Washington, Londra ve bazı Doğu Avrupalı devletler, son Ukraynalı askerin ölümüne ve son Avrupalı tüketicinin hayatına mâl olsa da Rusya’nın devrilmesi için sonuna kadar savaşmaya kararlı görünüyor
Dış politikanın eski duayenlerinden Henry Kissinger, işgalin sona ermesini sağlamak için Ukrayna’nın Rusya’ya biraz toprak bırakması gerektiğini ima etmeye başladıysa bilin ki Batı devasa bir hata daha yapmak üzeredir (*yani ABD asla mantıklı şeyleri dinlemez).
Davos’taki Dünya Ekonomik Forumunda söz alan Kissinger, batılı devletleri Rusya’yı Ukrayna’dan rezil bir şekilde yenilerek çıkmaya zorlamamaları gerektiği zira bunun Avrupa’nın uzun vadeli istikrarını tehlikeye atacağı hususunda ikaz etti.
Kissinger’ın bu ifadelerinden kendisinin meseleye, uzun vadedeki Avrupa-Rusya ilişkileri üzerine odaklanarak ve Rusya’nın son dört asırdır Avrupa’nın hayati bir parçası ve kıtadaki dengenin yeniden tesis edilmesi süreçlerinde sürekli etkin bir faktör olduğu gerçeği üzerinden yaklaştığı anlaşılmaktadır.
Eski ABD Başkanı Richard Nixon’ın Çin’e gerçekleştirdiği tarihi ziyaretin üstünden sadece 50 yıl sonra gelinen noktada Kissinger’ın en büyük derdi, Moskova’nın elinin zorlanarak Pekin yönetimi ile kalıcı bir ittifak yolunu seçmesinin engellemesiydi. Bunun için artık çok geç.
İdeal bir dünyada yaşıyor olsaydık, Kissinger’ın bu son derece ciddi uyarıları bir sürü alarmı harekete geçirir ve Rusya-Ukrayna savaşı hakkında Washington ve Londra’da hızlıca hazırlanan bir senaryoyu uygulamakta olan Avrupalı devlet liderlerinin en azından stratejilerini yeniden gözden geçirmelerine yeterdi. Bu liderler, Ukrayna’nın, tüm Rus kuvvetlerinin 24 Şubat hatlarına geri püskürtülmesi gibi neredeyse imkânsız iddiası yerine kendilerine Ukrayna için “kazanmanın” nasıl algılanması gerektiği sorusunu sormalıdır.
Bunun yerine AB geçtiğimiz günlerde altıncı yaptırım paketini zar zor onaylayarak Rus petrolü alımının azaltılmasına karar verdi. Fakat alınan bu kararın az kalsın reddedilmesi Avrupalıların kararlılığı hususundaki çatlakları az da olsa belli etti.
NATO-AB-G7 üçlüsünün resmi inancı, Ukrayna’nın beklenmedik direnişi, Batının bu direnişe yardım etme hususunda girdiği birlik havası ve tarihte eşi benzeri olmayan yaptırımların Kiev’in zafer kazanmasına ve Moskova’nın da ekonomik olarak çökmesine neden olacağı yönündedir. Bu kurumlarda çalışan “strateji uzmanları” daha fazla zamana ihtiyaç olduğunu ve Batının biraz dişini sıkmaya devam etmesi gerektiğini ifade ediyorlar. İtalya’nın başbakanı ise Rusya’ya yönelik yaptırımların bu yaz çok can yakacağını ifade etti. Neler olacağını hep birlikte göreceğiz.
Büyük ekonomik sınav
Siyasi arenadaki vaziyet böyleyken, sahadaki veriler göstermektedir ki ilk başlarda ciddi askeri engellerle karşılaşmasının ardından Rusya, Donbas’ta yavaş yavaş üstünlüğü ele geçirmeye başladı. Batılı medya dahi durumun her geçen gün biraz daha karmaşıklaştığını itiraf etmeye başladı. Ukraynalılar her gün 100 kadar askerini kaybetmektedir.
