ABD Başkanı Donald Trump’ın Pakistan’a dair attığı son tweet ve yönetiminin aldığı yardımları dondurma kararıyla ABD-Pakistan ilişkileri gerildi. Başkan Trump, geçtiğimiz Ağustos ayında açıkladığı ‘Güney Asya ve Afganistan’ stratejisinde üstü örtülü şekilde eleştirdiği Pakistan’ı bu kez açıktan hedef aldı. Trump yönetiminin Pakistan için 2016 yılından kalma, Pakistan’ın ABD’den (ikinci el) silah ve teçhizat almak için kullanacağı 255 milyon dolarlık ‘Dış Askeri Finansman’ (FMF) desteğini dondurduğu açıklamasının ardından ABD Dışişleri Bakanlığı da Pakistan’a olan yardımların bazı istisnai kalemler hariç tamamen dondurulduğunu açıkladı.
İç siyasetinde zaten çalkantılı bir dönemden geçen Pakistan’da ise bu gelişmeler üzerine önce ‘çekirdek Bakanlar Kurulu’ olarak tanımlayabileceğimiz ve siyasetten ekonomiye her konunun görüşüldüğü ‘Kolordu Komutanları Toplantısı’ gerçekleştirildi. Hemen ardından Başbakan Şahid Abbasi başkanlığında yine yüksek rütbeli komutanların da katılımıyla olağanüstü ‘Milli Güvenlik Kurulu’ toplantısı yapıldı. Pakistan sivil ve askeri elitleri, beklendiği üzere Trump yönetiminin yönelttiği suçlamaları reddettiler, terörle mücadelede yaptıkları fedakârlıkların altını çizdiler ve Afganistan’da barış çabalarına katkı vermeye devam edeceklerini bildirdiler. Daha geniş zaman aralığında bakıldığında Pakistan-ABD ilişkilerinde ‘rutin bir kriz’ olarak görülebilecek bu gelişmeleri değerlendirmeye ABD-Pakistan ilişkilerinin tarihsel seyrinden bahsederek başlamak gerekir.
Bir garip ilişkinin tarihi
Pakistan 1950'li yıllarda önce Truman, ardından Eisenhower yönetimlerinin radarına ABD’nin Sovyetler Birliğini çevreleme politikası çerçevesinde girdi. Ortadoğu’da Bağdat Paktı ile Sovyetlerin güneye doğru olası yayılımına karşı bir set çekmeye çalışan ABD yönetimleri daha geniş bir ‘bölge inşası’na giriştiler. Yani Ortadoğu’dan başlayan anti-Sovyet kuşağı, Pakistan’ı da katarak Güneydoğu Asya’ya doğru genişletmeye çalıştılar. Hindistan’ın tarafsızlık politikasının ABD’li yönetici elitlerine ‘itici’ geldiği bu dönemde, Pakistan, özellikle ham ve ucuz asker gücüyle, Sovyetlerin olası saldırısına karşı bir süre direnme gücüyle çekici gözüktü. Pakistan ise ABD’yi en temelde dinmeyen Hindistan korkusu nedeniyle tercih etmişti. İki ordu arasında özel bir kanalın kurulması da ilişkilerin başlamasında önemli bir rol oynadı. Şurası kesin ki Pakistan-ABD ilişkisinde, örneğin aynı dönem Türkiye-ABD ilişkisinde var olan, ortak ‘kimlik’ (Batılılık gibi) ve ortak değerler (demokrasi, şeffaflık vb.) öğesi eksikti. Bu Pakistan’ı, ABD için her zaman daha ‘kullanıp kenara atılabilir’ kıldı.
Pakistan ABD’nin ‘en müttefik müttefiki’ olarak (İngiltere ile eşgüdümlü) ABD öncülüğünde veya gözetiminde kurulan Bağdat Paktı (ilerleyen dönemde CENTO) ve SEATO gibi bölgesel ittifakların hepsinde yer alırken, başlıca tehdit algısı kuzeye değil güneydoğusuna (Hindistan) yönelik oldu. ABD bir yandan bu bölgesel ittifakları kurarken, diğer yandan Pakistan’ın ısrarlı taleplerine rağmen ne CENTO’da askeri üye olarak yer aldı ve CENTO’nun gerçek bir askeri ittifak olmasına izin verdi ne de SEATO’nun kağıt üzerinde ittifak olma statüsünü değiştirecek bir adım attı. ABD, bir yandan 1959 yılında, Pakistan’ın hep dilediği ‘güvenlik garantisini’ verir gibi yaptı. Diğer yandan ise Sovyetler'i hayati bir tehdit olarak gördüğünü düşündüğü Pakistan'ın, kendisini aldattığını düşünmeye başlayarak İslamabad'ın ihtiyacı olduğunda Hindistan’a karşı güvenliğini garanti etmedi.
