Tarihin dönüm noktası ve Amerika'ya karşı savaş

Kaan Çeben

İslam'ın yeniden canlanması, Müslüman dünyasında dinin, İslami yaşantının ve dünyevi kaynakların neredeyse tamamının işgaline ve müsaderesine izin veren bir gerilemenin ardından geldi. Bu işgalin etkileri günümüzde her yerde gözler önünde. Ancak, tüm bu olumsuzluklara rağmen gidişatımız Müslümanların lehine bir ivmede devam ediyor. Dünya büyük ölçüde Müslüman direnişçilerin bu büyük yükü sırtına alması ile Müslümanlar, eski Roma'nın mirasçısı Amerika'yı dünyanın dört bir yanında yenilgi ve hayal kırıklığına uğratmakta ve İslam'ın uyanışına vesile olmaktalar.

11 Eylül saldırılarıyla ilgili olarak Müslüman ideolojik perspektifinin çeşitli kesimlerinden çok sayıda eleştiri gelse de, bu saldırıların ardındaki gerçek niyetin ve saldırıyı gerçekleştirenlerin hedeflerinin başarıya ulaştığını gözlemleyebiliyoruz. Buna göre Amerika Birleşik Devletleri'ni bir gün süper gücünün iflas edeceği emperyalist bir savaşa çekmek doğrultusunda konulan hedefler agresif ve yırtıcı bedellere rağmen başarıya ulaşmış görünüyor.

Bu stratejinin dahiyane bir strateji olduğu gerçeği bugün neredeyse tüm siyasi analistler tarafından itiraf ediliyor. İtiraf edilen bir başka hakikat ise, bu saldırı sonrasında elde edilen neticelerin, planlanandan çok daha başarılı olduğu yönündedir. Bugün Amerika titretici bir sarsıntı geçiriyor. Kurumları ve ekonomisi çıkmaza giriyor. Zayıflığı hisseden dünyada farklı güç alternatifleri kafalarını kaldırmaya başladı ve bu durumda her geçen gün ABD'nin aleyhine bir güç kaybını beraberinde getiriyor. Afganistan savaşına girmeden önceki Amerika ile bugünün Amerikası arasındaki fark hissedilir olmanın da ötesinde artık.

90'lı yılların ortalarında, özellikle Suudi Arabistanlı alimler, Suudi rejiminin işlediği vahşetleri ve ABD askerlerinin Suudi topraklarına girmesine izin verilerek Suudi Arabistan'ın ABD-İsrail ittifakının ajanı olarak oynadığı rolü vurgulayan beyanatlar yayınlamaya başladılar. Müslüman direnişçilerin somut adımlar atmaya başladıkları süreç işte bu yıllara dayanmaktadır. Direnişi destekleyen fikir adamları "İslam ümmetini onlarca yıldır bölen ve küçük devletlere ayırarak girdaplara ve labirentlere iten Amerika'ya konsantre olunması" çağrısında bulundu. Alimler ise "Amerika'yı İslam dünyasının dışına çıkarmanın, imandan sonraki en önemli görev olduğu ve hiçbir şeyin bundan daha öncelikli olmaması gerektiği" yönünde bir görüş beyan ettiler.

Bu yön duygusu, Müslüman direnişçilerin ve muhaliflerin, sadece birkaç yıl önce SSCB'yi yenmelerinden sonra, yeryüzünde ayakta kalan tek imparatorluk olan Amerika'yı yok edebileceklerine olan inançlarını vurgulamalarının ilk örneğiydi.

Bu dönemde İslam dünyası içinde Müslüman direnişçilere ve muhaliflere yönelik çok fazla eleştiri ve kınama vardı. Hakikatte günümüzde bu eleştirilerin çok daha yoğun ve sık bir şekilde devam ettiğini de itiraf etmeliyiz. Direnişçiler ve muhalifler ise ideolojilerini ileri taşımak ve İslam ümmetini bu yaklaşımın işe yarayacağına ikna etmek için çabalarını artırdılar. Özellikle tüm dünyada "Siyasal İslam"ın gerilemesi ve Batı'yı taklit ederek kurulan, çıkışı olmayan labirente benzeyen parlamenter sistemlerde görev alan "Siyasal İslamcı"ların kaçınılmaz bir ahlaki deformasyona uğraması bu çabalara yardımcı olan en kuvvetli etken oldu. Bunun yanında Afganistan tecrübesinin başarıya ulaşması ile İslam coğrafyasında ABD misyonlarının cehren varlık sürdüremediği tek yerin Afganistan olarak tasdiklenmesi ve bu koşulların savaş ile sağlanmış olması da muhalif direnişçilerin fikirlerini ümmete kabul ettirmeleri noktasında ikna edici unsurlar olarak sahneye çıkıverdi. Direnişçilerin efsanevi liderlerinden Usame bin Ladin 1997'de muhabir Gwyn Robert ile yaptığı bir röportajda şöyle söylemişti:

"Tüm gençlerin ve tüm ümmetin çabalarını Amerikalılar ve Siyonistler üzerinde yoğunlaştırmaları gerektiğini tekrar teyit ediyorum. Çünkü onlar ümmete yöneltilen ve ümmetin kalbine saplanan mızrağın başıdır ve Amerikalılar ve Siyonistler üzerinde yoğunlaşan her çaba iyi, doğrudan ve olumlu sonuçlar getirecektir."

