2. Dünya Savaşı sonrası dönemde tesis edilen uluslararası nizam genellikle Amerikan kuvvetinin bir ürünü olarak tanımlanır. Savaştan galip çıkan bir ABD yanına müttefiklerini de alarak kendi iradesini tüm dünyaya kabul ettirmiş, yine kendi çıkarlarına hizmet eden kurumlar ve normlar üreterek hakimiyetini garanti altına almıştır. Ancak bu konu ile alakalı çalışanların sıklıkla gözden kaçırdığı bir nokta vardır. ABD’nin getirdiği bu nizam, Washington’un gücünün yanında aynı zamanda Almanya ve Japonya’nın suni güçsüzlüğünün de bir ürünüdür. Bu iki devlet te 1945’ten bugüne kadar yani yaklaşık 75 senedir büyük-güç statüsü arama hırslarından feragat etmiş ve dış politika hususlarında daha pasifist yaklaşımları tercih etmiştir. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, savaş sonrası nizamın kalbini aslında dünyanın en büyük üçüncü ve dördüncü ekonomilerinin içine düştüğü bu ilginç durum oluşturmaktadır. ABD’nin uluslararası nizamı Batılı birçok devlet nezdinde gayet doğal bir süreç olarak karşılandı fakat bu nizamın temelleri pek de doğal olmayan bir şart üzerine atıldı. Bu şart, 2. Dünya Savaşı öncesi modern dünyada coğrafya, demografi ve tarihten gelen bazı avantajlar sayesinde bölgesel birer hegemona dönüşen Almanya ve Japonya’nın savaş sonrası dönemde zorla kısırlaştırılmasıydı.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve ABD ile Çin arasında gittikçe artan rekabet, işte bu statükoyu ve 2. Dünya Savaşının sonundan bu yana ayakta duran Pax Americana olgusunu tehdit etmektedir. Moskova’nın göstermiş olduğu saldırganlığa cevaben Almanya, dış politikasında temelden bazı değişikliklere giderek savunma harcamalarını büyük oranlarda arttırmayı taahhüt etti ve Ukrayna meselesinde daha şahin görüşlü bir tavır takındı. Çin’in bölgede egemen olma yolunda izlediği politikalardan artık geçmişte hiç olmadığı kadar rahatsız olmaya başlayan Japonya’nın da benzer bir dönüşüme yakın olduğu gözlemlenmektedir.
Bu değişiklikler kısa vadede Batının bir birlik havası içine girmesine ve hatta silkelenip ayağa kalkmasına bir zemin hazırlayabilir. Ukrayna’da patlak veren savaş, Almanya ve Japonya’nın ABD’ye olan bağlılık oranını yükseltti ve bu devletler ile Washington arasında Soğuk Savaş döneminden bu yana görülmemiş seviyede iş birliği gözlemlenmeye başladı. Ancak Almanya bu girdiği yeni yolda devam eder ve Japonya da benzer bir girişimde bulunursa bugün yaşananların tam tersi de olabilir. Yani ABD’ye olan bağımlılığı azalan bu iki devlet etrafındaki komşuları ile geçmişe göre daha sıkı bağlar tesis etmeye çalışabilir. Dünya siyasetinde yaşanacak bu tür bir kayma sadece Avrupa ve Asya’daki güvenlik düzenini kökünden değiştirmekle kalmaz aynı zamanda artık 2. Dünya Savaşının bir anıdan ziyade artık tarih olarak zikredilmeye başladığı şu dönemde Batı dünyasının dinamiklerini de yırtıp atar. Bir yandan bakıldığında Pax Americana devam etmesi halinde bölgesel güvenlik düzenleri arasında daha fazla iş birliğine ortam hazırlayabilir. Fakat bunun gerçekleşebilmesi için ABD’nin bu yeni dönemde mevcut ittifaklarını yeniden tanımlaması ve müttefiklerine çocuk yerine koyduğu ufak ortaklar değil ciddi hissedarlar olarak davranmaya başlaması gereklidir. Bu geçiş süreci Washington için kısa vadede acı verici ve zor olacaktır ancak bu değişiklikler uzun vadede küresel nizam ve hatta ABD’nin kendisi için de sağlıklı olacaktır.
