Türkiye’nin 1952 yılındaki NATO üyeliği, Ankara’nın güvenlik ve dış politikası açısından sadece Sovyetler Birliği’nin yayılmacı tehditlerine karşı alternatif bir güvence olarak görülmemişti. Bu üyelik aynı zamanda, Türkiye’nin “Batılı kimliğini” ve dış politikasını onaylayan bir mekanizma işlevi de görmüştü. Daha açık bir ifadeyle NATO üyeliği, Türkiye’nin “Batıcı” dış politikasının kurumsal olarak taçlandırılması ve tasdik edilmesi anlamına geliyordu.
Üyeliğin üzerinden 65 yıl geçti; fakat ittifakın özellikle Türkiye ile ilişkilerinde hâlâ izaha muhtaç bir zayıflık söz konusu. Türkiye’nin güvenlik mimarisinin en önemli sütunlarından birini oluşturması gereken NATO, bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı güvenlik tehditlerinde ya Türkiye’ye doğrudan destek sağlamıyor ya da gecikmiş adımlar atmak suretiyle Türkiye’nin ulusal güvenliğinin altını oyuyor.
Bu durum konjonktürel ölçekte yaşanan geçici bir durum olmaktan ziyade, tarihsel olarak yapısal bir soruna işaret ediyor. Kuruluşundan bugüne, Türkiye’nin ittifak üyeliğinden kaynaklanan tüm sorumluluklarını yerine getirmesine rağmen, NATO’nun Türkiye’nin güvenlik önceliklerini ya dikkate almadığı ya da ittifakın açık sorumluluk alanında olmasına rağmen, Türkiye’nin güvenliği söz konusu olduğunda isteksiz davrandığı gözlemleniyor.
Her ne kadar NATO anlaşmasının ittifak içi dayanışmayı tanımlayan 5. maddesiyle “Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da, içlerinden birine veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği” ortaya konulsa ve bu bağlamda saldırıya uğrayan tarafa yardımda bulunulacağı ifade edilse de, Türkiye söz konusu olduğunda bu madde genellikle göz ardı ediliyor. Yine benzer şekilde, tarafların Avrupa ya da Kuzey Amerika’daki topraklarına ve Türkiye topraklarına yapılacak her türlü saldırının tüm üye devletlere yapılmış bir saldırı olarak kabul edileceği ittifakın 6. maddesiyle kayıt altına alınmış olsa da, ittifak üyeleri Türkiye’ye karşı yükümlülüklerini sınırlı bir coğrafi alan üzerinden tanımlamayı tercih etti.
İttifak anlaşmasının yukarıda anılan ilgili yükümlülükleri dikkate alındığında, Türkiye’nin NATO’yla ilişkilerinde Batılı müttefiklerinin çekingen davrandığı uzunca bir tarih söz konusu. Bu tarihsel seyir içinde NATO’nun öncelikleri, stratejik konsept ve tehdit algısındaki değişimler, NATO üyesi ülkeler arasında belirlenen askeri görev ve ilişkilerin paylaşımı, örgütün coğrafi odağı ve harekat alanındaki değişimler ve dönüşümler de hesaba katılarak dikkatli bir analiz yapıldığında, karşımıza işbirliği ve ortaklıktan ziyade, birçok krizin yer aldığı bir olaylar manzumesi çıkıyor. Bütün bu süre zarfında Türkiye NATO içinde kendi “özerkliğini” koruyan bir ülke olarak değil, genel olarak Washington ve Brüksel’de alınan kararlara uymak zorunda olan “pasif” bir ortak olarak hesaba katıldı.
İttifakın kurulduğu ilk yıllarda, kalabalık ordusuyla ve “askerlerinin ucuzluğuyla” “maliyet” bakımından ele alınan Türkiye, coğrafi konumuyla da jeopolitik bir değer olarak Sovyet yayılmacılığı karşısında “dış çevreyi” koruyan bir ön hat olarak konumlandırılmıştı. Stratejik önceliğin, kalabalık orduların Sovyetleri ön hatta belli bir süre “tutma” işlevinden caydırıcılık eksenine doğru kaydığı dönemde ise Türkiye, coğrafi konumu itibarıyla, Sovyetlere karşı nükleer bir savaşta “reaksiyon süresini kısaltan” jeopolitik bir ülke olarak ele alınmıştı. 1962’deki Küba füze kriziyle birlikte, daha önceden Türkiye’ye yerleştirilen Jupiter füzelerinin çekilme kararının verilmesi, belki de NATO ile Türkiye arasındaki en öneli krizlerden biri olarak tarihe geçmiştir.