23 Şubat 1998'de Bin Ladin ve arkadaşları "Amerikalılar ve Siyonistlerle mücadele etmek, bunu yapmanın mümkün olduğu her yerde, her Müslüman için bireysel bir görevdir. Böylece Mescid-i Aksa ve kutsal Mescid-i Haram'ı ABD'lilerin ve Siyonistlerin elinden kurtarabiliriz. Onların ordularını tüm İslam topraklarından yenilmiş ve hiçbir Müslümanı tehdit edemeyecekleri bir hale ancak böyle getirebiliriz." iddiasında bulunan bir fetva yayınladılar.

1998'de Tanzanya ve Kenya'daki Amerikan Büyükelçiliklerine yapılan saldırılar, Clinton yönetiminin tehditlere karşı önlem alma refleksinin ciddiyetini belgeleyen bir dizi operasyonu beraberinde getirdi. Vakıa, Clinton yönetimini ABD egemenliğine yönelik bu en yeni meydan okumayı geri püskürtme çabalarına yöneltti. İslam dünyası ise bu yeni durumun ciddiyetini küçümsedi ve direnişçilerin duruşunu farklı isimlendirmeler ve açıklamalar ile tanımlamaya çalıştılar.

Günümüzde ise bu direnç hareketinini fikri altyapısı Afganistan'dan Pakistan'a, Somali'ye, Suriye'ye, Filistin'e, Hindistan ve Çin'e, Arap Yarımadası'na, ve Kuzey Afrika'nın neredeyse tamamına kadar uzandı ve dünyadaki her ülkede az ya da çok yayılma imkanı elde etti. Buna karşılık olarak ise İslam'a karşı devam eden tarihin en büyük Haçlı seferi düzenli form değişiklikleri ile yıpratıcılığını daha da artırdı.

Suriye'deki ABD işgali, Afganistan ve Irak işgaline nazaran farklı bir askeri formda devam ederken, mevcut ABD yönetimi Müslüman dünyasında büyük bir propaganda savaşı yürütüyor. İslam terimleriyle konuşup kendisini Müslümanlara sevdirmeyi başaran dikkatlice tasarlanmış vekil hükümetler tüm coğrafyamızda desteklenirken Yahudi saldırganlığı genişliyor. Uluslararası ajanslar gözlerini Taliban'a ve Somali'ye dikerken, ABD askeri emperyalizmi Müslüman topraklarındaki varlığını genişletiyor.

Sarsıntılı süreçlerden geçiliyor olsa da muhalif direnişçilerin uzun yıllar önce koydukları hedeflere doğru istikrarlı bir şekilde ilerlediklerini gözlemliyor olduğumuzu itiraf etmek gerekir. Zira uzun yıllar önce yaptığı bir konuşmada direnişçilerin efsanevi lideri Bin Ladin şöyle söylüyor:

"Çabalarınızı parçalamaya ve kaynaklarınızı yandaşlarla ve içinizdeki siyasi partilerle marjinal savaşlarda israf etmemeye dikkat edin. Bunun yerine kaynaklarınızı kullanarak darbelerinizi sizin gerçek düşmanınız olan küfrün başına (ABD'ye) onu çökertene kadar yoğunlaştırın. O çöktüğünde, diğer tüm parçalar çökecek, yok olacak ve yenilecektir."

Bu sözler bize bir siyasi ve askeri teorinin ve stratejinin yapı taşlarını gösteriyor. ABD unsurlarına karşı yürütülen direniş hareketleri yayıldıkça bu durum ABD'nin zayıflama belirtileri göstermesine yol açıyor. Karşıt hamle olarak ise ABD'yi ordusunu bazı bölgelerden geri çekerken, bazı bölgelere ise müttefiklerini entegre ederken görüyoruz.

Amerika Birleşik Devletleri uzun süre Müslüman dünyasında dost bir güç olarak düşünüldü. Son olaylar ise bu yanlış anlayışı tamamen değiştirdi. Ancak bölgemizde çok az kişi, coğrafyamızdaki Batı emperyalizminin tarihini biliyor ve arkasında yatan manayı kavrayabiliyor. Batı kontrolünün tarihini ve müdahalesini, ABD askeri varlığının Müslüman topraklarındaki kesin yerini ve planlarını anlamak, kalıcı Batı işgali planının engellenmesi için ivedilikle gereklidir. Kişi ancak bu gerçek arka planı anlayarak Müslüman dünyasında Batı egemenliğine direnmek için geçmiş, şimdiki ve gelecekteki çabaları daha derinden takdir edebilir.