"Zeitenwende"
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin dördüncü gününde kameralar karşısına geçen ve genellikle ihtiyatlı oluşu ile bilinen Alman Şansölyesi Olaf Scholz devrim niteliğinde bir konuşma yaparak Alman dış politikasında bir ‘zeitenwende’ yani dönüm noktasına gelindiğini ilan etti. Şansölyenin konuşmasında bahsettiği değişiklikler, ülkenin kimliğini değiştirebilecek seviyede kökten hamlelerdi. Berlin yönetimi on yıllardır izlediği ‘çatışma sahalarındaki taraflara silah tedarik edilmesine karşı koyma’ politikasını terk ederek Ukrayna’ya silah göndermeye, savunma harcamaları hususunda yıllardır oyalama üzerine izlediği politikayı terk ederek 100 milyar euro değerinde bir bütçe ile silahlı kuvvetlerini yenilemeye, yıllardır sürdürdüğü ‘Rusya’nın ekonomik bağlar üzerinden dönüştürülmesi’ politikasını terk ederek de enerji hususunda Moskova yönetimine olan bağımlılığı sona erdirmeye karar verdi. Böylesine derin değişikliklerin ilan edilmesi nedeniyle uzmanlar arasında bu ‘dönüm noktasının’ Alman politikasının sadece farklı başlıkları hususunda değil Almanya’nın dünya üzerindeki daha geniş ölçekli rolü açısından da ne anlama geldiği sorusu hasıl oldu. Bazı uzmanlar Almanya’nın on yıllardır devam eden jeopolitik ‘pervasızlık’ sonrasında nihayet üstlenmesi gereken sorumlulukların farkına varmaya başladığını düşünürken birçoğu da Berlin yönetimini söz konusu değişiklikler hususunda yavaş davranmakla suçlamakta ve bu yeni politikanın beklentileri karşılayamayacağından korkmaktadır.
Almanya’daki bu ‘dönüm noktası’ tartışmaları, her geçen gün ağırlığını biraz daha hissettirmeye devam eden Çin’e karşı daha sert pozisyon almaya başlayan Japon savunma ve güvenlik yetkililerinin endişeleri nedeniyle Japonya’da güçlü bir etki meydana getirdi. Almanya’nın Rusya gibi gerilemekte olan bir güç ile mücadele etmesinden farklı olarak Japonya’nın Çin gibi yükselmekte olan bir güç ile karşı karşıya olması ve bu mücadelenin uzun vadede çok daha tehlikeli boyutlara ulaşacağı öngörüleri nedeniyle Tokyo yönetiminin içinde bulunduğu ahval Avrupa’dakine nazaran daha karmaşıktır. 2005 yılı verilerine göre Japonya ve Çin’in savunma harcamaları neredeyse birbirine eşitti. Bugün ise Çin’in savunma bütçesi Japonya’nınkinin beş katı olup 2030 yılına gelindiğinde bu farkın dokuz kata çıkacağı tahmin edilmektedir. (Almanya’nın ‘zeitenwende’ ilanından önce Berlin’in savunma bütçesi Rusya’nın savunma bütçesinden sadece %18 oranında azdı.)
