İdlib'de bu noktaya nasıl gelindi?
Suriye'de devam etmekte olan savaş, Türkiye sınırındaki İdlib çevresine sıkışan muhalif bölgesinde şiddetli bir biçimde devam ederken, Rusya ve İran destekli Esed rejimi tarafından devam eden yoğun saldırılar sebebiyle, yeni bir büyük göç dalgası, Türkiye'nin kapılarına dayanmış durumda. Suriye'ye birincisi Fırat Kalkanı, ikincisi Zeytin Dalı ve Üçüncüsü Barış Pınarı olmak üzere üç kez sınır ötesi operasyon düzenleyen Türkiye, İdlib'te de yükselen tansiyonla birlikte muhtemel yeni bir operasyon kararı almanın arefesinde bulunuyor.
Rusya'nın ve İran'ın aktif desteğiyle, -daha önce halk ayaklanmasıyla ülkenin kontrolünü büyük oranda yitiren- Esed rejimi, gelinen noktada ülkenin büyük bir kısmında kontrolü yeniden sağlamış durumda. İdlib'e sıkışan muhalif bölgeye yönelik rejim operasyonları ise, bölgede yaşayan 4 milyonu aşkın Suriyeli'nin Türkiye sınırına yığılmasına yol açtı. Daha önce Rusya ve İran'la yürütülen Astana ve Soçi anlaşmaları çerçevesinde İdlib'te oluşturulan “gerginliği azaltma bölgesi”, Rusya ve İran'ın anlaşmayı hiçe sayan tavırlarıyla rafa kaldırılmış halde.
Söz konusu anlaşmalara göre ülkenin yalnızca İdlib değil, o sıralar muhaliflerin kontrolünde bulunan Deraa, Doğu Guta, Kuzey Humus, Kalamun Dağları bölgelerinde de gerginliği azaltma bölgeleri oluşturulmuş, buna karşın Rusya ve İran'ın desteğiyle, Esed rejimi, söz konusu bölgeleri tek tek ele geçirerek Türkiye sınırındaki İdlib'e yönelmişti. Astana ve Soçi anlaşmalarını fırsata çeviren rejim güçleri, durumdan yararlanarak tek tek ele geçirdikleri “gerginliği azaltma bölgelerinde”, ülkenin büyük bir kısmında uyguladıkları “insansızlaştırma” stratejisine başvurdular. Söz konusu stratejiyle bu bölgelerdeki nüfus büyük bir yıkımla, ölüm ve evlerini terk etmek arasında bir tercihe zorlayan rejim, bu bölgelerden çıkarılan nüfusu Türkiye sınırındaki İdlib'e yığdı.
Daha sonra İdlib'de toplanan 4 milyondan fazla nüfusun bulunduğu muhaliflerin hakimiyetindeki bölgeyi hedef almaya başlayan rejim, aşama aşama ilerlemesini sürdürerek, gelinen noktada muhalifleri adeta Türkiye sınırına sıkıştırmış durumda. 2015'te temeli atılan, 2016'nın sonunda aktif olarak uygulanmaya başlayan Astana Süreciyle, 2017'nin Ekim ayından itibaren İdlib'te Türk ordusunun konuşlandırıldığı gözlem noktaları oluşturuldu. Bununla birlikte Türkiye İdlib çevresinde 12 gözlem noktası oluşturarak sevkiyat yaptı ve muhalifler için “garantör ülke” olarak Astana ve Soçi süreçlerinde anlaşmalara imza attı.
Buna karşın Türk ordusuna ait gözlem noktaları, en güneyde bulunan Morek'teki gözlem noktasından başlamak üzere, ilerleyen Rusya ve İran destekli rejim güçlerinin muhasarası altında kalacaktı. Bu süreçten sonra Türk ordusunun bölgedeki rejim ilerleyişine müdahale etmeyeceği anlaşıldı. Bu durum, saldıran tarafı daha da cesaretlendirdi.
Gelinen son noktada Rusya ve İran destekli rejim güçleri, M5 karayolu ve doğusundaki bütün noktaları Halep'in güneyine kadar ele geçirmiş durumda. Buna karşın, TSK İdlib'e günlerdir süren devasa bir yığınakla bölgede oldukça büyük bir askeri mevcuda ulaşmış bulunuyor. Yine de her gün yeni gözlem noktaları rejim kontrolündeki hatların arkasında kalırken, Türk ordusu beklemeye devam ediyor.
