İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) tarihinde ilk defa, İslam dünyasının kalbi mesabesindeki Kudüs için aldığı bu güçlü kararlar, Kudüs’ün çok ötesinde derin anlamlar taşıyor. Bu kararların uygulanıp uygulanamayacağını zaman ve karar alıcıların iradeleri gösterecek şüphesiz. Karşı tarafın da oluşan birlikteliği bertaraf etmek için bu kararlara karşı tedbirler alacağını ve elinden geleni ardına koymayacağını da bir kenara not edelim. Ancak burada önemli olan, bir kısmı kerhen de olsa, tüm İslam dünyasının, uzun zamandır ilk defa ABD ve İsrail ikilisine karşılık verebilecek bir fâil (özne) konumuna çıkma başarısı göstermesidir.
Sanayi devrimi, modernite ve Batı’nın bilimsel, teknolojik, siyasi ve askeri ezici üstünlüğüne yaklaşık iki yüzyıldır cevap veremeyen Müslümanlar, belki de uzun zamandır ilk defa bitkisel hayattan çıkma belirtisi göstererek bu karar için el kaldırdılar. Başlangıcından beri başat, baskın ve fail bir din olan İslam ve müntesipleri olan Müslümanlar, Hz. Peygamber’in vefatından itibaren, Ortaçağın ulaşım imkanları düşünüldüğünde çok kısa bir süre olan 80 yıllık bir zaman diliminde Arap yarımadasından Kafkasya’ya, Türkistan’dan İspanya’ya kadar eski dünyanın bütün merkezlerini ve büyük medeniyetlerini fethettiler. Haçlı seferleri ve Moğol istilası gibi kısmî istisnalar haricinde, bu fâil rollerini 19. yüzyıla kadar 1300 yıl boyunca sürdürdüler. Müslüman dünyası bu dönemden itibaren tarihte hiç alışık olmadığı biçimde özne olmaktan çıkarak bir nesne konumuna dönüştü. Müslüman dünyanın yıllardır çektiği acılar, nesne konumuna düşmesiyle yakında alakalıdır.
İİT’nin Türkiye öncülüğündeki bu karşı koyuşu tam da Müslüman dünyasında okuma-yazma oranlarının yüzde ellilerde olduğu, dünyadaki ilk beş yüz veya bin üniversite arasına İslam ülkelerinden pek azının girebildiği, gelişmiş ülkelerde ar-ge harcamaları GSMH’nin yüzde 5’ini oluşturmaktayken İslam ülkeleri ortalamasının binde 2 olduğu, Müslüman ülkelerin mezhebî nedenlerle birbirini boğazladığı, emperyalist devletlerin istihbaratlarının ankastresi el-Kaide, DEAŞ ve Boko Haram gibi radikal ve irrasyonel örgütlerin kendileri dışındaki Müslümanları kâfir ve mürted (dinden çıkmış) kabul ederek yaptıkları insanlık dışı infazları Holywoodvari aksiyon filmlerinin videoları gibi yayınladıkları ve kadınları cariye olarak köle pazarlarında sattıkları, tabiri caizse bir "İslam ortaçağı" yaşanmaktayken geldi.
İstanbul zirvesinde alınan bu kararların, Ortadoğu’da haritaların Batılı “think-tank”lerin strateji oyunlarında çizildiği, Müslüman ülkelerin birer komplo teorisi çöplüğü hâline dönüştüğü, liderlerinin uluslararası kuruluş ve enstitülerin savaş ve darbe senaryolarının figüranı haline geldiği, Arap dünyasında İsrail’in korkusunun hâkim olduğu, Körfez’in petrol zengini devletlerinin ABD ve İsrail ile iş tutup Filistin’e Kudüs’ten vazgeç baskısı yaptığı, İran’ın esrarengiz generali Kasım Süleymani ve Haşdi Şabi ile korku saldığı, Körfez’de birbirine düşürdüğü Suudi Arabistan ve Katar’ın her ikisinden de silah satışı adı altında ABD’nin haraç aldığı, Mısır’ın parasızlıktan Suudi Arabistan’a ada sattığı, Putin’in generalinin Beşşar Esed’i kolundan tutarak hizaya çektiği, Barzani’nin bir oldu-bitti referandumuyla kendine derebeylik kurmaya çalıştığı, Lübnan başbakanı Hariri’nin devlet içinde devlet olan Hizbullah’ın baskısı yüzünden istifa ederek Suudi Arabistan’a sığındığı, daha yakınlarda DEAŞ adlı Amerikan aksanıyla Arapça konuşan pejmürde çapulculardan oluşan, Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okuyamayacak kadar cahil bir haydut çetesinin “İslam Devleti” kurduğu, yani akla seza ne varsa vuku bulan bir Ortadoğu’da, Türkiye liderliğinde alınabilmesi çok değerli.