Japonya, bulunduğu bölgede az da olsa belli bir dengeyi idame ettirebilmek adına üç başlıklı bir strateji izlemektedir. Tokyo yönetimi bu çerçevede ilk olarak savunma harcamalarını büyük oranlarda arttırma yolunu seçti. 2017’de 45.1 milyar dolar olan bu bütçe 2021’de 54.1 milyar dolara ulaştı. Japonya’daki iktidar partisi olan Liberal Demokratik Parti bir süredir ülkenin GSMH’nın %2’sinin savunma için harcanması gerektiği tezini savunmaktadır. Böyle bir adım atılması halinde Japonya’nın halihazırdaki savunma bütçesi iki katına çıkacaktır. Japonya’nın üzerine odaklandığı ikinci başlık ise ABD ile olan ittifakın derinleştirilmesidir. LDP yönetimi, Tokyo’nun bir ortak karar alma yapısının bir parçası olarak nükleer silahlar ve bu silahların kullanımı ile alakalı ‘konsültasyon (danışma)’ mercii olmasını zorunlu hale getirecek olan ve ülke içinde tartışmalara neden olan Washington ile olası bir nükleer paylaşım anlaşması imza edilmesi de dahil olmak üzere nükleer caydırıcılık hususunda atılacak bir dizi adımları son dönemde gündeme taşıdı. Japonya bunlara ilaveten başta Avustralya, Hindistan, Filipinler, Singapur ve Vietnam olmak üzere bölgedeki diğer ortakları ile sahip olduğu güvenlik bağlarını yeniden tanımlama sürecine de girdi. Tokyo yönetimi tüm bu değişiklikleri, bu yılın sonunda ilan edeceği yeni ulusal güvenlik stratejisinin içine dahil etmeye başladı.
Bu yeni oluşturulan strateji, 2014 yılında Rusya Kırım’ı ilhak ettiğinde pek bir tepki göstermeyen Japonya’nın, Ukrayna işgaline gösterdiği sert reaksiyonun yansımalarından bir tanesidir. Japonya o dönemde hem Çin’e karşı tutumunu korumak hem de tıpkı Almanya gibi Rusya’dan ucuz enerji satın almaya devam etmek amacıyla Moskova ile ilişkilerinin istikrarını bozmak istememişti. Ancak bu sefer tamamen farklı bir tavır sergileyen Tokyo yönetimi neredeyse Rusya ile ikili ilişkileri askıya alacak kadar net şekilde hareket ederek ABD ve Avrupalı devletlerin Rusya’ya karşı yürürlüğe aldığı yaptırımlara tam destek verdi. Buna ilaveten de Ukrayna’ya finans ve ‘öldürücü olmayan nitelikte’ askeri ekipman yardımı sağladı. Japonya’nın bu tavrının sebeplerinden biri Washington ile ilişkilerini güçlendirmek diğeri de Çin’in Tayvan’a yönelik benzer bir işgal hamlesine girişeceğine dair duyduğu korkuydu. Japonya Rusya’nın Ukrayna meselesinde ağır bedeller ödemesini sağlayarak Çin’in şu mesajı açık ve net bir şekilde almasını istemektedir: Tayvan’ı işgal edersen karşına çıkacak askeri, siyasi ve ekonomik bedeller altında ezilirsin.
“Normal güçler”
Son yıllarda hem Almanya hem de Japonya’da “normal güç” haline gelinmesi hususunda bir dizi ulusal çaplı tartışma yaşanmaktaydı ve her iki devlet de kademe kademe bu yönde ilerleyeceklerini gösterdi. Bu her iki devlet te bugün askerî açıdan on yıllardır hiç olmadıkları kadar aktif hale gelmiş olsa da hala ekonomik sıkletlerine göre çok zayıf bir görünüm sergilemektedir. Ukrayna’daki savaş bu durumu belki değiştirebilir ancak …
2. Dünya Savaşı sonrasında zuhur eden dönemde hem Almanya hem de Japonya ilk defa görmezden gelemeyecekleri nitelikte tehditlerle karşı karşıyadır. 1990 yılında Doğu ve Batı Almanya’nın tekrar birleşmesinin ardından Şansölye makamına gelen Helmut Kohl o dönemde ülkesinin “dostlar ve ortaklarla çevrili” olduğunu dile getirmekten çok hoşlanırdı. Bugünlerde ise bu durumun değiştiğine dair Almanya’da bir fikir birliği söz konusudur. Moskova’nın Ukrayna işgali emrinden önce dahi ocak ayında gerçekleştirilen bir ankete katılan Almanların yarısından fazlası Rusya’nın Ukrayna meselesine yaklaşımının kendi ülkelerine yönelik geniş çaplı bir askeri tehdit oluşturduğunu ifade etti. Benzer şekilde çok sayıda Japon da Tayvan’da benzer bir savaşın patlak vermesinden endişe etmektedir. Japonya’da yakın dönemde gerçekleştirilen anketler göstermektedir ki halk, Rusya’nın Ukrayna’da giriştiği savaşın Çin’in kendi toprak tartışmaları hususundaki yaklaşımını etkileyeceğinden korkmaktadır. Tokyo merkezli Politika Çalışmaları Ulusal Yüksek Lisans Enstitüsü Dekan Yardımcısı Narushige Michishita bu hususta şunları söylemektedir: “Tayvan Boğazı’nda bir savaş çıkması halinde Çin yönetimi Japonya’daki Amerikan üslerine de saldıracağı için Tokyo ilk andan itibaren otomatik olarak savaşa dahil olacaktır.”