Rus “tehdidi” ve ekonomik “bağımlılık” illüzyonu
Türkiye kamuoyunda ve özellikle “uzmanlar” arasında bunun nedeninin, Türkiye'nin “Rusya'dan çekindiği” sebebiyle gerçekleşmediği fikri ağır basıyor. Buna göre Rusya dünyada ABD'den sonra ikinci büyük askeri güç olarak, özellikle nükleer silahları ve balistik füze kapasitesiyle Türkiye'nin karşısına alamayacağı bir ülke. Aynı zamanda Türkiye'nin enerji ithalatının en büyük kısmını -2017 yılı itibariyle 29.03 milyar metreküp- Rusya'dan temin edilen doğalgaz oluşturuyor. Rusya bu anlamda Türkiye'ye yönelik enerji ihracatından yıllık 15 milyar dolar kazanıyor.[1] Bunun yanında Rusya'nın Türkiye'ye yönelik toplam ihracatı 2018 yılı itibariyle toplamda 22 milyar dolara kadar ulaşıyor.[2] Elde edilen son verilere göre Rusya'nın 2019 yılında Türkiye'ye yaptığı ihracat 23.1 milyar dolara ulaştı.[3] Buna karşın Türkiye'nin Rusya'ya yönelik ihracatı 3.5 milyar dolarda kalıyor.[4]
Türkiye'yle Rusya arasındaki güç dengesinde var olan asimetrik eşitsizlikte dikkat çekilen bu nokta, sıklıkla Türkiye'nin Rusya'ya ve bölgedeki çıkarlarına karşı, Türkiye için tehdit oluşturduğu durumlarda bile pasif davranması gerektiğini vurgulayan bir yaklaşımı ifade ediyor. Buna karşın, paradigmayı tersinden okuduğumuz takdirde, Rusya'nın en az Türkiye kadar, pek çok durumda Türkiye'den bile daha fazla Türkiye'ye muhtaç olduğu bir tablo ortaya çıkıyor. Sadece yukarıda ifade edilen ithalat-ihracat rakamları bile, iki ülke arasındaki dengede Türkiye'nin Rusya için vazgeçilmez bir ekonomik bir partner olduğunu ortaya koyar nitelikte.
Zira basit bir mantıkla, Rusya neredeyse 20 milyar dolarlık bir ticari fazla elde ettiği Türkiye'yle yapılan ticareti kolay kolay tehlikeye atamayacaktır. Dünya genelinde ekonomik olarak oldukça büyük bir hacme sahip ABD, Çin gibi ekonomiler için bile, 20 milyar dolarlık bir rakam önemli sayılacak niteliktedir. Rusya gibi, kronik olarak yapısal sorunlara sahip bir ekonomide, hele ki başta ABD olmak üzere batılı ülkeler tarafından ağır yaptırımlar altında bulunan bir ekonomi için, Türkiye'yle sürdürülen ticari ilişkiler, hayati önemdedir. Bu sebeple Rusya hiç bir şartta bu ilişkiyi riske etmeyi göze alamaz. Çoğu kere “domates, mandalina” üzerinden yapılan hamleler, oldukça basit blöflerdir.
Yine dile getirilen, Rusya'nın Türkiye'deki nükleer santral kurulumunda ana yüklenici olması, bu açıdan sadece Türkiye'yi Rusya'ya değil, Rusya'yı da Türkiye'ye bağımlı kılmaktadır. Zira bazı tahminlere göre 20 milyar dolara ulaşacağı söylenen santral inşaatının Rusya için oldukça kazançlı bir anlaşma olduğu, gözlerden kaçmamaktadır. Elbette bu santralin ardından Türkiye'de yapılacak başka nükleer reaktör projelerinde, Rusya önemli bir aday olarak, varlığını koruyacak, hatta daha da güçlendirecektir.
Türkiye, Almanya'dan sonra Rus enerji şirketi Gazprom'un ikinci büyük müşterisi konumundadır.[5] Böylesine önemli bir müşterinin, Suriye'deki Esed rejiminin bakiyesi, İran'ın bölgedeki Şii Hilali'ni gerçekleştirmesi için riske edilmesi, Rusya'nın realist bir aktör olduğu göz önünde bulundurulduğunda, düşünülemez.
Bağımlı olan Rusya mı?
İlişkilerin ekonomik boyutlarıyla ilgili yine hatırlatılması gereken önemli bir nokta da, Rusya'nın Boğazlar yoluyla yaptığı 150 milyon tonluk ham petrol ihraç hacmidir.[6] Rus ekonomisinin bel kemiğini oluşturan bu devasa ölçekli dış ticaret imkanı, Rusya'nın Türkiye'ye, özellikle Boğazlar'ın coğrafi konumuyla ne kadar ihtiyaç duyduğunu ortaya koyan bir hakikattir. Rusya, Türkiye Cumhuriyeti'nden önce, 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'yle karşı karşıya geldiğinde, Çanakkale'nin İtilaf Devletlerince geçilememesi sebebiyle adeta felce uğramış ve ülkede Bolşevik Devrimi'nin önünü açan sebeplerden biri olan bir ekonomik kriz ortaya çıkmıştı. Bu haliyle Boğazlar'a hakim olan Türkiye Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu'nun her an nefesini kesebilecek bir jeostratejik imkana sahiptir.
Rusların tarihsel olarak Boğazları ele geçirmeye yönelik siyaseti bu açıdan bakıldığında kolaylıkla anlaşılabilir. İstanbul ve Çanakkale Boğazları, sahip olduğu devasa topraklarda adeta “darı ambarındaki fare misali” Rusya'nın, dünya pazarlarına ulaşabileceği en önemli geçiş yoludur.