Rus ekonomisine dönecek olursak; evet kesinlikle ekonomilerinin canı yandı fakat aylar önce büyük bir özgüvenle yapılan tahminlerin söylediğinin aksine hala çökmedi. IMF’nin idari direktörünün deyimiyle, Ukrayna’daki savaş küresel ekonomiyi “2. Dünya Savaşından bu yana gördüğü belki de en büyük sınavla” karşı karşıya bıraktı.
Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu, kasten Ukrayna’nın mesajını sağlamlaştıran ve Rusya’yı “medeni dünyadan” aforoz eden bir sahne olarak kullanıldı. Fakat bu bakış açısının, on yıllardır İsveç’in lüks otellerinde bir araya gelerek sürekli “savaşma, para kazan” mesajı veren dünyanın en büyük iş adamları nezdinde ne derece kabul gördüğü hala belirsizliğini korumaktadır.
Davos uzun yıllardır küreselleşmenin ve devletlerin birbirine bağımlı olduğu sistemin övüldüğü ve kutlandığı bir mabet statüsündedir. Şimdi biz işi gücü bırakıp bu toplantılara katılanların küresel bir üretim istasyonu olan Rusya’nın dünya ekonomisinin geri kalanından aforoz edilmesinin doğru bir hamle olduğu noktasında hemfikir olduğuna nasıl inanalım?
Böylesine büyük bir kararın küresel ölçekte ne gibi etkileri olacağına dair güvenilir ekonomik simülasyonlar değerlendirildi mi? Büyük ihtimalle hayır. Tüm dünya olarak acaba son yirmi yıldır Batı ve Orta Asya’da tecrübe ettiğimiz gibi yine ABD liderliğindeki batılı demokrasilerin ölçeği bilinmeyen bir yanlış hesaplamaya doğru uyurgezer bir şekilde gittiğine mi şahit olmaktayız?
Savaşın başlamasından ve yaptırımların beraberinde getirdiği munzam(ikincil) zararların kendini belli etmeye başlamasından sadece bir ay sonra kaleme aldığım bir çalışmada, hafife alınan zincirleme etkiler nedeniyle önce Rusya’nın mı yoksa küresel ekonominin mi çökeceğini sorusunu sormuştum. Bu konu her ne kadar henüz hala tartışmaya açık olsa da üç aylık sürecin sonunda ortaya çıkan ekonomik veriler son derece endişe vericidir.
Küresel ticaret savaşı
Son derece dramatik iki yıla mal olan Covid-19 salgının ardından gelen bu savaşla birlikte önümüze konan menüde şunlar bulunmaktadır: tedarik zincirindeki aksaklıklar, gıda ve enerji güvenliğinin bozulması, daha önce görülmemiş oranlarda enflasyon ve büyük ölçekli bir borsa çöküşü. Bunlara ilaveten, açlık nedeniyle Afrika’dan Orta Asya’ya doğru başlaması muhtemel yeni mülteci akınları AB’yi son derece endişelendirmektedir.
Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika (BRICS) ile Küresel Güney olarak adlandırılan devletler Rusya’ya karşı getirilen yaptırımlara iştirak etme hususunda hiçbir ilgi göstermedi. Bu ülkelere yaptırım uygulasak acaba onları ikna edebilir miyiz? NATO-AB-G7 üçlüsü, kırk yıldır İran’da yaptığı gibi bu seferde tüm dünyayı batırmayı mı istemektedir?
Davos çevresi gerçekten de küreselleşmiş ve birbirine bağımlılık üzerine kurulu sistemi terk ederek ticari gruplaşma neticesinde ortaya çıkacak bloklar arasında çatışmaların yaşandığı bir sisteme veya hatta küresel bir ticaret savaşına girmeyi mi arzulamaktadır? ABD, Rusya’yı hallettikten sonra Çin’i hedef tahtasına oturtursa ne olacak? Ki Dışişleri Bakanı Antony Blinken bunu yapacaklarını açık ve detaylı bir şekilde bir konuşmasında ifade etti.