Tokyo ve Berlin yönetimlerinin daha erkeksi bir güvenlik vaziyeti almasına dair yapılan tartışmaların çıkış kaynaklarından bir tanesi de ‘nesil değişimidir.’ 2. Dünya Savaşı sırasında suç işleyen, savaşan ve zulme uğrayan insanların artık teker teker öldüğü bu günlerde Almanlar ve Japonların bu döneme dair duyduğu suçluluk hissi de yavaş yavaş kaybolmaktadır. Tarihçi Andreas Wirsching’e göre Ukrayna’da cereyan etmekte olan savaş Almanya’nın Nazi geçmişi ile bağlarını koparma sürecini ‘kötü bir biçimde’ hızlandırdı zira Moskova’ya karşı bir cephede mevzilenen Berlin yönetimi uzun bir zaman sonra nihayet ‘tarihin doğru tarafını’ seçmiş oldu. Avrupa kıtasında nihayet kendilerinden başka soykırım gerçekleştirmek ve bir etnik temizlik savaşı yürütmekle suçlanan bir ‘kötü adam’ var. Dünyanın öbür tarafında ise Çin’in yükselen gücü hem Japon halkı hem de geçmişte Japonların işgaline uğrayan Asya devletlerinin başkentlerindeki görevliler nezdinde Tokyo yönetiminin geçmişteki cürümlerinin hatırasını bastırıyor.
Bu hususta değinilmesi gereken son nokta ise Almanya ve Japonya’nın kendi güvenlikleri için artık ABD’ye güvenemeyeceklerini düşündüğü ihtimalidir. Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen bir ankete göre Almanların %56’sı Çin’in on yıl içinde ABD’den daha güçlü bir devlet olacağına inanmaktadır. Katılımcıların %53’üne göre Donald Trump gibi birisini başkan seçen Amerikalılara güvenilmesi artık imkânsız hale gelirken %60’ına göre Almanya her daim kendilerini savunması için ABD’ye güvenemez ve bu yüzden de Avrupalı bir savunma sistemine yatırım yapmalıdır. Bu keskin korkular en ateşli NATO taraftarı elit kesim arasında dahi mevcuttur. Almanya’nın eski ABD Büyükelçisi Wolfgang Ischinger bu konunda şunları söylemektedir: “Biden’ın Beyaz Saray’da oluşu Almanlar için büyük bir lütuf ancak Almanya, gelecek dönemlerde Amerikan siyasetinde büyük değişimler yaşanması ihtimaline karşı bir B planı üretmek zorundadır.” Sayın Ischinger’e göre Almanya, Fransa’dan nükleer saldırılara karşı savunma garantisi talep edilmesi ihtimalini de masaya yatırmalıdır. Sadece birkaç ay önce böyle bir adımı insanların akıllarına getirmesi dahi imkânsız olduğu göz önüne alınırsa Almanya’daki fikir değişikliğinin boyutları daha iyi anlaşılacaktır.
