dönük bir rahatlıktır. Hükümdarlar bu devrede para ve servet toplayarak büyük binalar, köşkler, kaleler, büyük şehirler ve heybetli heykeller inşa ederler. Kavimlerinin ileri gelenlerinden huzuruna gelen heyetlere bağışlarda, ihsanlarda bulunurlar. Maiyetinde bulunanların sayılarını çoğaltır, onlara para verir, derece ve rütbelerini yükseltirler. Sonuçta; devleti kuran asabiyye çözülür. Devlet yönetiminde yeni bir “seçkin zümre” oluşur. Hükümdarın gücü doruğuna ulaşır. Çevresidekilerin şeref ve kuvvetleri artar. Bunlar para ve servet toplarlar.
3) GERİLEME VE ÇÖKÜŞ DÖNEMİ:
İbni Haldun gerileme ve çöküş dönemini, hayatın son iki aşamasını içine alan “müsalemet” (barış) ve “israf” (gereksiz harcama) olmak üzere iki madde olarak ifade etmektedir.
Barış (Müsalemet) dönemi:Bu aşamayı ifade eden özellik, kanaat ve barışçılıktır. Yani pasifliktir. Göçebe toplumun taklit yoluyla uygarlığa kavuşması, kendisine savaşçılığını unutturmuş, askeri karakterini yitirmiştir. Bu duruma girmiş toplumlarda artık ilk çekişmeler başlar. Uç beyleri, merkezi hükümete kafa tutmaya başlar. İşgal hevesleri belirir. Devletin sınırları içinde taze asabiyyet sahibi aşiretler harekete geçebilir. İbni Haldun gerileme olgusunu sadece askeri gücün çökmesine değil,sosyal sebeplere de bağlamıştır. Gerileme; uygarlık açısından, askeri gücün azalması, iç ve dış güvenliği yıpratarak yıkılışa yol açabilir.
Barışın hakim olduğu dönemde önceki hükümdarlar örnek alınır, onlara benzer bir yaşam sürdürmek istenir. Hükümdarların seleflerinin yolunu takip etmenin en doğru yol olduğuna ve onların izinden ayrılmanın devlet ve yurdun düzeninin bozulması ile sonuçlanacağına inanılır. Seleflerinin kendilerinden daha isabetli fikir sahibi olduklarına ve bu isabetli düşünceleri sayesinde devlete ululuk ve şeref kazandırmış bulunduklarına inanırlar. Rahatlık ve sukunet sosyal hayatın tabii bir hali olur. Bu dönem, devletin eriştiği doruğun, mütevazi olmayan inişini de yaşatır.
İsraf (Gereksiz Harcama) Dönemi:Bu dönemde; israf, saçıp-dağıtma temel davranış biçimi olur. Hükümdarlar ve çevreleri bu dönemde, kendilerinden önce hükümette bulunanların topladıklarını şehvet, arzu ve zevkleri uğrunda harcarlar. Askere ayrılan masrafları kendi arzuları için sarfederler. Hükümdar ordu örgütü ile ilgilenmez. Ordu teftiş edilmez. Böylece askeri güçlerde bozulmuş olur.(78)
İsraf döneminde; hanedanın bozulması son demine varmıştır. Saray mensupları işi tamamen zevk ve eğlenceye vururlar. Bunun sonucu ise ağır vergiler olur. Yaşam halk için çekilmez hale gelir.
Genel özellikleri verilen bu döneme; İbni Haldun can çekişme dönemi adı vermektedir. Düşünüre göre, ölüm bireysel organizmalar için olduğu gibi toplumsal organizmalar için de geçerlidir. Her doğan canlı sonunda ölecektir. Bu süreç toplumda ise, bir diğer toplumun kendi yerini alması biçiminde gerçekleşmektedir. Yani toplum dışarıdan gelen bir darbe ile son bulacaktır. Düşünüre göre, yeni bir göçebe toplum bu darbeyi yapacak ve yukarıda ifade edilmeye çalışılan süreç yeniden yaşanacaktır. İbni Haldun, bu sürecin müddetini de belirtmiştir, toplumsal organizmalara her biri 40 yıl süren 3 kuşak yani 120 yıllık bir ömür tanımıştır.
SONUÇ YERİNE
İbni Haldun; tarihsel öneme sahip önemli eseri “Mukaddime”de tarih ve toplum metodolojisini şöyle açıklıyor: “Mukaddime’nin hedefi, sosyal kaide ve kanunları, kavimlerin, asırların,ülkelerin, hallerini, olayların değişmek olduğunu, bu değişmenin tesirlerini bilmek, sebep ve sonuçların incelemek,devletlerin başlangıç ve değişmelerini icap ettiren amirleri, bu devletleri yönetenlerin hallerini incelemektir.”(78) demektedir.