İttifakın ortak güvenlik sorumluluğunu yerine getirmemesi bununla da sınırlı kalmaz. Bu durumun en somut örneklerinden birini, 1964’te yaşanan “Johnson mektubu” krizi oluşturur. Terör durumu karşısında müdahale hakkını kullanmak isteyen Türkiye, karşısında ABD Başkanı Johnson’ın Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği mektubu bulur: “Amerikan yardımı olarak verilen silahların NATO misyonu dışında kullanılamayacağını” vurgulayan mektupta “Sovyetler Birliği’nin müdahalesi durumunda ABD’nin ve diğer müttefiklerin 5. maddede yer alan ortak savunma prensibiyle hareket etmeyebilecekleri” söylenmektedir. Temmuz 1974’te “garantör” devleti olmasından doğan haklarını kullanarak Kıbrıs’a askeri olarak müdahale eden Türkiye, diğer bir NATO müttefiki olan ABD’nin 1975-78 yılları arasında askeri silah ambargosuna maruz kalır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi NATO’nun önceliklerinde stratejik düzeyde bir dönüşüme sebep olsa ve Türkiye’nin jeopolitik önemi ittifakın ortak çıkarları açısından hayati bir öneme sahip olsa da, bu dönemin ilk on yılında, Türkiye’nin güvenliğine yönelik işlevsiz kılınan bir durum söz konusudur: Türkiye bütün imkanları ve askeri kapasitesi ile ittifakın bütün askeri misyonlarına ve stratejik önceliklerine katkı sunmaya çalışırken, NATO müttefikleri arasında, güvenlik meselelerine yaklaşımlarındaki önemli yapısal sorunlardan kaynaklanan görüş farklılıkların ortadan kalkmadığı söylenebilir. Ortadoğu merkezli güvenlik sorunlarının, bu anlamda ittifakın Türkiye konusundaki isteksizliğini test eden çarpıcı misaller oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu denkleminde, güvenlik çevresinde yaşanan değişim ve artan riskler karşısında ittifak üyelerinden talepte bulunan Türkiye, bu isteğinin acil karşılanması konusunda da hayal kırıklığına uğramıştı. NATO (özellikle de ittifakın Batı Avrupalı üyeleri) Ortadoğu’nun NATO’nun harekat alanı dışında kaldığını öne sürerek 5. madde ile üstlendikleri sorumlulukları karşılama konusunda isteksiz davranmış, Türkiye’nin acil isteği ancak 1991 yılında hayata geçirilebilmişti. Fakat “alan dışılık” tartışmasını 1999 yılında Kosova müdahalesinde uygularken Türkiye hava operasyonlarına ciddi bir destek sağlamıştı.
Türkiye benzer bir hayal kırıklığını, 2003 yılında ABD’nin Irak işgali sırasında yaşamıştı. Artan risk ve tehditler karşısında NATO’dan 4. maddesini hayata geçirmesini resmen talep eden Türkiye karşısında üye ülkeler, Türkiye’ye yönelik hükümleri ABD’nin Irak’ı işgal planının uluslararası hukuka uygunsuzluğunu gerekçe göstererek işletmemişlerdi. Dolayısıyla, Türkiye’nin 4. madde bağlamında talepte bulunduğu istişare toplantısı da gerçekleşmemişti.
Bütün bu örnekler, Türkiye’nin NATO’dan talep ettiği hava savunma sistemleri konusu da eklendiğinde, İttifak’ın Türkiye’nin güvenliği konusunda hiç de cömert olmadığını gösteriyor.
İttifak Türkiye’ye yönelik sorumluluklarını yerine getirme konusunda isteksiz ya da geç davranırken Türkiye kendi güvenlik sorunlarını kendi başına halletmeye çalışmış, diğer yandan ise NATO’nun ilgi alanına aldığı krizlerde en çok askeri katkıda bulunan ülkelerden birisi olmuştur. Bosna, Kosova, Makedonya, Afganistan ve Libya’da icra edilen NATO harekâtlarında Türkiye hep ön sırada yer almıştır. Bu krizlerden en önemlisi, kuşkusuz Afganistan’da 2001 sonrası yaşanan istikrarsızlıktır. Türkiye Kabil gibi en çok sorun yaşanan şehir ve bölgelerde komutayı üstlenme konusunda tereddüt dahi etmemiştir.