Batı güçlerinin Orta Doğu'daki bugünkü ilerlemesi 2003'te Irak'ın işgaliyle başlamadı. Batı'nın Müslüman ümmete yönelik tecavüzü uzun bir zaman dilimine yayılarak gerçekleşti. Son olaylar yalnızca 1492'de Avrupalıların İslami İspanya'yı işgal etmesinden sonraki 400 yıllık sömürgeciliğin bir devamı niteliğindedir. Afrika ve Latin Amerika'nın boyunduruk altına alınmasını, Orta Doğu'daki arazileri işgal etme ve istila etme yönündeki ilk girişimler izledi. Fransızlar 1798'de Mısır'ı işgal ettiler ancak iki yıl sonra geri püskürtüldüler. Fransızlar 1834'te Cezayir'i ilhak ettiler ve İngilizler 1882'de Mısır'ın idari kontrolünü ele geçirdiler.

2012'de ölen İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, "Industry and Empire: From 1750 to the Present Day" kitabında İslam coğrafyasının sömürülmesi ile ilgili ilginç tespitlerde bulunuyor:

"Avrupa devlet gücünün 1876 ile 1914 arasında dünyanın kara yüzeyinin %25'ini kontrol etmesine rağmen, Orta Doğu'da büyük ölçüde Müslüman onuru ve İslami Hilafet'in atfettiği birlik nedeniyle İslam coğrafyasının doğrudan cehren sömürülmesi çok az mümkün olabilmiştir."

Bu tarihlerde Batı ideolojisini Müslümanlara empoze etme girişimleri mücerret Müslümanlar arasında kısmi bazı neticeler vermiş olsa da, İslam'ın aslı üzerinde tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Örneğin, Lord Curzon 1892'de şöyle demişti:

"Her alanı, görevi ve gündelik yaşam eylemini kucaklayan bir sistem olarak İslam'ın aşılmaz kaya duvarına karşı misyonerlik çabalarının dalgaları kayaları boşuna dövüyor."

Müslümanları ideolojilerinden koparma ihtiyacını hisseden Batılı güçler, sonunda mevcut koşullara yol açan egemen sisteme karşı dikkatli ve kademeli bir saldırı başlattı.

Saldırılar ve stratejiler

Basra Körfezi'nin stratejik konumu onu her zaman dünya ticaretinin merkezi haline getirmiş ve bu nedenle kontrol için yoğun çatışmalara meyilli bir bölge olmuştur. Batı'nın buradaki müdahalesi esasen İngiliz İmparatorluğu'nun Hindistan'daki topraklarına güvenli nakliye rotaları sağlamak için, aslında belli bir aile tarafından yönetilen küçük emirlikleri İngiliz himayesine dönüştürmesiyle başladı. Sonuç olarak, bu dikkatli ortaklıklar ve 19. yüzyılın sonlarında kurulan Suud Hanedanı'na verilen ek destek, Batı'nın egemen olduğu günümüz çağının temel dinamiklerini oluşturdu.

İngilizlerle ittifak kuran ve Osmanlı hilafetine ihanet eden Suud ailesiydi. Kanıtlar, çok az kişinin okumaya vakit ayırdığı tarihi kayıtlarda açıkça görülmektedir. İngiliz Subayı Sir William George Knox, Nisan 1914'te sömürgeleştirilmiş Hindistan'daki İngiliz hükümeti ile olan yazışmasında, "çok yakında kendisine kesin bir şey iletilmediği takdirde, İbn Suud'un Türk Hükümeti ile bir anlaşma yapması muhtemel görünüyor ve bu düzenlemeler çıkarlarımıza çok aykırı olabilir." diye yazmıştır. (Bkz. Bushire, 19 Nisan 1914 tarihli, 1171 sayılı Muhtıra. Binbaşı S.G. Knox, Hindistan Hükümeti Dışişleri ve Siyasi Departmanında, Simla'da Dışişleri Bakanı'na. ) Bu mesaj, İngilizlerin Osmanlıların İbn Suud ile barış yapma çabalarını bastırmak için ne kadar istekli olduklarını ortaya koymaktadır. Nitekim bu barış anlaşması iki tarafın istediği şekilde değil, bölgede kontrolü elinde tutan İngilizlerin istedikleri şekilde gerçekleşmiştir. Osmanlı bölgeden dışlanmıştır.

Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun Arap Yarımadası'nda yeniden bir dayanak noktası elde etmek ve İngilizlerin kontrolünü zayıflatabilmek için, Almanya ile birlikte ortak bir kalkınma planı oluşturmak ve İngilizlere karşı bir denge politikası kurgulamak istemiştir. Tarihin kaderi ve Suudi Necd'den gelen fitne vaadi yerine getirildiği için bu plan da fesada uğramıştır. O tarihten itibaren İbn Suud ile Britanya İmparatorluğu arasındaki yazışmalar, İngilizlerin Suud ailesini Osmanlı Halifeliği ile anlaşmaktan uzaklaştırmak için artan çabalarını belgelemektedir.

Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde İbn Suud, Aralık 1914'te bağlılığını ilan ederek, "İngiliz Hükümeti hariç, herhangi bir diğer güçle her türlü taviz, müdahale ve ilişki kurma işini kesmeyi kabul ediyorum ve onaylıyorum." demiştir. (Kral Abdülaziz Diplomasi ve Devlet Yönetimi 1902-1953, Cilt 1, Arşiv Eds. Limited, 1998'de Sayyid Tlaib'e yazılan mektubun çevirisine bakın.)

1921'e gelindiğinde Suud, bölgedeki İngiliz misyonlarını ayakta tutmak için her ay 5.000 sterlinlik İngiliz desteği ve yeterli miktarda mühimmatı İngiltere'den almaya başladı. (Yüksek Komiserlik Ofisi'nden Ekselansları Şeyh Sir Abdul Aziz bin Abdurrahman el Faysal el Suud'a yazılan 4 Mayıs 1921 tarihli Muhtıra'ya bakınız.) 1925'te Mekke'yi ele geçirerek 700 yıllık Haşimi vesayetine de son verdiler.

Suudi Arabistan'ın İngiltere ile ittifakı, Hilafet'i yıkmak için Birinci Dünya Savaşı'nın sonuçlanmasına ve Batılı güçlerin Müslüman dünyasını sömürgeleştirme çabalarını yoğunlaştırmasına izin verdi. Osmanlılara karşı Arap isyanını finanse eden Hüseyin-McMahon yazışmalarının, Müslüman dünyasını İngiltere ve Fransa arasında bölüştüren Sykes-Picot anlaşmasının ve Yahudileri Filistin'e yerleştiren Baflour Deklarasyonu'nun çelişkili vaatleri, İngiliz İmparatorluğu'nun Osmanlı İmparatorluğu'nun son kalıntılarının yok oluşunu izlemesine izin vermesine neden oldu. Birinci Dünya Savaşı sonrası Milletler Cemiyeti manda sistemi, İngilizlere Filistin, Ürdün ve Irak üzerinde sömürge kontrolü, Fransa'ya ise Suriye ve Lübnan üzerinde kontrol sağlama yetkisi hediye etti. Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Orta Doğu, esas olarak İngiliz ve Fransız emperyalizminin odak noktasıydı. Ancak zorla milliyetçiliğin ve Müslümanların ayrı ulus devletlere ayrılmasının uzun süreli etkileri, ümmet için tüm onuru ve özerk kontrolü neredeyse tamamen ortadan kaldırdı.

Amerika'nın emperyalist bir ulus olarak rolü, tüm bir yerli halkın, Amerikan Kızılderililerinin kökten soykırımıyla başladı. Alexander Hamilton, Amerika Birleşik Devletleri'ni 1795 gibi erken bir tarihte "büyük bir imparatorluğun embriyosu" olarak tanımladı. (Robert Kagan, Our 'Messianic Impulse') Ancak Amerika'nın uluslararası arenadaki emperyalist rolü, Kızılderili nüfusunun bastırılmasından, Alaska ve Hawaii'nin alınmasından ve 19. yüzyılın sonlarına doğru İspanya-Amerika Savaşı'nın zaferinden hemen sonra başladı. Söz konusu tarihlerde ABD, Güneydoğu Asya'da Müslüman bir nüfusa sahip bir takımada ülkesi olan Filipinler'i hemen talep etmeye koyuldu. Filipinler'i işgal etmek, Amerika'nın gücünü tüm dünyaya yansıtabileceği bir adımdı ve Filipinler coğrafi olarak da aynı karakterde bir askeri üs vazifesi teşkil edebiliyordu. Filipinlerin işgali hadisesi, soykırımların ve iç savaşların ardından gelen ikinci mantıksal emperyalist hamledir.

Başkan Theodore Roosevelt bu yayılmacılık hakkındaki görüşlerini şu şekilde ifade ediyor: "Uzun vadede medeni insan, barışı ancak barbar komşularını bastırarak koruyabileceğini anlar. Çünkü barbarlar yalnızca güce boyun eğerler." (Roosevelt, Theodore. "Genişleme ve Barış." 1989. s. 287-89)

Filipinler sorunu, 1946 yılında nominal bağımsızlık elde edene kadar tam olarak çözülemedi. Ancak bu, Müslüman topraklarının gelecekteki Amerikan militarizasyonuna hazırlanması için ilk başlangıç ​​noktası oldu.