Amerikan seçmeni bir süre sonra şunu merak etmeye başlayacaktır; enflasyon bir yandan artarken ve insanlar bebeklerine mama bulmakta güçlük çekerken Biden hükümeti sadece birkaç ay içinde Ukrayna’ya 54 milyar dolarlık bir yardım paketi gönderilmesi için neden bu kadar uğraştı? Demokrat Parti resmen kendi elleriyle kasım ayındaki ara dönem seçimlerinde mahvolma riski almaktadır.
Washington’ın Ukrayna’daki nihai amacının ne olduğunu kimse bilmemektedir. Eğer bu amaç, Rusya’nın mağlubiyetiyse, bu pek de gerçekçi değildir. Başkan Vladimir Putin’in açık bir zafer kazanmasını engellemekse, bunun çerçevesini çizmek zordur. (Sızdırılan ABD Milli Güvenlik Konseyi belgelerinin işaret ettiği üzere) Eğer Kiev’e pazarlık masasında avantaj sağlayacak şekilde sahada kazanımlar elde etmekse, yüksek maliyetli olmasına ve beraberinde tahmin edilmesi zor sonuçlar getirecek olmasına rağmen yine de mümkündür.
Batılı çifte standart
Aslında ortadaki asıl sorun, NATO-AB-G7 üçlüsünün yine kavramsal bir tutarsızlık çukuruna düşerek Ukrayna işgalini demokrasi ve otokrasi arasında cereyan eden kıyametvari ve varoluşsal sonuçları olacak bir savaş olarak tanımlamasıydı.
BRICS ülkeleri ve Küresel Güney devletleri bu söylemi yemedi. Batılı halklar nezdinde de herkesin bu şekilde hissetmediği açıktır. Üçlünün dikkat dağıtma çabalarına rağmen demokrasinin karşı karşıya olduğu en büyük tehdidin Çin ve Rusya değil batılı neoliberal modelin ülke idaresi hususunda iflas etmesi ve toplum içindeki derin eşitsizlikler olduğuna dair büyümekte olan bir his mevcuttur. Daha basit bir şekilde açıklamak gerekirse, batılı demokrasilerin yakın tarihte söyledikleri ile yaptıkları arasında büyük uçurumlar olduğu artık ayyuka çıktı.
Rusya ve Çin kesinlikle ABD liderliğindeki kural merkezli dünya nizamı için bir sorun teşkil etmektedir. Fakat bu nizam, sonu gelmeyen savaşlar ve çifte standartlar nedeniyle güvenirliliğini adım adım kaybetti. Belirlenen kurallara ABD ve en yakın müttefikleri hariç diğer herkesin uyması gerektiği defalarca müşahede edildi. Batılı müttefiklerin istediği zaman ihlal edebildiği özgürlük ve insan hakları söylemi de her geçen gün ikna kabiliyetini biraz daha yitirdi.
BRICS ve Küresel Güney devletleri, bir dünya nizamını teşkil eden kuralların belirlenmesi imtiyazının sadece Batıya ait olması gerektiği iddiasını kabul etmeye yanaşmamaktadır. Fakat ne yazık ki ABD Başkanı Joe Biden ve kendisinin en yakın müttefikleri tüm kalpleriyle bu imtiyazın sadece kendilerinde olması gerektiğine inanmaktadır. Biden mart ayında yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti: “Bazı şeylerin yer değiştirmekte olduğu bir zaman dilimi içindeyiz. İleride bir yerlerde yeni bir dünya nizamı kurulacak ve biz bu nizama lider olmak zorundayız.”
Şu gerçeği açıkça belirtmek gerek ki resmî açıklamaları ve söylemlerine rağmen Washington yönetimi çok kutuplu bir dünya fikrini reddetmektedir. ABD, Wolfowitz Doktrini üzerinden 90’lı yıllarda yüzsüzce inşa edilen küresel hegemonyasını sımsıkı tutmaktadır. Ancak dünya son 30 yılda değişti.
Genişleyen NATO
Avrupalı devletler Trump döneminin ardından Biden’ın “Amerika geri döndü” sloganıyla göreve başlamasıyla rahat bir nefes aldı. Bu devletler bugün ABD’nin neyi temsil ettiğini ve umutlarını neye bağladıklarını sorgulamalıdır.