NATO’suz bir terörle mücadele
NATO’nun Türkiye’ye yönelik isteksizliğinin belki de izaha muhtaç en önemli yanlarından birini, terörizmle mücadele konusu oluşturuyor. Türkiye’nin terörle mücadelesi, NATO ittifak sistemi içinde en çok yalnız bırakıldığı alanların başında geliyor. Türkiye’nin “uluslararası terörle mücadele rejiminin” oluşturulmasında kurumsal ve pratik düzeylerde katkı sağlarken, İttifak, Türkiye’nin terörle mücadelesine katkı sağlamak şöyle dursun, Türkiye’nin mücadelesine engel olan bir politika benimsiyor. Kıbrıs’ta yaşanan teröre karşı müdahalede Türkiye’ye yönelik Amerikan ambargosunda sessiz kalan NATO, Ermeni terör örgütü ASALA’nın NATO üyesi ülkelerde Türk diplomatlara karşı gerçekleştirdiği terör saldırılarında da etkisiz kalmıştı.
11 Eylül sonrası uluslararası terörizmle mücadeleyi “İslami terörizm” kavramsallaştırmasıyla tek bir boyuta indirgeyen (başta ABD olmak üzere) NATO’nun Batı Avrupalı üyeleri, Türkiye DEAŞ tehdidiyle karşıya kaldığında, ABD’ye Afganistan’da sağlanan ayrıcalığı, terörden en çok etkilenmiş Türkiye’ye sağlama konusunda da isteksiz davranmıştı. Öyle ki 2016 yılında Türkiye’nin DEAŞ ile mücadele bağlamında hayata geçirdiği Fırat Kalkanı harekatında, Türkiye’nin de içinde yer aldığı DEAŞ karşıtı koalisyon güçleri (ki bir çoğu NATO üyesi ülkelerden oluşmaktadır) hava desteğini dahi minimize etmeyi tercih etmişti.
PKK terörüyle mücadelede ise NATO, PKK’yı terör örgütü olarak tanımanın ötesinde ciddi sayılabilecek bir destekten Türkiye’yi yoksun bırakıyor. PKK’nın Suriye kolu olan YPG’nin (ABD başta olmak üzere) NATO üyeleri tarafından DEAŞ ile mücadele bağlamında “yerel partner” olarak görülmesi, İttifakın zayıflığının ve isteksizliğinin en çarpıcı örneğini oluşturuyor. ABD ve NATO üyesi diğer ülkelerin YPG’ye verdiği silah desteğin, PKK’nın Türkiye’ye karşı yürüttüğü terör eylemlerinde büyük bir etkisi söz konusu. Bununla birlikte, daha çarpıcı olan ise PKK’nın NATO üyesi ülkelerde devam eden aktivitelerinin normalleştirilmesi, meşrulaştırılması, hatta kurumsallaştırılmasına yönelik adımlar atılmasıdır. EUROPOL’un geçtiğimiz yıl yayınladığı yıllık terörizm raporunda, PKK’nın NATO üyesi Avrupa ülkelerinde topladığı para miktarı 513 milyon dolara ulaşmıştır. Bu rakam sadece tespit edilebileni yansıtmaktadır. Bu, NATO’nun terörizmin finansmanın engellenmesi konusunda ortaya koyduğu taahhüdü bile, Türkiye söz konusu olunca hayata geçirme konusunda nasıl isteksiz davrandığının göstergesi niteliğindedir.
Türkiye’nin YPG/PKK terör tehdidi nedeniyle hayata geçirdiği askeri stratejinin bir parçasını teşkil eden Zeytin Dalı harekatına yönelik NATO desteğinin söylem düzeyinde kalması, NATO-Türkiye ilişkilerini daha da sorgulanır yeni bir boyuta taşıyor. Türkiye’nin, Suriye başta olmak üzere geniş bir coğrafyada sahip olduğu “önleyici güvenlik” anlayışı, bundan sonra Türkiye’yi askeri olarak daha aktif olacağı bir döneme taşıyor. Türkiye’nin bu yeni “askeri aktivizmi” NATO’nun, savaşın değişen karakteri bağlamında geliştirmeye çalıştığı yeni stratejisi karşısında bir örnek teşkil edebilir. Bu örneğin ittifakın ortak çıkarlarına dönüştürülebilmesinde bir katkı sağlaması, ancak ve ancak ittifakın (Türkiye söz konusu olunca da) anlaşmadan kaynaklanan yükümlülüklerini tam anlamıyla yerine getirmesiyle mümkün olabilir.
Bu analiz, Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Ortadoğu Araştırmaları Merkezi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Murat Yeşiltaş tarafından kaleme alınmıştır.
Analizde yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.