Kuzeydeki Son Olayların Gelişimi
Geçtiğimiz Temmuz ayının 17-18'i itibariyle, İdlib merkezli muhaliflerin kontrolündeki kuzey bölgelerde, Ahrar'uş Şam ve Hey'et-i Tahrir'uş Şam arasında yükselen gerginlik, sıcak çatışmaya dönüştü. Ahrar'uş Şam'ın Cebel-i Zaviye ve Sahl'ul Gab bölgesinde HTŞ'ye yönelik saldırılarının ardından bazı bölgelerden HTŞ'nin çekilmesi, Ahrar'uş Şam'ı daha da cesaretlendirdi. Bunun ardından grup Türkiye sınırındaki bazı bölgelerde HTŞ merkezlerine baskınlar düzenleyerek Salkin, Harim, Atarib gibi bölgeleri ele geçirdiğini duyurdu ve HTŞ'ye karşı diğer grupları da kendine destek olmaya çağırdı. 19 Temmuz'a gelindiğindeyse, HTS koordineli bir biçimde Ahrar'uş Şam'ı aldığı yerlerden yaklaşık 12 saat sonra çıkarmaya başladı. Başta Türkiye sınır bölgesi olmak üzere Ahrar'uş Şam bulunduğu bölgelerden tek tek çıkarılırken, grubun lider kadrosu, Türkiye sınırındaki Cilvegözü'nün Suriye tarafında kalan "Bab'ul Hava" sınır kapısına sıkıştı.
Bulundukları yerden video ve görseller yayınlayarak HTŞ'ye hakaretler ve tehditler savuran Ahrar liderleri, Türkiye'nin kendilerine destek vereceğini umarak, Fırat Kalkanı bölgesinden kendilerine destek konvoylarının yola çıktığını duyurdu. Buna karşın Türkiye sınır kapısını kapattı ve bölgeye giriş ve çıkışları durdurdu. HTŞ ise kan dökülmesini istemediğini ilan ederek sınır kapısının çatışmaksızın kendilerine teslim edilmesi gerektiğini, kapıyı kendilerinin kullanmayacaklarını ve sivil bir yapıya devredeceklerini açıkladı. Askerlerinin büyük bir kısmının da ayrılması ve HTŞ'yle çatışmayı reddetmesi üzerine, Ahrar'uş Şam liderleri ve yanlarında kalan bir grup, güvenli bir biçimde güneye gitmelerine izin verilmesi karşılığında Bab'ul Hava'yı 23 Temmuz'da terk ettiler. Kuzeydeki varlığını iyice tahkim eden HTŞ ise, İdlib şehrini de kontrolüne alarak, kuzeyin neredeyse bütün büyük şehirlerinde kontrolü sağlamış oldu. Ayrıca Türkiye sınırı boyunca yer alan yerleşim yerlerinin tamamına yakını, HTŞ'nin kontrolüne geçti.
Bir kaç gün süren çatışmalarda karşılıklı bazı kayıplar yaşanmasının yanı sıra, hayatını kaybeden bazı siviller de oldu. Başta Türkiye'nin ve diğer muhalif grupların kendilerine destek vereceğini uman Ahrar'uş Şam Hareketi'yse, bir kaç günlük çatışmaların ardından pratik olarak dağıldı. Üyelerinin ve bünyesinde yer alan grupların büyük bir çoğunluğunun HTŞ'ye geçmesiyle, grubun çok az sayıda savaşçısı ve lideri, güney batı bölgesindeki bazı izole alanlara çekilmek zorunda kaldı. Bu ağır darbeyi kaldıramayan Ahrar'uş Şam örgütü, lider değişikliğine gitmek zorunda kaldı ve Ebu Ammar Taftanaz'ı görevden alarak Ebu'l Bera'yı göreve getirdi. Bundan sonra grubun geleceği, belirsizliğini koruyor.
Kuzeydeki en büyük grup olduğu iddia edilen Ahrar'uş Şam'la çatışan ve grubu bir kaç gün içerisinde büyük oranda tasfiye eden HTŞ ise, çatışmalar sırasında bütünlüğünü büyük oranda korurken, bazı çatlak seslere rağmen son yaşanan olaylardan daha fazla güçlenerek çıktı. Çatışmalar sırasında özellikle "şer-i liderler"den bazılarının itirazları ve HTŞ'nin kuruluşunda yer alan Nureddin Zengi Hareketi liderinin ayrılması dışında çok fazla bir iç sorun yaşanmadı. Ayrıldığını açıklayan Nureddin Zengi Hareketi lideri Tevfik Şehabeddin'in bu kararına, özellikle askeri kanattan itiraz geldiği ve savaşçılarının önemli bir kısmının ayrılmayı reddettiği açıklandı. Yine ayrıldıktan sonra Zengi Hareketi HTŞ karşıtı bir tavır almaktan kaçındı ve gelecekteki daha geniş çaplı bir birleşme için HTŞ'nin yaptığı davete olumlu cevap verdi.