Amerika’nın gücü ve ne kadar güvenilir olduğuna dair şüpheler, Japonya’da Almanya’ya göre daha çok kapalı kapılar ardında dile getirilmektedir. Fakat, geçtiğimiz nisan ayında gerçekleştirilen bir ankete katılanların neredeyse üçte ikisi Japonya’nın savunma kabiliyetlerinin güçlendirilmesini desteklediğini ifade ederken yarısından fazlası da iktidar partisi LDP’nin ülkenin GSMH’nın %2’sinin savunmaya harcanması yönündeki teklifini olumlu bulduğunu söyledi. Keio Üniversitesinde görevli bir güvenlik uzmanı olan Ken Jimbo’ya göre Trump yönetimi döneminde endişe ve kargaşa dolu geçen yılların ardından birçok Japon stratejist ülkelerinin kendi savunmasına daha fazla yatırım yapmasını ve “ABD harici diğer devletlerle iş birliğine gitmesini” bir ihtiyaç olarak görmeye başladı. Rusya’nın Ukrayna’ya savaş açmasının ardından Washington yönetiminin bir NATO üyesi ile NATO üyesi olmayan müttefik arasındaki farka vurgu yaparak Kiev’in safında duruma doğrudan müdahale etmekten imtina etmesinin ve nükleer silahlara sahip bir Rusya’nın karşısına dikilmenin tehlikelerinden dem vurmasının Japon halkı tarafından endişe ile izlendiğini söyleyen Jimbo’ya göre gelinen noktada “nükleer bir tehdit oluşturan Çin’e karşı ABD’nin Tayvan’ı savunacağına ne kadar güvenilmesi gerektiği” sorgulanmalıdır.
Ortak yükler
Ukrayna’daki savaş nedeniyle gelinen noktada Almanya ve Japonya’nın ABD’ye ne kadar ihtiyacı olduğu hususu daha keskin şekilde gündeme oturdu. Söz konusu iki devletin son gelişmelere gösterdiği reaksiyonlar hem Berlin hem de Tokyo yönetimlerinin Washington ile sahip olduğu geleneksel ittifak bağlarının tekrar eski parlak günlerine döndürüleceği ve hatta bu bağların daha da genişletileceğine işaret etmektedir. Japonya bu çerçevede Batı dünyasının safında yer alarak Rusya’ya yönelik yaptırımlara iştirak ederken Almanya da NATO’ya olan inanç ve bağlılığını yeniden tesis etti Amerikan F-35 savaş uçaklarını satın alacağının sinyallerini verdi. Berlin yönetimi bu hamleye ilaveten Rus gazı yerine Amerikan gazının ithal edilmesinin önünü açacak LPG istasyonları inşa etmeye kararı aldı. Almanya’daki NATO taraftarları Ukrayna’daki savaşın ABD’yi Avrupa’ya bağlamasını ve Soğuk Savaş dönemindekine benzeyen ve Washington’un liderlik ettiği bir model yaratarak Avrupa’nın bu model içinde sadece asgari miktarda katkı sağlamakla yetineceği bir sistemin zuhur etmesini ummaktadır. Ancak Almanların ve Japonların savunma politikalarındaki daha önce değindiğimiz değişiklikler uzun dönemde Avrupa ve Asya’daki bölgesel nizamı değiştirerek ve her iki ülkenin de ABD ile yürüttüğü ittifakın farklı bir biçime evrilmesine neden olarak çok daha farklı bir döneme girilmesine yol açabilir.