Türkiye Cumhuriyeti, 1936 yılında imzalanan Montrö Anlaşması'nın verdiği haklara göre Rusya'ya karşı son derece güçlü bir enstrümana sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti, Boğazlar'da tam bir egemenliğe sahip olup, normal şartlarda ticari gemi trafiğini engellememektedir. Buna karşın, Boğazların gemi trafiğini düzenleme yetkisine sahip Türkiye, belli şartlarda ticari gemileri bekletme hakkına haizdir. Yalnızca bu trafiği düzenleyen regülasyonlarla bile, yerine göre Rus gemilerine önemli engellemeler/bekletmeler yapabilecek Türkiye, Rusya'yı oldukça büyük mali kayba uğratma imkanına sahiptir.
Yine Montrö Anlaşması'na göre Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca “savaş halinde” olduğu değil, “pek yakın bir savaş tehlikesi” olan ülkelere karşı da Boğazları hem askeri, hem de ticari gemilere kapatabilir.[7] Sadece bu maddeye göre bile, Rusya'yla Suriye'de yaşanabilecek muhtemel bir eskalasyonda, Ruslar Boğazlar'ın kendileri için kapanması tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.
Askeri olarak Rusya'nın büyük imkanlara sahip olması, Türkiye'ye karşı elbette büyük bir tehdit oluşturabilir. Bu anlamda balistik füzeleri, oldukça güçlü kara ordusu ve nükleer cephanesiyle Rusya asla göz ardı edilemeyecek bir ülke. Buna karşın, gerçekçi bir simülasyonda, Rusya'nın Suriye'de yaşanabilecek bir takım mevzi çatışmalar ya da karşılıklı saldırıların dışında, elini çok fazla yükseltme imkanı bulunmamaktadır. Türkiye'yle yaşanabilecek böylesi bir askeri çatışma, Rusya'nın Suriye'deki bütün kazanımlarını tehlikeye atabileceği gibi, Rusya'yı son derece zor bir dengede duran bölgedeki denklemde oldukça zor bir duruma sokacaktır.
Rusya'nın Suriye'deki askeri varlığı neticede Lazkiye'deki Hmeymim Havalimanı ve Tartus Limanı başta olmak üzere, kısıtlıdır. Yine Doğu Akdeniz'deki Rus askeri donanmasının mevcudu, Suriye'nin yanı başında, yüzlerce kilometre sınıra sahip, konvansiyonel anlamda gerek bölgede, gerekse dünyada, oldukça etkin bir orduya sahip Türk Ordusu'yla karşılaştırılabilecek boyutta değildir.
En basit mantıkla, Rusya'nın Suriye'deki varlığını, Karadeniz'deki limanlarından yükleyerek “Boğazlar yoluyla” Suriye'ye ulaştırdığı göz önünde bulundurulduğunda, Rusya'nın gerilimini artırmaktan kaçınacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. Böylesi bir gelişme, yalnızca Suriye değil, Libya ve Afrika'da adımlar atmaya çalışan Rus çıkarlarını ciddi anlamda tehlikeye sokacaktır. Rusya her halükarda Suriye'de Türkiye'yle anlaşmak, hiç değilse bir orta yol bulmak zorundadır.
Uzun süredir NATO'dan ve batı ittifakından koparmaya çalıştığı Türkiye'yi, İdlib'te yaşanan krizle yeniden batıyla yakınlaştıran Rusya, stratejik açıdan çok daha izole bir pozisyona savrulacağı için, Türkiye'nin Suriye'deki kırmızı çizgilerini gözetmek zorundadır. Türkiye bu açıdan, Rusya'nın jeo-politik, jeo-stratejik ve ekonomik olarak en zayıf karnını oluşturan ülkelerin başında gelmektedir ve bölgede kendisine yönelik tehditleri bertaraf etmek istiyorsa, güneyindeki Rus-İran çevrelemesini, İdlib ekseninde kırmak mecburiyetindedir. İmkan olarak ise, kamuoyunda oluşturulmak istenen algının aksine, gerek Rusya'ya, gerekse İran'a karşı Türkiye'nin başta Suriye olmak üzere bölgede eli oldukça güçlüdür.
[1]Köstem, Seçkin. Political Economy of Turkish-Russian Relations: Dynamics of Asymmetric Interdependence. October 2018, s.13.
[2]https://globaledge.msu.edu/countries/turkey/tradestats
[3]https://www.aa.com.tr/en/economy/turkish-exports-hit-18046b-in-2019/1691063
[4]https://tradingeconomics.com/turkey/exports-to-russia
[5]Köstem, Seçkin. Political Economy of Turkish-Russian Relations: Dynamics of Asymmetric Interdependence. October 2018, s.13.
[7]https://www.hurriyet.com.tr/dunya/turk-bogazlarinin-hukuki-durumu-ve-seyir-rejimi-9713410