İbni Haldun; “İlmül-Ümran” adın verdiği kuramında dönemine göre,toplumbilimin adeta yeniden yapılanması denebilecek savlar içeriyor. Tarihçi ve bir İbni Haldun araştırmacısı Prof. Dr. Ümit Hassan, İbni Haldun için şöyle yazıyor:
“Olayları, toplum olayları olarak ele almış ve toplumları bağımlı oldukları üretim biçimlerine göre değerlendirmiştir. Devlet ve iktidar olgularına objektif karakteri itibariyla incelemiştir. Bu kavrayış, düşünürün tarihe ve bilime objektif ve bağımsız olarak yaklaşmasını mümkün kılmıştır. İbni Haldun “zahiri” ve “batıni” tarih ayrımı ile bunu ispatlamıştır.(79) O dönemde Batıda bile; öykücü tarih anlayışından kendini kurtaramamıştır. İbni Haldun ise, batıni tarih anlayışı ilebütün öyküleri bir tarafa iterek zaman içinde etkili olmuş, olaylar üzerinde durarak, olayların ışığında,sosyal gerçekçiliği açıklamaya çalışmıştır. Bu bakış açısı günümüz tarihçilerine, topumbilimcilerine yön verecek öneme sahiptir.
Toplumbilimde gözlem metodunu hiç kimseden etkilenmeden uygulayan İbni Haldun, çeşitli alanlarda Batılı düşünürlerin öncüsü olmuştur. Düşünceleri; Machivellio, Comte, Vico, Bodin, Montesguieu’nun fikirleri ile karşılaştırılarak aynı seviyede kabul edilmiştir. Batı devletlerinin yükseliş ve yıklış sebeplerini yapılarındaki coğrafi şartlara göre araştıran ilk düşünür, Montesguieu’dur. İbni Haldun’la arasında benzerlik vardır. Montesguieu; çeşitli devirlerin tarihine ait gözlemlere dayandığı ve değişik toplumsal şartların ürünü olan bir düşünür olduğu için kaderci değil, ilericidir. İbni Haldun’un, Vico ile de münasebeti vardır. İbni Haldun’dan 400 yıl sonra Vico toplumların asla yükselmediğini, yükselip alçalmak üzere kavisini tamamlayıp yine eski vaziyetine geldiğini iddia etmiştir. Vico, Descartes’in rasyonalizmine dayandığı halde, İbni Haldun sırf kendi gözlemlerine dayanmaktadır. İbni Haldun’la J. J. Rousseau arasında da bir bakıma fikir münasebeti vardır. Rousseau,“Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde bir tür medeniyet karşıtlığı fikrini yaymaktadır. Rousseau, genel kanının tersine olarak sanayii ve edebiyatın insanları mutsuz ettiği görüşündedir. İbni Haldun’da devletin yıkılışının sebebini ve bütün ahlaksızlığın kökenini şehir ve sanayi hayatında bulmaktadır.(80)
XIV. yy’da toplum ve devlet ayrımını yapan İbni Haldun bu yapılanmaları modern sosyologlar düzeyinde açıklamıştır. Toplum yaşamının ve hukukun devletten önce olduğu, henüz teşkilatlanmamış toplumların yazılı olmayan örf hukuku ile düzeni sağladığını saptamıştır. Devleti gerçek sosyal yapısı ile ele alan İbni Haldun, onu Aristo gibi “Müşterek hayrı sağlama” gayesi ile kurulmuş bir topluluk olarak tanımlamakla yetinmemiştir. Ona göre devletin gerisinde çeşitli sosyal olaylar ve olgular vardır. Sosyal ve cemiyetler arası rekabet, savaş, iktidar hırsı, korunma arzusu, vs. devletin kurulma sebeplerinden birini veya birkaçını oluşturmaktadır. İbni Haldun, Aristo’nun aksine, devlette ortaya çıkan değer ile devletin kurulmasına sebep olan olay ve olguları birbirinden ayırabilmiştir.(81) İbni Haldun’un devleti sosyal gerçeklik içersinde tüm çıplaklığı ile ele aldığını göstermektedir. Bu bakımdan Machivelli ile İbni Haldun arasında da benzerlik kurulabilinir. Her ikisi de devletin siyasi ve tarihi temelleri üzerinde durmuştur. Devlete yararlı olduğu ölçüde siyasete değinmişlerdir. Her ikisinin de birleştikleri en önemli noktalar araştırma ve incelemelerinde gözleme dayanmalarıdır.(82)
İbni Haldun, doğup gelişen devletlerin gelişmelerinin en yüksek noktasında çökmeye başladıklarını söylemektedir. Bu görüşü eleştirilmektedir. Bu düşüncenin, İbni Haldun’un gözlem alanının sınırlı ve dar olmasından ileri geldiği söylenmektedir.
