Prof. Dr. Zafer Toprak
Birinci Dünya Savaşı'nda (1914-18) Çanakkale Cephesi, Türkiye'nin yaşadığı en yoğun ve teknolojik-stratejik savaş olarak tarihe geçti. Her iki saftaki askerlerin direnci ve kayıplarıyla destanlaşan bu cephe, dünya savaş tarihi açısından ilklerle doluydu. Tarihin o güne kadar kaydetmediği bir teknoloji ve savaş biçimi, Çanakkale'de gündeme gelmişti. Kara, hava, ve deniz güçlerinin aynı anda, birlikte katıldığı bu denli yoğun bir savaş o güne kadar yaşanmamıştı. Çanakkale; denizde amfibi harekâtının ve uçak gemilerinin, havada savaş uçaklarının ve sabit balonların, karada o güne kadar tarihin yazmadığı bir yakınlıkta siper savaşlarının bir arada ve görülmemiş bir şiddetle yaşandığı bir savaştı.
Dünya tarihinde kara, hava ve deniz güçlerinin yoğun koordinasyonuna ilk kez bu savaşta tanık olundu. Kara uçaklarının yanı sıra deniz uçakları devreye sokuldu. Uçak gemileri ve sabit balonlar, amfibi ve kara harekâtını sürekli desteklediler. Denizaltılar, donanmaların ayrılmaz bir parçası haline geldi. Tüm bu yenilikler, siper savaşı ile ünlenen Birinci Dünya Savaşı'nın diğer veçhelerini oluşturdu. Donanma ve ordu, o güne kadar büyük ölçüde bağımsız hareket eden iki savaş gücüydü. Çanakkale Harbi, savaşta koordinasyonun önemini ilk kez kanıtladı. Donanma ve ordu harekâtında hava gücünün önemi, yine burada gündeme geldi. Savaş teknolojisi ve yöntemi açısından Çanakkale, yeni bir sayfa açtı.
Çanakkale Harbi'nin en büyük özelliği, geçmişin savaşları gibi bir meydan muharebesi olmayışıydı. Savaşılan mevki, coğrafyaların belki de en engebelisiydi. Ne Kanal Harekâtı ne de Filistin Cephesi benzer bir konumdaydı. Buna karşılık, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının son derece stratejik bir anlamı vardı. Payitahtın gerçek kapısı olan Çanakkale düşerse, İstanbul'un da düşmesi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun saf dışı kalması kaçınılmazdı. İtilaf devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya) için ise Osmanlı'yı çökertmenin, Balkanlar'ı kendi safına almanın, Rusya'ya silah ve mühimmat göndermenin ve karşılığında buğday almanın, bu arada dolaylı biçimde Bolşevik Devrimi'nin önüne geçmenin tek koşulu Çanakkale'yi geçmekti.
İşte bu nedenle savaşan iki kutbun lider ülkeleri Almanya ve İngiltere, savaş yıllarında Çanakkale'ye ayrı bir önem atfetmişlerdi. Almanya, Osmanlı Devleti’nin savunulması açısından Çanakkale'nin ne denli önem taşıdığını görmüş ve buranın müstahkem bir mevki olmasının gerekliliğini, savaşın ilk gününden itibaren kabul etmişti. İngiltere'de ise özellikle Winston Churchill, daha savaş başlar başlamaz ilk düşürülmesi gereken yerin Çanakkale olduğunda ısrar etmişti. İngiliz Genelkurmayı, salt donanma ile Çanakkale'nin aşılabileceği kanısında değildi; er ya da geç Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmak gerekecekti. Nihayetinde Churchill, fikrini kabineye ve askerlere kabul ettirmeyi başardı.
Neden Çanakkale?
Çanakkale Harbi'nin bu denli yoğun yaşanması, her iki tarafın da Çanakkale'nin önemi konusundaki fikir birliğinden kaynaklanıyordu. Çanakkale, daha doğrusu her iki boğaz, Cihan Harbi’nden önce de, yüzyıllardır uluslararası ilişkilerin ana konularından birini oluşturmuştu. Akdeniz ile Karadeniz arasındaki Boğazlar, denizyollarının kolaylıkla denetlendiği geçitler olarak biline gelmişti. Bu nedenle dünya denizcilik tarihinde ayrı bir boğazlar tarihinden söz etmek mümkündü. Süveyş, Le Sund, Cebelitarık bunların somut örnekleriydi. Boğazların Osmanlı egemenliğinde kalması, yüzyılı aşkın bir süre, sadece uluslararası dengeler sonucu mümkün olmuştu.
Oysa 19. yüzyılda ahşap gemilerin yerini zırhlı savaş gemilerinin almasıyla birlikte Boğazları savunmak giderek güçleşmişti. Boğazlar, ancak top teknolojisindeki gelişmeler ve mayın, çelik ağ ve benzeri yeni savaş teknolojilerinin gündeme gelişiyle tekrar savunulabilir konuma gelmişti. Klasik döneminde kadırgaları Akdeniz'in dört bir yanını denetlerken, teknolojinin deniz gücünü hızla dönüştürmesiyle birlikte Osmanlı, bu olanaktan yoksun kalmıştı. Balkan Harbi (1912-13) sırasında alınan İmroz ve özellikle Mondros yenilgileri, donanmanın önemini bir kez daha kanıtlamıştı. Yunanistan'ın Averof zırhlısı, Cezayir-i Bahr-i Sefid yani Akdeniz Vilayeti'nin tüm adalarını teker teker ele geçirirken Osmanlı, bu gelişmelere seyirci kalmanın dışında bir şey yapamamıştı.
