Toplumların, başka toplumlara yaşattıkları trajedilerin mirası olan vicdani yükle başa çıkma hususunda farklı yol ve yöntemler izlediği hepimizin malumudur.
Örneğin bir soykırım, bir savaş suçu, sudan sebeplerle başlatılan ve milyonlarca insanın hayatını karartan savaşlar... Toplumlar başka toplumları etkileyen bu gibi cürümlerinin kendilerinde yol açtığı vicdan yükünü aşabilmek için farklı yaklaşımlar geliştirmiştir.
Kimi toplum cürümünü itiraf edip bunu tazmin etme yoluna gider. Bir daha benzer cürümleri işlememek için kendisini hapsedilmiş bir dev gibi tarihi bir cendereye sıkıştırır.
Kimi toplum işlediği cürümün ne kadar gerekli olduğunu sürekli hem kendisine hem diğer toplumlara hatırlatma yoluna gider.
Kimisi işlediği cürümleri inkar ederek toplumsal vicdanını rahatlatmaya çalışır.
Bir şov ve ticaret imparatorluğu olan Amerika'nın kendi geçmişiyle yüzleşme yaklaşımı da bu vasfıyla tam olarak örtüşüyor.
Amerikan propaganda endüstrisi
Şov ile iç içe bir toplum olan Amerikan toplumu, herhalde dünya üzerinde geçmiş cürümlerini kendisine büyük faydalar getirecek bir şekle tahvil edebilen yegane toplumdur.
Bilhassa Amerikan sinema endüstrisi, "Amerikan rüyası" denilen anlayış ekseninde, bu cürümleri dahi hem para kazanmak hem de propaganda yapmak için kullanabilmektedir.
Amerikan devletinin kurulduğu tarihten bu yana diğer toplumlara yaşattığı acılar, soykırımlar, işkenceler, katliamlar Amerikan propaganda endüstrisi tarafından yüzlerce milyar dolarlık bir getiriye ve ABD için bir propaganda malzemesine dönüştürülmüştür.
Mesela hepimiz, iyi yürekli kovboyların vahşi Kızılderililere karşı giriştiği "kahramanca" mücadeleleri anlatan Western filmlerini seyrederek büyüdük. Amerikan askerlerinin Kore'deki, Vietnam'daki, Güney Amerika'daki, Japonya'daki, Pasifik'teki, Normandiya'daki "kahramanlıklarını" yakinen müşahede ettik. Bu "koca yürekli" Amerikan askerlerinin hayatlarına dokunduk, şahsi öykülerini adeta ezberledik. Bir süre sonra bu filmlerde "kızıl Sovyet tehdidine karşı özgür dünyaya el uzatan" Amerikan devletinin yüceliğini görmeye başladık.
Ardından Amerikan askerlerinin Afganistan'da, Irak'ta, Somali'de ve İslam aleminin geri kalanında "teröre karşı verdiği kahramanca mücadeleyi" izledik. Hollywood bizleri bu dokunaklı kahramanlık öykülerini yakinen müşahede etmekten mahrum bırakmadı.
Tüm bunlar olurken Amerikan girişimcilerin, film yapımcılarının, onlara kredi veren bankaların ve nihayetinde Amerikan devletinin kasasına yüzlerce milyar dolar girdi. Bir yandan da 7'den 70'e tüm dünya Amerikan kahramanlığını tanımış ve bilinçaltına işlemiş oldu.
Amerikan devleti kurulurken katledilen onlarca milyon Kızılderilinin -yani Amerikan yerlisi- ve siyahinin anılarını elbette yakinen göremedik. Vietnam'da napalm ile yakılan, Japonya'da atom bombalarıyla yok edilen, Afganistan'da ve Irak'ta işkencelerle katledilen sivillerin öykülerini dinleyemedik. Amerikan propaganda endüstrisi, bu ülkelerdeki cürümlerinden bahsettiği filmlerde dahi bize sürekli vicdanlı, iyi ve insani yönleri ağır basan bir Amerikalıyı göstererek bizleri mest etti. Bizler de, İsmet Özel'in bir şiirinde bahsettiği şu çizgiden ibaret kaldık:
"Yaşamak deriz-Oh,dear-ne kadar tekdüze
Katliamlar ne kötü be birader!"
Merhum Malcolm X, Amerikan devletinin Amerikancılıktan muzdarip olan kimselere yaşattığı kabusa dair, 3 Nisan 1964 tarihli konuşmasında şunları söylüyordu:
"Bugün Amerika'da gözlerimizi açıp etrafımıza baktığımız zaman, Amerika'yı Amerikanizmin meyvelerininden faydalanan birinin gözleriyle görmüyoruz. Amerika'yı Amerikanizmin kurbanı olan bir kimsenin gözüyle görüyoruz. Bir Amerikan rüyası görmüyoruz. Yalnızca bir Amerikan kabusunu tecrübe ediyoruz. Bizler Amerika'nın demokrasisinden fayda elde edemedik. Sadece Amerika'nın iki yüzlülüğünden muzdarip olduk. Yeni yetişen nesil artık bunu görebilir. Bunu söylemekten de çekinmez. Hapse girseniz ne çıkar? Siyahsanız zaten hapiste doğuyorsunuz."
Aradan onlarca sene geçmesine rağmen Amerika, yalnızca üçüncü sınıf saydığı kendi vatandaşlarına değil, tüm dünyaya Amerikan kabusunu yaşatmaya devam ediyor. Bir yandan da bu kabusun yol açtığı insanlık dramlarını propaganda endüstrisi üzerinden Amerikancılık reklamına ve milyar dolarlara tahvil edebiliyor.
Bugünlerde herkesin diline pelesenk olan "Oppenheimer" filmi, bana Amerikan kabusundan başka hiçbir şey hatırlatmıyor. Film, Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan, yüz binlerce masum sivilin canını alan atom bombalarını üreten Amerikan ekibinin başındaki Robert Oppenheimer'ın hayat öyküsünü anlatıyor.
Yani 20'nci yüzyılın en büyük toplu katliamındaki baş sorumlularından birinin. Elbette Amerikan propaganda endüstrisi, Soğuk Savaş dönemindeki gibi "kör göze parmak" şekilde propaganda yapmayı bıraktığından, bu tarz filmler artık daha eleştirel tonlar da barındırıyor. Oppenheimer'ın Hiroşima ve Nagazaki'nin bombalanmasının ardından duyduğu "pişmanlık" ve ömrünün geri kalanını "nükleer silahların kısıtlanması" mücadelesine adaması gibi unsurları da keza. Elbette bu kendisinin, Amerikan devlet teşkilatlanmasının, ona bağlı askeri bürokrasi ve endüstri mensuplarının birer savaş suçlusu olarak yargılanması gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Elbette film bu gerçeğe değinmiyor.
Birçokları filmin çeşitli detaylarını konuşuyor olsa da Oppenheimer gündemi bana bunları düşündürüyor. Amerikan toplumunun işledikleri devasa cürümleri birer propaganda, şov ve ticaret malzemesi haline getirmesi karşısında bir yandan hayranlık, diğer yandan da öfke hissetmekten kendimi alamıyorum.
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.