1890'da, donanma kaptanı Alfred T. Mahan, Deniz Gücünün Tarih Üzerindeki Etkisi adlı bir kitap yayınladı ve bu kitapta güçlü bir ulusun limanları ve kolonileri dünya çapında genişletmek için deniz gücünü kullanması gerektiğini savundu. Kitap Türkçeye de tercüme edilmiştir. Bu koloniler ve yabancı limanlar, dış ticaret ve yatırım fırsatları aracılığıyla ana ülkeye de fayda sağlayacaktı. Filipinler'in işgali ve içerideki büyüme, Birleşik Devletler'in Basra Körfezi'nde ilk gerçek güç gösterisini başlatmasını sağladı. 16 Aralık 1907'den 22 Şubat 1909'a kadar, ABD Donanması gemilerinden oluşan toplu bir grup olan Büyük Beyaz Filo, Theodore Roosevelt'in emriyle dünyayı dolaştı. Bu gemiler ABD bayrağı sallayarak yelken açtı ve 1909'un başlarında Basra Körfezi'ne girdi ve sonunda Süveyş Kanalı'na kadar ilerledi, ardından Arap Emirlikleri Adaları'ndan geri geçti ve gözlerini İngiliz kontrolündeki Bahreyn adasına dikti ve bölgeyi kolonileştirme programına burada başladı.

Amerika, ilk olarak Mayıs 1933'te Suudi Arabistan üzerinden Basra Körfezi'ne büyük bir giriş yaptı. O tarihte, bugün Chevron olarak bilinen Standard Oil Company of Calfornia, 35.000 İngiliz sterlini karşılığında Suud'un 60 yıllık petrol kamulaştırma haklarını elde etti. Bu, bölgeye Amerikan müdahalesinin başlangıcını işaret ediyordu. 1933'ten II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar Suudi Arabistan ile ABD arasındaki yakın ilişki, Aramco'nun (Arabian-American Oil Company) kurulması ve birçok Batılı firmanın Suudi devletini yatırımlarla geliştirerek kazançlı sözleşmeler yapmasına sebep oldu. Suudi Arabistan'ın günümüze kadar devam eden "Batı ile özel ilişkiler" meselesinin temelleri bu yıllarda atıldı.

II. Dünya Savaşı'nın sonunda, Avrupa Naziler tarafından yok edildiğinde, Amerika Birleşik Devletleri kendini bir anda dünyanın en güçlü ülkesi olarak buldu. Bu, hükümet yetkilileri tarafından hemen fark edildi çünkü ABD'nin emperyalist hırsları artık laik-Batı geleneğinde dünya pastasından daha büyük bir parçaya gözünü dikmişti. O zamanlar Dışişleri Bakanı olan George Keenan, II. Dünya Savaşı sonrası senaryoyu şöyle tanımlamıştı: "Dünyanın servetinin yaklaşık yarısına sahibiz (...) ama nüfusunun sadece yüzde 5'ine. Bu durumda (...) önümüzdeki yıllardaki gerçek görevimiz, bu eşitsizlik konumunu sürdürmemize izin veren bir ilişki örüntüsü tasarlamaktır. Bunu yapmak için tüm duygusallıklardan ve hayal kurmaktan vazgeçmeli, her yerde acil ulusal hedeflerimize yoğunlaşmalıyız. [Ve] doğrudan güç kavramlarıyla uğraşmalıyız. İdealist sloganlar tarafından ne kadar az engellenirsek o kadar iyi." (Bknz: ABD Dışişleri Bakanlığı Politika Planlama Çalışması No. 23, 1948 )

George Keenan

1944'te Franklin Roosevelt, "Suudi Arabistan'ın savunulmasının Amerika Birleşik Devletleri'nin savunulması için hayati önem taşıdığını" duyurdu. (Little, Douglas. Amerikan Oryantalizmi: 1945'ten Bu Yana Amerika Birleşik Devletleri ve Orta Doğu. (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 2002).)

1951'de Başkan Truman, bölge üzerinde ekonomik kontrol olasılığını araştırmak üzere bir komite gönderdi. Ancak, durumu değerlendirmek üzere gönderdiği komitenin içinde bulunan ekonomistler, yükselen Arap milliyetçiliği duygusu nedeniyle Batı menfaatlerinin risk altında olabileceğini rapor ettiler. 1952'ye gelindiğinde Ulusal Güvenlik Konseyi Arşivleri, Arap ülkelerinin Batı'ya bağlılığını güvence altına almanın önemli olduğunu ve savaş dönemlerinde dünyanın petrol rezervlerinin büyük bir bölümünü kontrol ettikleri için Orta Doğu coğrafyasının önemini tekrar vurguladılar.