Yine HTŞ'nin Ahrar'la yaşadığı çatışmalar sırasında özellikle ÖSO gruplarının tarafsız kalması, yapının diğer muhalif gruplarla yürüttüğü dikkatli siyasetin bir sonucu olarak yorumlanabilir. Ki, Ahrar liderlerinin bu noktada ÖSO'ya karşı "bizi yalnız bıraktınız" minvalindeki sitemleri de, kayda değerdir.
Ortaya Çıkan Yeni Tablo ve Güç Dağılımı
Hali hazırda İdlib merkezli -buraya kuzey Hama'nın bir kısmı, Lazkiye'nin kuzeyinin bir kısmı, Halep'in batısı ve güneyi dahil- muhalif bölgenin askeri gücünün yaklaşık %80'nin üzerinde HTŞ güçlerinden olduğu düşünülüyor. Yine kontrol bölgesi olarak HTŞ kuzeydeki muhalif bölgenin büyük şehirlerinin çoğunluğunda hakim. Diğer muhalif yapılarsa dağınık bir biçimde farklı farklı bölgelerde izole bazı hakimiyet alanlarına sahip. Ancak sınırın HTŞ tarafından ele geçirilmesiyle bu grupların dışarıdan destek alma şansı da kalmadı. Bu noktadan sonra HTŞ'yle işbirliği ve ortak bir yapının inşaası ve bölgenin savunması için işbirliği yapmak zorunda kalacakları anlaşılıyor. Zira şimdiye kadar HTŞ'ye karşı hep dış destekle operasyon yapılmaya çalışılıyordu.
HTŞ yaşanan çatışmaların ve ortaya çıkan gerginliğin azaltılması için süreci yeniden soğutmaya alarak Ahrar'a yönelik operasyonunu sonlandırdı. İyi niyet göstergesi olarak esirlerini serbest bıraktı ve tekrar Ahrar'a dönmek isteyenlere izin verileceğini duyurdu. Yine bu süreçte bölgedeki kontrolünü ve pozisyonunu oldukça güçlendiren HTŞ, bunu fırsata çevirerek diğer gruplara saldırmaya kalkışmadı. Hali hazırda askeri kapasite olarak HTŞ'nin diğer bütün grupları da çok kısa süre içerisinde yutabilecek kapasitede olduğu, bölgedeki "en büyük grup" olduğu iddia edilen Ahrar'uş Şam'ın bir kaç günde tasfiye edilmesiyle iyice ortaya çıktı. Ancak HTŞ böyle bir siyaseti başından beri tercih etmiyor.
Yine bölgedeki hakimiyetini pekiştiren Hey'et'in, bundan sonra idari anlamda yönetimin halka devredilmesine yönelik bir projesi olduğunu kamuoyuyla paylaştığı görülüyor. Kendisini "halk karşıtı" gibi göstermeye çalışan iç ve dış anti propagandalara karşı dikkatle düşünülmüş bir karar. Ayrıca pratik faydaları bakımından da, kuzeydeki halkın sorunları göz önünde bulundurulduğunda, bölgede yaşayan insanların hayatlarını kolaylaştırma anlamında bunun oldukça faydalı bir hamle olacağı düşünülüyor. Gelen ilk tepkilerden bunun olumlu karşılandığı da söylenebilir.
Ayrıca HTŞ diğer grupları genel bir birleşme ve geleceğe yönelik adımlar atmak amacıyla geniş çaplı ortak bir toplantı yapmaya çağırdı. Bu çağrının da olumlu karşılık bulduğu ve HTŞ'nin bölgenin ileri gelenleri, aşiret reisleri v.b. kişilerle görüşerek geleceğe yönelik adımları konuştuğu duyuruldu.
Bütün bunlar, HTŞ'nin bölgenin geleceğine yönelik attığı adımlarda kendi başına hareket etmediğini ve bölge halkı ve ileri gelenlerinin görüşlerine değer verdiğini göstermesi bakımından oldukça önemli adımlar. Yine bu hamle ve manevralar, basit ve önemsiz gibi görünse de, gerek yerelde, gerekse uluslararası eksende HTŞ'nin elini güçlerinden özenle seçilmiş hareketler.
Bundan Sonrası Ne Olacak? İdlib İkinci Musul Olur mu?