Almanya ve Japonya’nın kendisini daha sert şekilde hissettirdiği bir döneme girilmesi ile birlikte ABD kendisine yeni savunma hatları belirlemek (geri çekilmek / yeniden pozisyon belirlemek) zorunda kalacak ve Washington’un sahip olduğu ekonomik ve askeri kuvvet görece olarak zayıflayacaktır. Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde ABD elindeki kısıtlı kaynaklarını Çin’den kaynaklanan sorunları çözmeye ayırmak zorunda kalacaktır. Robert Kagan gibi düşünen birçok uzman, Pax Americana olgusunun küresel çapta bir kaosa açılan bir kapı görevi görebileceği tezini savunmaktadır. Bu kesinlikle muhtemel olmakla birlikte ABD’nin son yirmi yıldır en aktif şekilde müdahale ettiği ve şimdi de agresif bir şekilde çekilmeye başladığı Orta Doğu özelinde böylesi bir durum büyük ölçekte yaşanmadı. Avrupa Konseyinin Dış İlişkiler biriminde görev yapan Julien Barnes-Dacey ve Hugh Lovatt’ın ortaya koyduğu çalışmalarda ABD’nin çekilmeye başlamasının ardından İran ile Suudi Arabistan arasında baş gösteren bölgesel askeri rekabetin dozunun belirli bir düzeyde arttığı ile Türkiye ve Rusya gibi dış güçlerin bu rekabete müdahil olduğu vurgulanmaktadır. Ancak bu askeri rekabetler (çatışmalar) gelinen noktada büyük ölçüde yavaşladı. Geçtiğimiz yılın ağustos ayında Bağdat’ta gerçekleştirilen ve bölgedeki anahtar oyuncuların birbirleriyle diyalog kurmasını sağlayan konferans benzeri girişimlerle görece daha yerel bir ‘yeni nizam süreci’ başlatıldı.
Avrupa’ya göz atacak olursak, ABD’nin kendisine yeni çatışma hatları belirlemesi hususu, Avrupalıların Ukrayna’daki savaşın Washington’un uzun vadede Asya’ya öncelik verme tercihini değiştirmeyeceğinin farkına varması ile birlikte beraberinde Avrupa kıtasının görece daha ‘bağımsız’ hareket etmesine yol açabilir. Avrupalıların bugüne kadar ortak bir dış politika belirleyememesinin sebeplerinden bir tanesi de kıtadaki devletlerin birbirlerine güvenmemesidir. Ancak Moskova’nın gösterdiği saldırganlık, geçmişte Rusya ile ilişkiler kurmaya özen gösteren Almanya ve İtalya gibi devletleri bir ‘Rus yayılmacılığını engelleme politikası’ izlenmesi gerektiği hususunda ikna etti. Avrupalı devletlerin buluştuğu bu ortak payda yıkılmadan ayakta kalabilirse ileride Avrupa’da gerçek manada bir stratejik paralelliğe ve hatta bu yeni sistemin önce Avrupalı silah endüstrisi daha sonra da geniş çaplı bir Avrupalı nükleer caydırıcılık platformu üzerinden desteklenmesine dahi şahit olabiliriz. Avrupa uzun vadede Rusya ve Türkiye gibi diğer güçlerle kuracağı ilişkileri yönetmek için caydırıcılık, gerilimleri azaltmaya yönelik belirli hususlarda çözüm üretme ve meselelerin büyümesini engelleme amacıyla kullanılacak bir diyalog platformu da dahil olmak üzere belirli başlıklara sahip bir ortak çalışma çerçevesi inşa edebilir. Buna ilaveten, sürekli AB ve NATO’yu genişletmeye devam etmek yerine Asya’daki ‘Dörtlü Yapı’ sistemine benzer şekilde kıtadaki en önemli oyuncular ile çok taraflı ilişkilerin tesis edildiği ve görece daha küçük ölçekli ve daha esnek platformlar oluşturulması tercih edilebilir. Kısacası, bu olası Avrupa nizamı işleyiş tarzı olarak daha Asyalı olabilir.