Komite, Arap ülkelerinin yapısal bileşimini de tanımlayarak halkı üç gruba ayırdı: Elitler, entelektüel sınıf ve köylüler. Neticede ise bu bağlılığın sağlanmasının yolunun sözde "demokratik" ideallerle dahi çelişen savurgan Arap dünyası diktatörleri desteklemekten geçtiği anlaşıldı. Belgelerde, seçkin liderliğin, yani diktatörlerin desteklenmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır: "Başlıca amacımız, Batı'ya karşı nispeten iyi niyetli, yetenekli liderlerin ortaya çıkmasını teşvik etmek olmalıdır". Başlıca korku, Batı çıkarlarını, özellikle petrolü tehdit edecek olan "Arap kamuoyunda Batı karşıtı eğilimlerin" potansiyel olarak artmasıydı. Amerikalıların Orta Doğu'da yönetimi İngilizlerden devralmasının nedeni de bu durumdur. (Kaynak : Paul Krugman, The Ambassador of the Arabs: The Locke Mission and the Unmaking of U.S. Development Diplomacy in the Near East)

Bu yeni bakış açısı, 1953'te Dwight Eisenhower'ın İran'da demokratik olarak seçilmiş Başbakan Muhammed Musaddık'ı iktidardan indirip yerine 1979'daki İran Devrimi'ne kadar sadık bir Batı kuklası olan Rıza Şah'ı iktidara getiren gizli operasyon AJAX'ı emretmesiyle oyunlarına başlamış oldu. Gizli operasyon, özellikle petrol çıkarlarının kontrolü açısından ABD'nin bölgedeki rolünün artması anlamına geliyordu. İran'daki darbeden önce, Anglo Persian petrol şirketi yalnızca İngilizler tarafından yönetiliyordu. AJAX Operasyonu sonrasında ise, adını BP olarak değiştiren Anglo Persian şirketine %40 hisse, Royal Dutch Shell'e %14 hisse ve operasyona destek veren bazı Amerikan firmalarına da %40 olmak üzere yeni bir hisse dağılımı yapıldı. Böylece operasyona destek veren herkes ödüllendirilmiş oldu.

Rıza Şah

ABD tarafından 1948'de oylanarak var edilen İsrail Devleti'ne destek vermek, Suriye, Lübnan, Irak başta olmak üzere bölgedeki gizli operasyonlar ve silah satışı ile diğer Orta Doğu ülkelerine stratejik - ekonomik sızma yoluyla diktatörleri desteklemeye yönelik dikkatli bir politika yürütmüştür. ABD'nin Orta Doğu'daki hegemonik güç olarak İngiltere'den çok daha aktif bir rol oynamasının önünü bu gelişmeler açmıştır.

Amerikan imparatorluk deneyimi, İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin bölgede fiziksel bir varlık kurmamaya çok dikkat etmeleri nedeniyle alınan derslerden çokça yararlandı. Amerikan genişlemesi, Orta Doğu'da gizli bir yıkıcılık ve sadık diktatörlere askeri ve mali destekten oluşan tipik bir dış politikayı dikkatlice yürütebilmiştir.

İngilizlere karşı nefret, 1956'da Mısır'a, Cemal Abdünnasır'ın Süveyş Kanalı'nı millileştirmesini engellemeye çalışan İsrail, Fransız ve İngiliz saldırılarından sonra zirveye ulaştı. Bu vakıa sonucunda İngiltere'ye yönelen nefret de kontrolün Amerikalıların eline geçmesinin sebeplerinden biri olmuştur. Amerika, bu saldırılara karşı kurnazca Nasır'ın yanında yer aldı ve Arapların sevgisini böylece kazanmış oldu.

Gerçekte, Amerika Birleşik Devletleri'nin politikaları, bu dönemde esasen kaynaklar üzerindeki kontrollerini kademeli olarak genişleten ve bölgedeki devletlerden büyük karlar elde eden petrol şirketleri tarafından kontrol ediliyordu. Bu devletlerden en önemlisi Suudi Arabistan'dı.

Suudi Arabistan, kendi tarihi boyunca ABD'nin Orta Doğu'daki ilişkilerinin kalesi ve merkez üssü olmuştur. 1952-1963 yılları arasında Zahran Hava Üssü'ne nükleer silahlı bombardıman uçaklarının yerleştirilmesiyle Körfez'deki ilk büyük ABD askeri varlığı burada kurulmuştur. Kral Faysal, 1963'te vaka bazında kullanılmak üzere oradaki Amerikan varlığının kaldırılmasını emretmiştir. "Kral Abdulaziz Hava Üssü" olarak yeniden adlandırılan bu üs, birkaç ay içinde toplamda 7.248 uçağın 88.500 ton bomba attığı ve su arıtma tesislerini, elektrik şebekelerini, okulları, hastaneleri, köprüleri, yolları ve diğer sivil hedefleri yok ettiği ilk Körfez Savaşı sırasında ABD saldırıları için fırlatma rampası olarak hizmet vermiştir.

Amerikan ordusu, 1965 yılında Diego Garcia adlı İngiliz kolonisi bir adayı yeni bir ABD askeri üssü olarak kiralamış ve yayılmacılığını sürdürmüştür. Bu üs, son yıllarda Afganistan ve Irak'a yönelik saldırılar için ana fırlatma rampası olarak kullanıldı. Aynı zamanda CIA burayı esir takası ve gizli esir iadelerinin merkez üssü olarak da kullanmaktadır. Üs, tüm yerli halkın aşırı şiddetli yaptırımlar ve saldırılar yoluyla adadan zorla çıkarılmasının ardından inşa edildi. İngiltere'de yakın zamanda açılan bir dava, adanın eski sakinlerine tazminat ödenmesine karar verdi. Hint körfezinin 1000 deniz mili açığında yer alan ada-üs öncelikle konumunun gizli doğası nedeniyle hala "ABD çıkarlarının" koruyucusu olarak hizmet ediyor.