Ancak tüm bu gelişmeler Soğuk Savaş’ın devamından ötürü iki ülkenin yollarını ayırmasına da neden olmadı. Ne ABD’nin daha büyük, ekonomik potansiyeli daha fazla ve daha demokratik olan Hindistan yerine Pakistan’la ittifak etmeyi seçmiş olmasının Eisenhower yönetiminin son yıllarından itibaren sorgulanmaya başlaması ne de Pakistan’ın 1965 savaşında olduğu gibi ABD’nin Hindistan’a karşı kendisini yarı yolda bırakmaya hazır olduğunu görmesi ilişkilerin kopmasına neden oldu. Pakistan ABD nezdinde taleplerini kabul ettirmek için İran Şahını kullanmayı da çok iyi becerdi.
ABD Pakistan topraklarında yer alıp Sovyetlere karşı kullandığı önemli askeri üslere iyice alışmış ve yerlerine yenilerini bulamamış, Pakistan ise Devlet Başkanı Eyüp Han’ın da hatıratında söylediği üzere ABD silahlarına çoktan bağımlı hale gelmişti. ABD’nin Pakistan’a yaptığı ekonomik ve askeri yardımlara bakılacak olursa bu yardımların (hibeler ve krediler) 1950-1965 yılları arasında yıllık toplam 500 milyon dolarla başlayıp 2.5 milyar dolara yaklaştığı görülür.
Bu yardımlar özellikle 1965-1980 yılları arasında ise büyük düşüş gösterdi. Bunda da en büyük etkenler 1965 Hindistan-Pakistan savaşı sonrasında ABD Kongresinin her iki ülkeye yönelik yaptırım kararı, sosyalist eğilimli olmakla suçlanan Zülfikar Ali Butto’nun 1971’den sonra önce Başbakan, ardından Devlet Başkanı olması ve Hindistan’a daha yakın olan Jimmy Carter’ın 1976 yılında Başkan seçilmesidir. Ancak Pakistan 1960-61 yıllarından başlayarak hem küresel ölçekte hem de bölgesel düzlemde alternatif ekonomik ve askeri kaynaklar bulabilmiş, yeni ilişkiler geliştirebilmiştir. Küresel ölçekte Çin’le yakınlaşan Pakistan hükümetleri bölgesel düzlemde de ABD’nin bölgedeki karakolu İran’a ek olarak (özellikle 73 petrol krizi sonrasında) Körfez ülkeleriyle yakın ve birbirini dengeleyici ilişkiler kurdular. Bu da Pakistan’ın ABD ile olan ilişkilerinde zaman zaman oldukça cüretkâr tutum alabilmesini sağladı.
Zülfikar Ali Butto ABD’nin hem Hindistan hem de Pakistan’a yaptırım uygulaması karşısında ‘hayatta kalmak için ot bile yememiz gerekse nükleer programımızdan vazgeçmeyiz’ demişti. Ziya ül-Hak üzerindeki tüm baskılara rağmen nükleer programı devam ettirdi. Öyle ki, ABD’nin en ünlü askeri ataşelerinden General Vernon Walters elinde ABD istihbaratının Pakistan nükleer programına ilişkin sağladığı bilgiyle General Ziya ile görüştükten sonra ‘ya gerçekten ülkesinin programından haberi yok ya da şimdiye dek gördüğüm en harika ve vatansever yalancı’ demişti.
1979 Kabe baskınının arkasında ABD’nin olduğu söylentisi yayılınca ABD’nin İslamabad büyükelçiliği ateşe verilmişti. Ancak Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İran’da devrim, Pakistan’ın elini yeniden güçlendirdi ve yaptırımları bir kenara bırakan Carter ve Reagan yönetimleri Pakistan’a yardımlarını yeniden arttırdılar. Öyle ki, Tahran’da Amerikan elçiliği basılıp rehine krizi dünya gündemini sarstığında, ABD Pakistan’dan arabuluculuk yardımı istemiş, ABD’li yetkililere göre Başkan Ziya’nın çabaları sadece ‘göstermelik’ olmuştu. Carter yönetimin 1977 darbesinden sonra darbeden ötürü yaptırım uygulamadığı ama ilk başta çok da yakın durmadığı General Ziya’nın yıldızı ise bir anda parladı.