En bilge Amerikan diplomatlarından birisi olarak bilinen Chas Freeman, yakın zaman önce şunları söyledi: “Amerikan iç siyaseti kutuplaştı ve çalıştırılması zor bir hal aldı, kronik nitelikli mali bir açığın içindeyiz, altyapımız çöküyor, eğitim sistemimiz her geçen gün biraz daha vasatlaşıyor, toplum kumaşımız çok yıprandı, uluslararası prestijimiz düşüyor ve iç savaştan bu yana içeride bu kadar bölünmüş olduğumuz bir dönem olmadı. Sanki resmen stratejik mantığa tüm toplum olarak alerji olduk.”
Muhtemel bir yeni Amerikan iç savaşı başlığı gelinen noktada bir tabu olmaktan çıkmıştır. Ülkesini yeniden şekillendirme hususunda niyeti olduğunu vurgulayan Biden belki ABD için iyi olabilir fakat dünyanın geri kalanı için değildir. Gerçekler, ne yazık ki ortadadır.
Dikkatli davranmayı bir kenara iterek NATO’nun doğuya doğru genişlemesi hususunda aktif faaliyetler yürüten ABD, son sekiz yıldır devam eden süreçte Ukrayna silahlı kuvvetlerini cesaretlendirdi, teçhizat temin etti ve etkin bir şekilde eğitti. Bu sürecin sonunda elde kalan bakiye, 2. Minsk Anlaşmasının iflas etmesi ile kanlı ve menfur Rus işgalinin yolunun açılması oldu.
Washington, Londra ve bazı Doğu Avrupalı devletlerin, son Ukraynalı askerin ölümüne ve son Avrupalı tüketicinin hayatına mal olsa da Rusya’nın devrilmesi için sonuna kadar savaşmaya kararlı görünüyor olması son derece rahatsızlık vericidir. Washington yönetimi şimdi de Ukrayna’ya uzun menzilli füzeler vermek gibi Kiev’e Rus topraklarına saldırma kapasitesi kazandırarak olayları daha da kızıştıracak bir hamle yaptı. Bu strateji gerçekten de Avrupa’nın çıkarlarına uyuyor mu?
Bedeli ne olursa olsun yine de güç
Tüm bunlara ilaveten ABD bir de Çin ile çatışma rotasına girdi. Biden geçen günlerde Japonya’ya gerçekleştirdiği ziyareti sırasında Çin’in Tayvan’ı tehdit etmesi halinde bu ülkeyi askeri olarak savunacağı sözünü verdi. Bu daha önce hiçbir ABD başkanı tarafından verilmeyen bir garantiydi ve Biden bu hamlesiyle ABD-Çin ilişkilerinin en hassas başlıklarından birisi ile alakalı kırk yıllık söylemi silip attı.
Dışişleri Bakanı Blinken da Biden hükümetinin Çin’e yönelik stratejisinin altını daha da kalın çizerek şunları söyledi: “Başkan Putin’in savaşının devam etmesine rağmen biz uluslararası nizamın uzun vadedeki en ciddi sorununa yani Çin Halk Cumhuriyeti’ne odaklanmaya devam edeceğiz.”
Diğer bir başlık olan İran meselesine baktığımızda ise nükleer anlaşmanın yenilenmesi ihtimali gelinen noktada neredeyse ortadan kalktı. Tahran’ın İran Devrim Muhafızlarının ABD Dışişleri Bakanlığı’nın terörist organizasyonlar listesinden çıkarılmasına yönelik talebi kabul edilmedi. Halbuki bu adım atılsa dahi bu organizasyon ABD Hazine Bakanlığı üzerinden yaptırım listesinde tutulmaya devam edilebilirdi. Nihayetinde, İran çok yakında nükleer eşiği geçebilir ve bunun sonuçlarının neler olacağını herkes az çok hayal edebilir.
ABD, küresel hegemonyasını bedeli ne olursa olsun devam ettirmeye ve kendi belirlediği kurallar merkezli yeni bir dünya nizamı oluşturmaya kararlı görünmektedir. Bu hırs yolun sonunda kendisine belki de “son darbeyi” vuracaktır.