Benzer şekilde Asya da biraz daha Avrupalı olacaktır. ABD, Hint-Pasifik bölgesine odaklanma trendine devam edecek fakat aynı zamanda Çin ile kıyaslandığında sahip olduğu ekonomik ve askeri ağırlığı küçülecektir. İşte bu nedenle Tokyo yönetimi ve diğer bölgesel güçler büyük ihtimalle bir yandan ABD ile olan bağlarını güçlendirirken bir yandan da Washington ile yürüttükleri geleneksel ittifak haricinde yeni yapılanmaların parçası olmaya yolları arayacaktır. Michishita’nın bu konudaki “bizim yapmaya çalıştığımız, Japonya-ABD ittifakına yeni dostlar davet etmektir” açıklaması bu yaklaşımın bir özeti niteliğindedir. Gelinen noktada yeni bir Asya nizamının daha şimdiden filiz vermeye başladığı görülmektedir. Avustralya, Hindistan, Japonya, Filipinler, Singapur ve Vietnam gibi bölge devletleri bu yeni nizam çerçevesinde hem ABD ile kurdukları bağları devam ettirip hem de kendi aralarında daha yakın iş birliği yapılması için adımlar atmaktadır. Jimbo’ya göre Asyalı devletler NATO benzeri bir ittifak kurmaktan ziyade istihbarat, deniz ticareti güvenliği ve kolluk kuvvetleri gibi başlıklarda iş birliğini arttırmayı tercih etmektedir. Yine bu bölgesel yakınlaşma çerçevesinde Trans-Pasifik Ortaklığı Kapsayıcı ve İlerici Anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte Washington yönetiminin iştirak etmediği belirli seviyede bir bütünleşme sağlandı. Bu anlaşma, ABD’nin Trump döneminde Bölgesel Kapsayıcı Ekonomik Ortaklık isimli platformdan çekilmesinin ardından bölge devletlerinin girişimi ile hayata geçirilmişti.
Güvenlik hususunda da görece daha dengeli bir iş bölümü ortaya çıkabilir. Bu yeni nizam çerçevesinde Avrupalılar, kıtanın doğusu, Balkanlar ve Orta Doğudaki güvenlik konusunda daha direkt sorumluluk almak zorunda kalacaktır. Asya’da ise bölge devletleri Çin’in artan nüfuzunu dengelemek için kendi kapasitelerine daha fazla yatırım yapmak zorunda kalacaktır. Trump yönetimi döneminde Savunma Bakanı Yardımcılığı Asistanlığı görevinde bulunan Elbridge Colby, Nikkei Asia’ya verdiği bir röportajda bu konuda şunları söylemişti: “ABD, Japonya ve Tayvan’a 5000 mil uzaklıkta olduğu için Japonya’nın elini biraz daha taşın altına koymasına ihtiyacımız var.” Avrupa ve Hint-Pasifik sahnelerinin, sadece son dönemde gözlemlenen Çin-Rusya yakınlaşmasına bağlı olarak değil diğer bazı meseleler nedeniyle de geçmişe göre birbiriyle daha alakalı iki bölge haline gelmesi nedeniyle Avrupalı ve Asyalı güçlerin birbirlerini desteklemeleri dahi mümkündür. Mesela, Japonya ve Güney Kore Avrupalıların kapısını çalarak Rusya’ya uygulanan yaptırımlar hususunda kendileri gibi daha sert davranmalarını talep edebilir. Avrupalı ve Asyalı devletlerin dünya meselelerinde aynı denklemin içine daha yakın şekilde girmesi halinde ortaya görece daha karmaşık hale gelen bölgesel nizamlar çıkacaktır. Zuhur edecek bu nizamlar çerçevesinde ABD hala önemli bir rol oynayacak olsa da artık kararları tek başına veremeyecektir.
Farklı türde bir ittifak
Biden hükümeti, Ukrayna’daki savaşın dünya üzerindeki tüm demokrasileri bir araya getirmesiyle küresel bir ‘demokrasiler ittifakı’ zuhur edeceğini ve böylece hem Rusya hem de Çin’e galebe çalınacağını ummaktadır. Pekin yönetimi işte bu nedenle Ukrayna’daki durumu, Asyalı devletlerin Ukrayna ve Tayvan meseleleri arasında paralellikler olduğuna ikna edilerek Çin’in zayıflatılması amacıyla çıkarılmış bir vekalet savaşı olarak algılamaktadır. Tabi bir de madalyonun diğer tarafı var. Washington yönetimi Ukrayna meselesini kullanarak, Avrupalıları eğer ABD’nin desteğini almaya devam etmek istiyorlarsa Çin’e karşı durmaları ve pozisyonlarını ABD’nin istediği şekilde ayarlamaları gerektiğine ikna etmek için mesai harcamaktadır.