HTŞ'nin bölgeyi büyük oranda hakimiyeti altına almasına rağmen kendini halk üzerine empoze etmekten kaçınıyor olması, "iktidarı" halkla paylaşmak istediğini söylemesi ve bunu yaparken o bölgedeki halkın hassasiyetlerini gözetmesi, en başta "moral-ahlaki" düzeyde IŞİD'le çok farklı bir grup olduğunu ortaya koyuyor. İktidar hırsı ve sapkın bir inançla başta hakim olduğu bölgelerdeki insanlara hayatı dar eden IŞİD zihniyetine karşı, HTŞ'nin sabırlı ve insaflı yaklaşımı, temelde halk desteği anlamında büyük bir fark oluşturuyor.
Yine bütün bir savaş boyunca yaşanan bütün sivil kayıpları, işkence ya da kötü muamelelerde en iyi kayıtlara sahip HTŞ, her açıdan Suriye'deki savaşın en temiz yüzü olduğunu defalarca ispatlamıştır. Güçlü olduğu anlarda da, bu gücünü kontrolsüz ve ahlaksız bir biçimde kullanmayarak, uluslararası güçlerin elindeki pek çok kozu elinden almıştır. Ki bu anlamda IŞİD'in bu kozları elden almak bir tarafa, bilinçli olarak karşı tarafa verdiğini ve bunu teşvik etmek için iğrenç ötesi pek çok videoyu defalarca yayınladığını unutmamalıyız.
Bunlar bir tarafa, Musul'dan önce, Halep'in akıbetini görenler, Humus'un, Dareyya'nın akıbetini görenler, Musul'u bu anlamda bir tür demoklesin kılıcı gibi HTŞ'nin başında sallandırması, son derece manidardır. Başta ABD olmak üzere, uluslararası güçler Suriye'deki katliama sessiz kalmamış, bilakis çanak tutmuş ve ellerinden geldiğince de buna katkı sunmuştur. Ancak bunu çok açıktan yapamamaktadırlar. Öyle ya da böyle gözetmeleri gereken bir "ahlaki üstünlük" -hiç değilse söylem düzeyinde- ve hassas kamuoyu var.
Bu açılardan düşünüldüğünde, ABD'nin İdlib'de daha önceleri Nusra'ya, sonra ŞFC ve şimdi de HTŞ'ye karşı kullandığı dikkatli dili ve attığı adımları göz önünde bulundurmalıyız. Gerek uluslararası hukuk, gerekse kendi iç hukuku gereği, ABD ve batılı güçler bazı adımları atmadan evvel pek çok faktörü göz önünde bulundurmak zorunda. Yalandan da olsa bunu yapmak zorundalar. Bu açıdan Nusra, ŞFC ve daha sonra HTŞ onlara bu alanı daraltmak için oldukça başarılı adımlar attı. Bunlar basit gözükse de, etkili oluyor. Örneğin HTŞ'nin kuruluşu sırasında bu yapıya Zengi grubunu dahil etmesi, ABD'yi kaçınılmaz olarak bir çıkmaza sokuyor. Daha önce destek verdikleri bir yapının dahil olduğu yeni bir yapıyı terörist ilan ederken zorlanabiliyorlar. Çünkü bunun gerek iç, gerekse uluslararası hukukta farklı yansımaları oluyor.
Bu programlarda yer alan yetkililer, bu kararlara imza atan siyasiler, pekala böylesi bir gelişmeyle büyük sorunlarla karşılaşabilir. O yüzden buna dikkat etmek durumundalar. Ki bu meselenin hukuki boyutu. Bunun yanında, siyasi, askeri ve diplomatik boyutları da, ayrıca önemli.
Bu yüzden, ABD'nin Suriye temsilcisi Michael Ratney imzasıyla bugün(2 Ağustos 2017) yapılan "Arapça" açıklamada, dikkatli bir dil kullandığı ve burada da ortaya koyduğu argümanlarla iç çatışmayı körüklemek istediği görülüyor. ABD istediği her yere istediği her zaman, istediği her şekilde giremez. Bunun farklı nedenleri var, ama bu açıdan Irak'ta IŞİD'e müdahale etmesi, daha sonrasında bu müdahaleyi Suriye'ye genişletme sürecinde bile baya zorlandığını gördük. Ki, IŞİD bunun olması için elinden geleni yapmıştı. Bir yerde, "ABD uluslararası kamuoyu ve kendi kamuoyunun baskısıyla" IŞİD'e saldırmak zorunda kalmıştı. Ancak HTŞ'yle ilgili böylesi bir durum kesinlikle söz konusu değil.
Bu durumu ABD için daha da zorlaştırmak için, Nusra önce kendini feshetti, daha sonra ŞFC'nin yurtdışında hiç bir yapıyla bağı kalmadığını duyurdu, ardında da HTŞ koalisyonun kuruluşunun ilan edildiğini duyurarak, o yapıya dahil olduğunu açıkladı. Bütün bunlar ABD için oldukça kafa karıştırıcı hamleler. Her ne kadar temelde meseleyi bilselerde, görüntüde bazı şeyleri gözetmek zorunda olan bir ülke ABD.