Ağustos 1971'de Bahreyn İngiltere'den bağımsızlığını elde etti ve ABD, yılda 4 milyon dolarlık bir ödeme karşılığında ülkedeki deniz varlığını sürdürme anlaşması imzaladı. 2 Aralık 1971'de, kalan altı Arap şeyhliği Birleşik Arap Emirlikleri'ni kurdular ve ilk Körfez Savaşı bahanesiyle ABD bu şeyhliklerin her birinde askeri bir varlık oluşturmaya muktedir oldu.

Nixon ve Ford döneminde Orta Doğu'da ABD müdahaleleri oldukça az görüldü. Çünkü Vietnam Savaşı ABD'yi Vietnamlılarla acımasız bir gerilla savaşına sürüklemişti. Bu dönemde Orta Doğu petrolünün sömürülmesi büyük ölçüde Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'da bulunan yedi şirketin elindeydi ve bu şirketler büyük ölçüde Orta Doğu politikasını kendi çıkarlarına uygun bir yönde etkilemekteydiler. Bu şirketler bugün hala dünyanın en büyük ve en güçlü finansal imparatorlukları arasında yer almaktadır.

15 Ağustos 1971'de iflas etmiş bir uluslararası altın kıyaslama sistemi karşısında Nixon yönetimi tüm küresel para düzenini değiştirdi ve Bretton Woods sonrası "itibari para sistemini" kurdu. Bu sırada Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) kuruldu. Başlangıçta OPEC üyesi olan her ülke, petrolü kendi para birimleriyle satmayı planladılar. Ancak Anglo-Amerikan güç yapısı araya girdi ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi ile görüşerek OPEC tarafından dağıtılan tüm ham petrolün dolar-USD cinsinden satılmasını garantiledi. Bu taviz karşılığında ise Suudi Arabistan'daki rejim bizzat ABD tarafından korunacaktı. O zamandan beri Suud Hanedanı petrol üretimini neredeyse tamamen Anglo-Amerikan koruyucularının talebi üzerine organize ediyor. Son 50 yıldır ise petrol rantçısı rejimler aldıkları dolarları hazine tahvilleri aracılığıyla ABD iç ekonomisine veya Federal Rezerv'e (FED – Amerikan Merkez Bankası) yeniden yatırıyor. Bu "petrodolar geri dönüşümü" doları en yüksek değere sahip "itibari para birimi" olarak tutan şeydir çünkü petrol uluslararası piyasada dolar cinsinden alınıp satılmalıdır. Bu durum dünyadaki her ülkenin enerji tedarikinde dolara bağımlı kalmasına neden olmaktadır.

1970'lerin sonlarında, petrol ithalatına olan bağımlılık ve dikkatlice yapılandırılmış uluslararası parasal düzenini koruma ihtiyacının artmasıyla, Carter Yönetimi, Orta Doğu Politikası için Carter Doktrini'ni ilan etti. Doktrinde yer alan madde dikkat çekici: "Körfez bölgesini kontrol altına almaya yönelik herhangi bir dış gücün girişimi, Amerika Birleşik Devletleri'nin hayati çıkarlarına bir saldırı olarak kabul edilecek ve böyle bir saldırı, askeri güç de dahil olmak üzere gerekli her türlü yolla püskürtülecektir."

Ancak İran Devrimi, ABD politikasının temellerinden birini ABD kontrolünden uzaklaştırdı ve ABD, Arap Körfez Devletleri ile olan ilişkilerine daha yakın ve daha bağımlı hale geldi. Carter, ABD çıkarlarına aykırı bir durum ortaya çıkması halinde derhal hava saldırıları sağlayacak olan "Hızlı Dağıtım Gücü" olarak adlandırılacak olan gücü organize etti. 1978'de Genelkurmay Başkanları, Orta Doğu'daki Amerikan çıkarlarını şöyle listelediler:

  • Petrol rezervlerine sürekli erişim sağlamak
  • Farklı güçlerin veya güçler kombinasyonunun bölgede hegemonya kurmasını önlemek
  • İsrail'in bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmesini sağlamak

Genelkurmay Başkanları ayrıca Basra Körfezi boyunca üslerin genişletilmesini de önerdi. Ancak oradaki doğrudan Amerikan askeri varlığı çok küçük kaldı. 1980'lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında Harold Lee Wise tarafından kaleme alınan "Tehlike Bölgesinin İçinde: Basra Körfezi'ndeki ABD Ordusu" adlı kitapta, 1987'de Irak'ın USS Stark'a saldırmasının, ABD'nin tarafından bahane edilerek bölgedeki varlığını önemli ölçüde artırmasına olanak tanıdığı belirtiliyor. Böylece 1991'e geldiğimizde çoğunluğu Suudi Arabistan'da bulunan 600.000 Amerikan askeriyle Arap Yarımadası'nın işgali iyiden iyiye pekişmiş oldu.

