Yakın geçmişte yapılan bir kamuoyu araştırması Britanyalılara 2003 Irak işgali sonucu kaç Iraklının öldürüldüğünü sordu. Verilen cevaplar şok ediciydi. Katılımcıların büyük bir bölümü 10,000’den az kişi öldürüldüğünü söyledi. Bilimsel araştırma raporları ise, yaklaşık bir milyon Iraklı erkek, kadın ve çocuğun Britanya Hükümeti ve müttefiki Washington’ın cehennem yerine çevirdiği bölgede hayatını kaybettiğini bildirmekte. Bu sayı, Ruanda’daki soykırım sonucu ölen insan sayısıyla aynı. Ve Irak’ta akan kan durmak bilmiyor.
Bu veriler, biz Britanyalıların, işi doğru bilgilendirmek, yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmak olan kişiler tarafından nasıl yanıltıldığımızı göstermektedir. Amerikalı yazar ve akademisyen Edward Herman, bu durumu “düşünülemez olanın normalleştirilmesi” olarak nitelemektedir. Herman, haber dünyasının kurbanlarını iki farklı kategoride ele almakta: Esad, Kaddafi ve Saddam Hüseyin gibi düşmanlarımızın ellerinde acı çeken “değerli kurbanlar”. “değerli kurbanlar” bizim “insani müdahale” dediğimiz olgunun sınırlarını çizmektedir. “Değersiz kurbanlar” ise, bizim cezalandırıcı gücümüze gerek olmadan araya girenler ve kullandığımız “iyi diktatörler”dir. Saddam Hüseyin bir zamanlar “iyi bir diktatördü.” Ancak bir süre sonra haddini aşması ve itaatsizleşmesi nedeniyle “kötü diktatörler” sınıfına düşürüldü.
Endonezyalı General Suharto, bir milyon insanın ölümüne neden olan bir katliam gerçekleştirmesi önemsenmeksizin, Britanya ve Amerika hükümetleri tarafından desteklenen “iyi diktatör”lerden biriydi. Suharto, aynı zamanda, Doğu Timor nüfusunun üçte birini Britanya’ya ait savaş uçakları ve ağır silahlarla yok etmişti. Suharto, Londra’da Kraliçe tarafından ağırlanmış, Saddam Hüseyin’in aksine, yatağında huzur içinde öldüğünde aydın ve modernleştirici biri olduğuna dair övgülere mazhar olmuştu. Yine Saddam Hüseyin’in aksine, Suharto asla haddini aşmamıştı.
Ben, 1990’larda Irak’ta seyahat ettiğimde Müslümanlığın iki mezhep grubu; Sünni ve Şiiler farklılıklarına rağmen bir arada yaşamakta, birbirleriyle evlenmekte ve kendilerini Iraklılık kimliği üzerinden tanımlamaktan onur duymaktaydılar. İslami cihatçılar ve El-Kaide ise mevcut değildi. Biz ise mevcut durumu 2003’deki “şok ve dehşetli” saldırımızla baltalayıp, parçaladık. Bugün, Sünni ve Şiiler tüm Orta Doğu coğrafyasında savaş halindeler. Bu kitlesel katliamlar ise, kadına karşı ayrımcılık ve insanların kafasını kesmesiyle tanınan bir rejim olan Suudi Arabistan tarafından finanse edilmekte. 11 Eylül saldırısındaki uçak korsanlarının birçoğu da Suudi Arabistan’dan gelmişti. 2010’da Wikileaks, ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton tarafından Amerika konsolosluklarına gönderilmiş bir belge yayımladı. Belgede: “Suudi Arabistan yönetimi El-Kaide, Taliban, El-Nusra ve dünyadaki diğer terörist gruplara önemli bir finans desteği sağlamayı sürdürmektedir.” yazıyordu. Buna rağmen Suudiler bizim önemli müttefikimizden ve “İyi diktatörler”dir. Britanya soyluları onları sık sık ziyaret etmekte. Onlara istedikleri tüm silahları satıyoruz neticede.
Birinci kişi zamiri ve iyelik eki kullanmayı yeğliyorum. Haber spikerleri ve yorumcuların sıklıkla kullandıkları gibi “biz” ve “bizim” diyerek, hükümetimizin suça bulaşmış gücü ve biz, yani halk, arasında bir ayrım yapmamayı tercih ediyorum. Hepimiz Muhafazakâr Parti/Tori, İşçi Partisi ve Obama’nın Beyaz Saray’ı arasındaki uzlaşının bir parçası olmaktan utanç duyuyoruz. Nelson Mandela hayatını kaybettiğinde BBC doğruca David Cameron ve Obama’ya gitti. Cameron’ın Mandela hapishanede 25. yılını tamamlıyorken Güney Afrika’ya gitmesi, ırkçı rejime destek vermekle aynı anlama geliyordu. Robben Adası’nda düzenlenen Mandela’ya veda töreni sırasında gözyaşlarını tutamayan Obama ise, Guantanamo’daki hücrelerin hâlihazırda yöneticisi konumunda.