Şimdi bu son aşamada, ABD bölgeye müdahaleyi ve saldırıları çok fazla gündem etmezken, bunu bir takım "Suriye muhalif aktivistlerden" ve Türkiyeli bazı isimlerden duymak oldukça şaşırtıcı. Türkiye'de ilginç bir biçimde bu mesele oldukça işleniyor ve alttan alta "bölgeye ABD müdahale etmeden biz Rusya'yla müdahale edelim" gibi bazı öneriler ileri sürülüyor. Bu kadar ön görüden uzak, siyaseten kör ve uluslararası ilişkileri kavramaktan uzak yaklaşımlar, adeta Türkiye'yi bir felakete sürüklemek isteyenlerin planlarıymış gibi gözüküyor. Yoksa böylesi akıl dışı bir yaklaşımı anlayabilmek mümkün değil.
Suriye'de Esed rejiminin zulmüne karşı ayaklanan bir halk, ardından bu ayaklanmayı kanlı bir biçimde bastırmaya çalışan cani bir diktatör var. Bunu beceremeyince başta İran olmak üzere bütün Şii güçlerin bölgeye akını ve katliama devam edilmesi, o da yetmeyince Rusya'nın müdahil olması. Ortada yüzbinlerce insanın kanı, milyonların evlerinden sürülmesi ve koskoca şehirlerin harap edilmesi söz konusu. Böylesi bir tabloda, ahlaki açıdan canilerle aynı karede yer almak ve bu zulme karşı mücadele eden insanları hedef almak, hangi insaf sahibinin kabul edebileceği bir şeydir?
İşin ahlakiliği/ahlaksızlığı bir tarafa, pratik olarak bunun oluşturacağı devasa sorunları görmek bu kadar mı zor? Eğer orada HTŞ liderliğindeki muhalifler rejime karşı durabilir, ya da ilerlerse bu Türkiye'nin her açıdan lehinedir. Eğer kaybederlerse, zaten Türkiye için farkeden bir şey yok, hiç değilse kendisi böylesi bir yükün altına hem ahlaken, hem siyaseten hem de askeri açıdan girmemiş olur. Ancak Türkiye'nin bu oyuna gelip de İdlib'e girmesi halinde, hem askeri anlamda, hem siyasi anlamda, hem stratejik anlamda ve hem de imaj anlamında yaşayacağı kaybı bir daha geri kazanamayacağını asla unutmamak gerekir.
Bölgenin kaybedilmesi halinde oluşacak mülteci akınından korkan Türkiye, kendi müdahale ettiğinde oradaki insanları ne yapacak? Yine milyonlarca insanın yükü elinde kalmacak mı? Dahası öylesi bir bölge etrafı düşmanlarla çevrili olması itibariyle hiç bir zaman istikrarlı bir ortama da kavuşamayacak. Türkiye 1974'te müdahale ettiği ve o günden bu yana rahatça hakimiyetini sürdürdüğü Kuzey Kıbrıs'ın kendisine maliyetini düşünsün. Ki, İdlib'te bunun aksine sürekli bir istikrarsızlık ve sorunlar yaşanmaya devam edecek. İktidar bunu iç kamuoyuna nasıl açıklayacak? Bunu hesap etmek bu kadar mı zor?
Yok oraya Rusya'ya müdahale edip, Esed rejimine teslim edelim deniyorsa, zaten söyleyecek söz kalmamış demektir. O zaman bütün bunları da göz ardı edebilirsiniz.
Şunu basitçe görmek gerekir, Rusya Suriye'de istediğini elde edemiyor. ABD Suriye'de istediğini elde edemiyor ve İdlib'e müdahalenin oldukça maliyetli ve muhtemelen başarısız olacağını bildikleri için de, orayı hem içeriden karıştırmak istiyor, hem de Türkiye'yi oraya sokarak bir taşla iki kuş vurmak istiyorlar. Buna ABD destekli sözümona bazı "muhalif gruplar" ve "aktivistler" de çanak tutuyor. Türkiye kamuoyunda ise, başta Habertürk gibi kanalların, Fehim Taştekin gibi şebbihaların böylesi bir operasyona çanak tutan söylem ve açıklamarıysa, bu adıma yönelik bir kamuoyu oluşturulmak istendiğini açıkça ortaya koyuyor. Bu açıdan, bu kişilerin yularının kimde olduğuna bakmak, bu kişilerin ve ileri sürdükleri fikirlerin, bu ülkenin ve Suriye'deki mazlumların hayrına mı, yoksa şerrine midir, size daha iyi bir fikir verecektir.
Yazıyı burada sonlandıralım. Umarım meramımız anlaşılmıştır.