Afgan cihadı ve sonrası
Pakistan büyük riskler alarak devasa Afgan cihadına katılan farklı grupları koordine ederken, CIA arşivlerindeki belgelere göre, Sovyetler güdümündeki Afgan ordusu mensupları ‘demokratik’ Hindistan’da tedavi ediliyordu. CIA 1982’de yazdığı bir raporda Sovyet işgaliyle birlikte Pakistan’ın üstlenmek durumunda kaldığı mülteci popülasyonunu ‘dünyadaki en büyük mülteci grubu’ (3 milyon mülteci ve yıllık masrafı $555 milyon) diye tanımlıyor ve bunun Pakistan’a getireceği sosyal, ekonomik ve siyasi yüklerden bahsediyordu. Reagan yönetimi, Sovyetlerin işgali ve İran devrimi sonrasında petrol zengini Körfez’in güvenliğini sağlamak için bölgeye anında müdahale edebilecek ‘Acil İntikal Kuvveti’ oluşturmayı amaçladıklarında da Pakistan askerlerini kullanmayı düşündü.
Ama ABD, Sovyetlerin Afganistan’dan çekilme sözüyle ve yardımları karşılıklı olarak kesme noktasında Sovyetlerle anlaşır anlaşmaz Afganistan’ı ve cihad sonrasının tüm sorunlarıyla Pakistan’ı kaderlerine terk etti. Pakistan 1990’lı yıllarda Afganistan’ın geleceği üzerinde İran ile büyük bir rekabete girerken, ABD bir yandan dünyanın farklı yerlerinde uluslararası barış gücü misyonlarında Pakistan askerlerini kullanmaya devam etti, diğer yandan Afgan cihadı sırasında dondurulan yaptırımları yeniden devreye soktu. Tam da bu nedenle ABD askeri ve ekonomik yardımları 90’lı yıllarda yine dibe vurdu.
Daha önce tedricen gelişen ABD-Hindistan ilişkileri ise özellikle Bill Clinton yönetimiyle birlikte sıçrama yaptı. Yani ABD, artık Soğuk Savaş döneminin de bittiği 1990’lı yıllarda Pakistan’ı yine bir kenara atmaya çalıştı. Bu durum 11 Eylül saldırıları ertesinde ABD yine Afganistan’a yönelene kadar sürdü. Pakistan’ın bu kez ABD’nin Afgan işgali çerçevesinde ‘El-Kaide ve Taliban’a karşı mücadele için’ odağa alınmasıyla, askeri ve ekonomik yardımları yeniden zirve yaptı. Bu yardımlar Obama döneminde de devam ederken, bu kez Pakistan, milli egemenliğinin drone saldırılarıyla sürekli çiğnenmesini ve bu saldırılarda 2004-2016 yılları arasında (farklı istatistiklere göre) 400 ile 900 sivilin hayatını kaybetmesini hazmetmek ve bunun doğurduğu geniş çaplı toplumsal eleştirilerle uğraşmak zorunda kaldı.
Obama döneminde 2009 yılında onaylanan bir tasarıyla ABD, 2010-2014 yılları arasında Pakistan’a 7.5 milyar dolar yardım taahhüdünde bulundu (fonların hepsi kullanılmadı). Geçmişte olduğu gibi Obama döneminde de ABD Pakistan’a ihtiyacı olduğunda demokrasi ve insan hakları gibi tüm değerlerini bir kenara bırakmaya hazırdı. Dönemin Savunma Bakanı Robert Gates hatıratında, Kongre’de kabul edilen 7.5 milyar dolarlık yardım paketine ‘demokrasi’ şartı getiren Kongre üyelerini, bu yüzden ‘embesil’ olarak tanımlar.