Peki ama İtilaf devletleri, savaşla birlikte neden Çanakkale'ye öncelik vermişlerdi? Çünkü İtilaf devletleri için Çanakkale Boğazı'nın ele geçirilmesi ve İstanbul'un düşmesi, Osmanlı Devleti'ni barışı kabule zorlama açısından çok önemliydi. Osmanlı Devleti'nin savaştan çekilmesi ve İtilaf devletlerinin Boğazlara yerleşmesi, Balkan devletleri ve özellikle Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya üzerinde de etki yapabilecek ve henüz savaşa girmemiş bu devletler, Almanya'nın başını çektiği İttifak'tan uzak tutulacaktı.
Öte yandan Çanakkale, İtilaf devletleri için Doğu'ya açılan pencereydi. Orayı ele geçiren, tüm Karadeniz'i, Rusya'yı, Kafkasları, Orta Asya'yı, hatta Trabzon-Tebriz yolu üzerinden İran'ı denetleyebilirdi. Çanakkale'nin İtilaf devletleri nezdinde, en az Süveyş Kanalı kadar önemi vardı. Savaşın bu denli yoğun yaşanmasının temel nedeni de işte burada yatıyordu. Hiçbir saldırgan güç, savaşmak için bu denli engebeli bir coğrafyayı, stratejik önemi dışında başka bir gerekçeyle seçmiş olamazdı. Nitekim kara harekatı bunu kanıtladı.
Aradaki mesafenin 7-8 metreye kadar indiği siper savaşları, daha önce dünyanın başka herhangi bir yerinde görülmemişti ve tam anlamıyla bir ölüm kalım mücadelesiydi. Çanakkale'de her iki taraf için de siperin gerisi yoktu. Bir tarafta deniz, öbür tarafta yalçın sırt... Siper, tam bir kapandı ve asker yerinde mıhlanmıştı. Safların iç içe geçtiği siper savaşı, Çanakkale'de bir kıyıma dönüştü; ölüm artık bir yazgıydı.
Çanakkale ve beşeri sermaye
Çanakkale Savaşı'nda her iki taraf da büyük kayıplara uğradı. Cihan Harbi yıllarında, bundan daha yüksek kayıpların yer aldığı cepheler vardı. Fakat Osmanlı'nın verdiği kaybın niteliği farklıydı. Gelişmiş ülkelerin kendi aralarındaki didişmelerde, cephede bilfiil çarpışanlar, o ülkelerin işçisi ve köylüsü, bir başka değişle alt katmanlarıydı. Bu yüzden komuta ile cepheye sürülen askerin sınıfsal nitelikleri, ileriki yıllarda en azından edebiyatta işlenen konulardan biri olmuştu. Kimilerine göre aristokrasi, askerini bozuk para gibi harcamış, onları gözü kara cepheye sürmüştü. Öyle ki Birinci Dünya Savaşı sırasında imkansız bir saldırı emrine uymayı reddeden askerlerin hikayesini anlatan Paths of Glory (Zafer Yolları -1957) filmi, işte bu nedenle uzun yıllar Fransa'da gösterime girememişti.
Oysa Çanakkale'de Osmanlı saflarındaki beşeri unsur, son derece demokrat bir nitelikteydi. Toplumun her katmanı; okumuşu, aydını, çiftçisi, köylüsü silaha sarılmıştı. Bu denli nitelikli insanın kırıldığı bir başka cepheden söz etmek olanaksızdı. Çanakkale Harbi, Osmanlı beşeri sermayesinin hızla tüketildiği bir savaş alanı olarak tarihe geçti. Bu tükeniş on yıllarca etkisini göstermiş; Cumhuriyet Türkiyesi, yeni bir ulus devlet inşa sürecinde, yitirilen beşeri sermayenin yokluğunu her an yaşamıştı. Harbiyelisinden Mülkiyelisine, Tıbbiyelisinden İdadî ve Sultanî öğrencisine, silah altına alınmış genç ve aydın bir zümre Çanakkale'de şehit düşmüştü.
Çanakkale'de savaşmış güçler arasında bugün oluşmuş dostane ilişkilerin zeminini, orada paylaşılan kader birliği oluşturdu. Ölüme bu denli yakın insanların birlikteliği, o zamana dek başka bir cephede gözlemlenmemişti. Dünyanın iki ucundan karşı karşıya gelen insanlar, o güne kadar kendilerini bu denli yakın hissetmemişlerdi. Atatürk'ün Çanakkale'de hayatını kaybeden İtilaf askerleri ile ilgili sözleri ya da Çanakkale'deki yaralı ANZAK (Australia New Zealand Army - Avustralya Yeni Zelanda Kolordusu) askerini taşıyan Mehmetçik Anıtı, bunun somut kanıtlarıdır.
Çanakkale Harbi'ndeki yoğunluk, her iki safta da kimlik oluşumunu pekiştirdi. Savaş, bir ölüm kalım mücadelesi olmanın ötesine geçip bilinmeden yazılan destanların öyküsüne dönüştü. Osmanlı neferi, artık padişahı adına değil, bilfiil kendi toprağı, yurdu için savaşmaktaydı. Milli Mücadele'nin temelleri bir anlamda Çanakkale'de atılıyordu. ANZAK ise bu savaşla birlikte kimlik arayışına girdi. Büyük Britanya İmparatorluğu'nu sorgulamaya başlamış, uzak diyarlarda kendi kimliğini oluşturmuştu.
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.