Mandela için neyin yasını tutuyorlardı gerçekten? Besbelli, ahlaksızlığı Britanya ve Amerika hükümetleri tarafından yıllarca desteklenmiş baskıcı bir sisteme karşı Mandela’nın sergilediği olağandışı direniş iradesinin yası değil bu. Bilakis, ona, Güney Afrika’da beyazların adil olmayan politik ve ekonomik gücüne karşı siyahlar arasındaki ayaklanmanın bastırılmasında oynadığı rol nedeniyle minnettardılar. Çok açık ki, bu, Mandela’nın serbest bırakılmasının da tek nedeniydi. Bugün aynı vahşi ekonomik güç, Güney Afrika’yı dünyadaki en eşitsiz toplumu haline getirerek ırkçılığı bir başka biçimde sürdürmektedir. Bazıları buna “mutabakat” diyorlar.
Hepimiz bilgi çağında yaşıyoruz. Ya da onun gibi bir şey. Akıllı telefonlarımızı tespih gibi kullanıyor, nerede olduğumuzu bildiriyor, onun üzerinden bir şeyler izliyor, bir şeyleri kontrol ediyor ve tweet atıyoruz. “Bağlanmış” ve mesaj verir haldeyiz. Mesajların ana konusu ise kendimiz. Kimlik bu zamanın ruhudur. Bir nesil önce, Aldous Huxley, “Cesur Yeni Dünya” romanında bunu öngördü. Toplumsal kontrolün en son aracı budur, dedi. Zira tüm bu süreç, “gönüllü”, bağımlılık yapıcı ve kişisel özgürlük adı altında bir tür örtük yanılsamaydı. Belki de gerçek; bilgi çağında yaşadığımız değil; medya çağında yaşadığımızdır. Mandela örneğinde olduğu gibi, medyanın mükemmel teknolojisi “gasp edilmiş”[1] durumdadır. BBC’den CNN’e, “yankı odası” muazzam büyüklükte.
2005’te Harold Pinter, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı sırada yaptığı konuşmada: “Gücün, evrensel çıkarlar/tüm dünyanın hayrına gibi laflarla maskelenerek manipüle edilmesi zekice hatta esprili, çok başarılı evrensel bir hipnoz yöntemidir.” dedi ve ekledi: “Bu asla olmadı. Hiçbir şey, hiçbir zaman olmadı. Aslında oluyorken bile olmuyordu. Bir önemi de yoktu. İlgi çekmiyordu.”
Printer, ABD’nin sistematik bir şekilde işlediği suçların ve dünyayı daha iyi anlayabilmemizi sağlayacak bazı bilgilerin atlanmasıyla uygulanan örtük sansürü kastediyordu.
Bugün liberal demokrasi, tam tersi olması gerekirken, insanların korporatif bir devlete karşı sorumlu oldukları bir sistemle yer değiştiriyor. Britanya’daki hükümet partileri şu öğretiyi düstur edinmiş durumdalar: Zenginle ilgilen; fakir için mücadele et. Gerçek demokrasinin bu şekilde yadsınması tarihsel bir yön değişimidir. Tam da bu sebeple, Edward Snowden, Chelsea Manning ve Julian Assange, güçlü ve hesap verme sorumluluğu taşımayanlar için bir tür tehdit unsuru oluşturmakta. Ve bu, biz, görevi tümüyle emin olmak ve doğru bilgilendirmek olanlar için ibretlik bir ders niteliğinde. Ünlü muhabir Claud Cockburn’ün de dediği gibi: “Herhangi bir bilgi resmi olarak yalanlanmadıkça, ona asla inanma.”
Irak’ı işgal etmek için gizlice yapıldığı gibi, hükümetlerin yalanlarının hakkıyla üzerine gidildiğini ve ortaya çıkarıldığını düşün; muhtemelen, bugün bir milyon insan hayatta olurdu.
Bu yazı, John Pilger’in 2 Ocak 2014 tarihli BBC Radyo 4, “Today” programı özel yayınında yaptığı konuşmanın deşifre edilmiş bir nüshasıdır. Oyuncu ve müzisyen Polly Harvey tarafından düzenlenmiştir.
[1] Yazar burada “hijack: taşıt kaçırmak/gasp etmek” kelimesini kullanarak 11 Eylül’e gönderme yapmaktadır.