Ancak Almanya ve Japonya güçlerini artırıp kendi bulundukları bölgesel güvenlik nizamlarına öncelik vermeye başlayınca kendi rotalarını çizme hususunda daha baskın şekilde davranacaktır. Orta Doğuda tam olarak bu oldu. ABD’nin bölgede kendine yeni öncelikler belirlemesi (geri çekilmesi) nedeniyle devletler karşılığında bir şeyler almadan Washington’un peşinde gitme hususunda daha az istekli davranmaya başladı. Mesela Suudi Arabistan, ABD’nin Rusya’nın Ukrayna işgalini kınamaları ve artan talebin karşılanması için petrol üretimine hız vermeleri yönündeki taleplerini ilk başta reddetti. Riyad yönetimi tam tersine Moskova ile birlikte çalışarak petrol fiyatlarını yüksek tuttu. BAE ve İsrail gibi bölgedeki diğer ABD müttefikleri de benzer şekilde Washington’un taleplerine direnç gösterdi.
Amerikalı birçok uzman ve devlet yetkilisi, ABD’nin müttefiklerinin kendilerine olan tarihi borcunun bu devletleri bedeli ne olursa olsun Çin’e karşı Washington’un safında yer alması için yeterli bir koz olduğunu düşünmektedir. Bu yaklaşımın en mükemmel misali Trump yönetiminin bir yandan NATO’dan ayrılma tehditleri savururken diğer yandan da Avrupalılardan Çinli teknoloji devi Huawei’yi kıtadaki 5G ağlarından atmalarını talep etmesiydi.
Ancak Berlin ve Tokyo’da yaşanan değişimler ufukta, Washington’un 2. Dünya Savaşı sonrası inşa ettiği ve bugüne kadar yaşattığı ittifaklara nazaran daha dengeli ittifaklar olduğuna işaret etmektedir. ABD’nin sağladığı savunma katkılarının göreceli öneminin giderek azalması ve devletlerin Washington ile aynı safta yer alırken ödemek zorunda olduğu bedellerin artması nedeniyle Beyaz Saray’ın yakın gelecekte belli bir noktadan sonra her meselede müttefiklerinin ‘otomatik desteğini’ arkasına alması pek de olası değildir. ABD bunun yerine müttefiklerini kendi safında tutma ayrıcalığını kazanmak için görece daha eşit ve iş birliğine daha açık ilişkilere alışmak zorunda kalacaktır. Bu durum, özellikle Washington’un tek kutuplu içgüdülerini dizginlemeye mecbur kalacağı bir dönemde bazı sıkıntılar ve baş ağrıları zuhur etmesine neden olacaktır. Ancak bu yeni uluslararası nizam bir şekilde istikrar elde eder ve ABD’nin çıkarlarına hizmet edebileceğini kanıtlayabilirse Amerikan halkı bir ihtimal yeniden devletlerinin kurduğu ittifaklar ağının ödedikleri vergilerin çarçur edildiği bir bataklık değil de işlerine yarayan bir araç olduğunu düşünmeye başlayabilir. Bu tür bir nizam çerçevesinde sağlanacak güvenliğin yükü bugüne kıyasla daha eşit şekilde paylaşılacaktır. Buna ilaveten, ABD ve müttefikleri safi Amerikan olmayan ancak yine de kesinlikle Çinliden çok Amerikalı olan kaideler oluşturup liberal değerlerin reklamını yapabileceği yeni bir platform elde edecektir. Yani kısaca özetlemek gerekirse Pax Americana olgusunun mutlak kaostan ziyade liderliğin paylaşıldığı ve görece iş birliğine daha yatkın bir modele zemin hazırladığı açıktır.
Mark Leonard tarafından kaleme alınan ve Foreign Affairs'te yayınlanan bu makale Mepa News okurları için tercüme edilmiştir. Makalede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.