Yukarıdaki iki paragrafta özetlemeye çalıştığımız İslam dünyası ve Ortadoğu’nun bu kadar sıkıntılı bir dönemden geçtiği günlerde, üstelik ABD ve İsrail’in, Arap dünyasında finansı ve doktrini temsil eden Suudi Arabistan ile nüfusu ve orduyu, aynı zamanda kültür, sanat ve eğitimi temsil eden Mısır’ın yanına Birleşik Arap Emirlikleri’ni de katarak bir cephe oluşturduğunu hesaba katarsak, genel sekreteri de Suudlu olan İİT’ye bu kararı aldırabilmenin ne kadar zor olduğunu idrak edebiliriz. Şüphesiz, bunda Türkiye’nin ve sayın Cumhurbaşkanımızın kararlı tutumu belirleyici olmuştur.
Tabii bu kararlılığın Türkiye, İslam dünyası, Filistin ve Kudüs açısından önemli neticeleri de olacaktır. Batıda genellikle bir Arap meselesi olarak kabul edilen ve geçmişte de Saddam Hüseyin ve Hafız Esed gibi seküler Arap milliyetçisi diktatörlerin mevcut olmayan meşruiyetlerini sağlamak için, gayri samimi ve hoyratça kullandıkları Kudüs ve Filistin meselesi, artık tüm İslam dünyasını ilgilendiren beynelmilel bir hâl almıştır. “Kılıç düştüğü yerden kalkar” misali, İstanbul zirvesiyle sayın Cumhurbaşkanımızın İslam dünyasındaki liderlik rolü teyit edilmiştir. Artık Arap ve İslam dünyasının sokakları daha da çok Türkiye’ye dönük ve müzahir olacaktır. Kararları oybirliğiyle aldığı bilinen İİT’de, her şeye rağmen Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın bu kararlara karşı çıkamayışlarının sebebi, halklarının buna vereceği tepki ve Arap Baharının ikinci perdesinin kendi ülkelerinde gerçekleşmesinden çekinmeleridir.
Bu kararların hiç biri uygulanamasa dahi, İslam dünyasında ABD ve İsrail korkusunun psikolojik eşiğinin aşılması ve bir vahdetin sağlanması büyük bir başarıdır. 13. yüzyıl ortalarında İslam dünyasını ve Ortadoğu’yu (Maşrık) kasıp kavuran ve yarattıkları tedhiş nedeniyle halk arasında “yenilmez” olarak anılan Moğolların sadece bir öncü ve keşif birliğinin 1260 yılında Filistin’de iki Türk lider (Memlûk sultanı Kutuz ile kumandanı Baybars) tarafından yenilgiye uğratılmasının asıl önemi, Moğolların yenilebileceği fikrine ilk defa halkı ve orduyu ikna etmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim bundan sonra Moğollar kısa sürede bölgeden sürülmüştür. Ayn Calut savaşının Filistin’de vuku bulmuş olması ve Moğolların tedhiş ve işkenceleri, onları mağlup eden ordunun Türk olması bir sembolizm içerse de, tarih bire bir tekerrür etmez. Burada önemli olan Müslümanların birleşip, ABD ve İsrail’e kafa tutamayacakları yönündeki mitolojik ve psikolojik bariyerin ortadan kalkmış olmasıdır. Tıpkı Ayn Calut’ta olduğu gibi.
Bu analiz, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cengiz Tomar tarafından kaleme alınmıştır.