Trump Yönetimi
Henüz görevi devralmadan önce telefonda görüştüğü Pakistan Başbakanı Navaz Şerif’e ve Pakistan’a övgüler yağdıran, ‘fantastik bir halk’, ‘fantastik ülke’ yorumlarında bulunan Başkan Trump ise bir sene içerisinde ‘Pakistan’a verdiğimiz 33 milyar doların karşılığı yalnızca yalan ve aldatma oldu’ deme pozisyonuna geldi. Bu süre içerisinde Trump önce Afganistan’dan erken çekilmeye karşı tavır aldı ve ABD’nin bir süre daha Afganistan’da varlığını koruyacağını ilan etti. 2001 yılından bu yana Afganistan’a 2 milyar dolar yatırım yapan ve ABD’nin Çin’e karşı denge unsuru olarak düşündüğü Hindistan’dan 2020 yılına kadar Afganistan’a 1 milyar dolar daha yatırım sözü aldı ve Afganistan politikasında daha da önemli bir rol çizdi. Trump aynı strateji belgesinde askeri gücü stratejik olarak kullanarak Afganistan’da diyalog ve uzlaşma sürecine imkân tanımaya çalışacaklarını, bu sayede belki de yakın bir gelecekte Afgan Talibanı’nın içindeki bazı ‘ılımlı’ unsurların da katılacağı bir siyasi çözüme ulaşabileceklerini söyledi. Trump yönetiminin son dönemde Pakistan’dan beklentisi neredeyse tüm endişe ve çıkarlarını bir kenara bırakıp, ABD’nin istekleri doğrultusunda nüfuzunu kullanarak Taliban’ı Afganistan hükümetinin meşruiyetini tanıtarak diyalog masasına oturtması ve özellikle Hakkani örgütüyle daha sert ve topyekün bir mücadeleye girmesi.
Diğer yandan, ikili ilişkilerin geçmişi ABD’nin Pakistan üzerinde baskı kuracak çok az kartının bulunduğunu gösteriyor. Pakistan kamuya açık söylemlerinde emir almayacağını söyleyecek ama gerçekte birkaç göstermelik operasyonla işbirliği yaptığı imajını vermeye çalışacaktır. Pakistan nihayetinde nükleer bir güç ve iç siyasetindeki tüm sorunlarına rağmen Afganistan kartını elinde tutuyor. Kısacası Afganistan’da barışın yolu ister istemez Pakistan’ın onayından geçiyor. Pakistan’ın Çin’le derinleşen ilişkileri ve gerektiğinde Rusya ile yeniden yakınlaşabilme potansiyeli yeterli alternatif oluşturuyor. Trump’ın malum tweet’i attığı günün ertesinde Çin’den Pakistan uluslararası terörizmle mücadeleye katkılarını öven bir yorum gelmesi bu bakımdan sürpriz değil.
Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru gibi stratejik yatırımları bağlamında Çin de bölgede devlet dışı militan grupların varlığına karşı ancak Pakistan konusunda ABD’nin yanında durmaktan imtina ediyor. Bölgesel projeksiyonda ise Suudi Arabistan Trump yönetimiyle çok yakın ilişkileri olsa da Pakistan’ı gözden çıkarmak ve İran’a yaklaşmasını riske etmek gibi bir şansı yok. Kısacası Pakistan çıkarlarının yeterince korunduğu ve endişelerinin ikna edici güvenlik garantileriyle giderildiği bir sürece ikna edilene kadar bekleyecek ilişkilere ve kozlara sahip.
Trump yönetiminin kendine has çelişkilerini ve nobran tehditlerini bir kenara bırakacak olursak; Hindistan-ABD ilişkilerinin, Hinduların ışık festivali Diwali gibi pazarlanabilir seküler, kültürel öğeler üzerinden de giderek halklara mal olmaya evrildiği ve ABD’li politika yapıcılarca ‘demokrasiye saygı, şeffaflık, ekonomik kalkınma, seyrüsefer özgürlüğü gibi ortak değerler üzerine inşa edilen bir ilişki’ olarak tanımlandığı bir ortamda, oldukça ‘arkaik’ gözüken Pakistan’ın yeni bir milli hikâyeye ihtiyacı var. Ancak aşırı aktivist Pakistan yargı erki ve askeri bürokrasinin güçlenerek çıktığı bu tür krizlerden, sivil siyasetçilerin de kendilerine siyasal güç devşirmeye çalışmaları ve krizin nihayetinde iç siyaset mücadelesine dönüşmesi buna müsaade etmeyebilir.
Bu analiz, Polis Akademisi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Ömer Aslan tarafından kaleme alınmıştır. Analizde yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.