Prof. Dr. Tarık Özbilgen “İbni Haldun çok gezmiş ve gezdiği yerleri tarihi yönden incelemekte de geri kalmamış, fakat bütün bunlar sosyal rolativizmi kavramasına yetmemiştir. Henüz endüstriyel çağın başlamamış ve ferdiyetçiliğin ortaya çıkmamış olduğu bir dönemde yaşamış olması, teknik ve ferdi katkıların sağladığı sürekli evrimi görebilmesini engellemiş ve onu klimatolojik bölgeciliğe dayalı bir coğrafyacı fatalizme götürmüştür” (83) demektedir.
Bugün bile tarihçiler ve toplumbilimciler arasında İbni Haldun’un düşünceleri eleştirildiğinden fazla haklılık payı verilmektedir. İbni Haldun’u değerlendirirken yaşadığı dönem gözardı edilmeden hakkında yargılara varılması daha nesnel görülmektedir. O’nun bir çok tesbiti kendisinden sonra gelen sosyologlar tarafından hatta günümüzde bile önemli ölçüde haklılık payı bulmaktadır.
Denir ki; İbni Haldun, bütün araştırmasını bir hanedan idaresindeki sultanlıklara yönlendirmiştir. Kendi zamanındaki Hıristiyan devletlerinden ve Yunan-Roma medeniyetlerindeki devlet tiplerinden bahsetmemiştir.
İbni Haldun’a yöneltilen bir eleştiri de “iklimin” devlet yaşamı üzerindeki ekisi ile ilgilidir. O, “ılımlı iklimin hakim olduğu Akdeniz bölgesi dışındaki bütün halkları barbar sayan Antik Yunan’ın coğrafyacılık anlayışına benzediği için eleştirilmektedir. Daha sonra Montesguieu’da soğuk iklimin üstünlüğü görüşünü savunmuştur. Bugün kabul edilen gerçek ise, geri toplumlarda tabiatın uygarlığa, ileri toplumlarda uygarlığın tabiata egemen bulunduğu merkezindedir.(84)
İbni Haldun’la ilgili olarak yapılan övgüler ve eleştiriler her toplumbilimci gibi O’nunla ilgili olarak da yapılmıştır. Bu olağan bir durumdur.Eleştirilerin her biri bir başka kültür çevresinin, bir başka tarihsel dönemin ürünüdür. Doğru yaklaşım İbni Haldun’u yaşadığı dönem içinde ele almak ve anlamaya çalışmaktır. O’nun önemi bundan kaynaklanmaktadır. Bilimde ve doğal olarak toplumbilimde son durak yoktur. Bu süreç sürgit yaşayacaktır. Bu durumu, en nesnel olarak kendisi şöyle ifade ediyor:
“Allah’ın doğru düşünce ve açık bilgi bağışladığı kulları bizden sonra yetişerek bizim bu eserde yazdığımızdan ve anlattığımızdan daha geniş ve daha derin surette bu bilginin meselelerini inceler ümidindeyiz. Bir bilgiyi ilk önce ortaya koyan kimsenin vazifesi o bilginin konularını tayin etmek, kısımlarına ayırmak, o bölümlerde incelenen konular hakkında söz söylemektir. O kimseden sonra yetişenler ise o bilgi ile ilgili olan meseleleri azar azar o bilgiye eklerler ve onu bu yolda ilerletirler.”(85)
Bir dünya mirası olan bilgi denizi böyle oluşuyor. Ne mutlu o denize damlayanlara...
Cemal Şener, Aydüşü Yayınları, Ocak 2002
DİPNOTLAR
57) Mukaddime:C. I, s. 320-330.
58) HASSANÜmit: age, s. 256-257.
59) Mukaddime:C. I, s. 370-371.
60) HASSANÜmit: age, s. 242.
61) Mukaddime:C. I, s. 372.
62) HASSANÜmit: age, s. 258.
63) Mukaddime: C. I. s. 473.
64) HASSANÜmit: age, s. 259.
65) Mukaddime: C. I, s. 467.
66) HASSANÜmit: age, s. 262-263.
67) HASSANÜmit: age, s. 263.
68)HASSAN, Ümit: age, s. 265-266.
69)Mukaddime:C. II, s. 131
70) Mukaddime:C. II, s. 39
71) Mukaddime: C. II, s. 131-132.
72) Mukaddime:C. I, s. 503-504.
73) Mukaddime:C. I, s. 365.
74) Mukaddime, C.I, s. 438-441.
75) HASSAN, Ümit:age, s. 280.
76) HASSAN, Ümit:age, s. 280.
77) HASSAN Ümit:age, s. 282.
76) Mukaddime: C. I, s. 386.
77) ÖZBİLGEN, Tarık:age, s. 216-217.
78) Mukaddime: C. I, s. 64-65.
79) HASSANÜmit: age, s. 297.
80) ÜLKEN H. Ziya: İslam Düşüncesi, s. 342, İstanbul, 1993.
81) İbni Haldun, age, s. 359.
82) ÜLKEN, H. Ziya: age, s. 343.
83) ÖZBİLGEN, Tarık:age, s. 219.
84) ÖZBİLGEN, Tarık:age, s. 224-225.
85) Mukaddime:C. III. s. 352.