İki Irak Savaşı arasındaki dönemde, petro-dolar planının resmi iç işleyişi çözülmeye başladı. Bununla birlikte Afgan-Arap direnişinin Rus saldırganlığına karşı organize edilmiş bir saman alevi olmak şöyle dursun, bu direnişin ABD çıkarlarına ve destekledikleri rejimlere doğrudan tehdit oluşturan bir İslami bilinci yeniden canlandırdığı ortaya çıktı.

Körfez'in ileri görüşlü bir yöneticisinin 1980'lerin başında söylediği gibi "Bir cihatçı Müslümanla uğraşmaktansa 10 Komünistle uğraşmayı tercih ederim."

Clinton dönemine gelecek olursak, bu dönem Irak'a uygulanan yaptırımların devamını güçlü bir şekilde destekleyen bir dönem olarak geldi geçti. İran'ı küresel toplumdan izole etmeyi amaçlayan yaptırımlar uygulanmasını sağlayan İsrail yanlısı bir ikili kuşatma politikasıyla daha da öne çıktı. 1996'dan 2002'ye kadar Tebuk'teki Prens Sultan bin Abdulaziz Hava Üssü'nde ABD inşaatları ve gelişimi devam etti. Kalıcı konut birimlerine benzeyen kışlalar inşa edildi. 2001'de Suudi rejimi, üssün Afganistan'daki hedeflere yönelik hava operasyonlarını koordine etmek için kullanılmasına izin verdi. ABD, bölgedeki denetimini güvence altına almak için, Suudi Arabistan'dan kovulması ihtimaline karşı da alternatif olarak Katar'da Udeyd Hava Üssü'nü inşa etti.

2003'teki Irak işgali, Bush yönetimi ve neo-muhafazakar yaklaşımlı bürokratların söyledikleri yalanlarla tüm dünyada legal bir işgal olarak kabul gördü. Orta Doğu'nun demokratikleştirileceği duyurusu işgal boyunca tüm insanların kulaklarında yankılandı. Bugün sayıları milyonları bulan ölü Iraklı, Filistinli, Suriyeli ve Afgan ile karşı karşıyayız. Bunun yanı sıra, Suudi Arabistan, Bahreyn, BAE, Mısır, Suriye, Irak veya ABD'nin desteklediği diğer feodal monarşiler, diktatörlükler ve ne olduğu belli olmayan rejimlerde en ufak bir reform belirtisi görülememektedir. ABD birliklerinin işgalin ilk gününde Irak petrol sahalarını güvence altına almış olması, Orta Doğu petrol kaynakları üzerindeki kontrolün, devletin devam eden emperyalist işgalinin başlıca hedefi olduğunu bizlere ispatlıyor. Amerika yıllar önce Irak'tan askeri olarak çekildiğini llan ettiği halde, 50.000 askerle konuşlu, milyarlarca dolarlık masraf ile inşa edilen dünyanın en büyük büyükelçiliği, Bağdat'ın kalbinde varlığını sürdürmektedir. Ayrıca 6 tane de kalıcı askeri üs içerisinde yerleşik bir durumda misyon faaliyetlerini sürdüren ABD ordusu, Irak'tan çekilmek gibi bir niyetinin olmadığını bu verilerle bizlere ispatmış olmaktadır.

Aslında, ABD'nin planı her zaman tüm bölgeyi kontrol etmek için kalıcı bir askeri varlık kurmaktı ve gerçek şu ki şu an elinde bulunan mukim askeri güç, kendilerinin tahmin ve talep ettiklerinin çok daha ötesinde. Buna rağmen Orta Doğunun kısmi bölgelerinde bu askeri üslere karşı zaman zaman bir ayaklanma olduğunu da müşahede edebiliyoruz. Zira Suudi topraklarındaki bazı ABD birlikleri, 1996'da Suudi vatandaşlarının Hobar Kuleleri'ndeki şiddetli tepkileri karşısında tahliye edilmişlerdir. Böylece özellikle bu mıntıkalarda ABD askeri varlığının açık bir şekilde gizlenmesi zorunlu hale geldi.

Suudi yönetiminin bazı söylemleri ülkede hiçbir ABD kuvveti olmadığını ima edebilir. Ancak ABD'nin herhangi bir askeri üssünü veya ülkedeki Amerikan varlığına dair herhangi bir işareti fotoğraflamak kanunlara aykırıdır. ABD'li askeri birlikler genellikle Suudi Ordusunu eğitiyor. Üslerdeki ABD askeri yetkilileri ise Suudi Ulusal Muhafızlarını eğittikleri merkezi Virgina'da bulunan The Vinnell Corporation tarafından istihdam ediliyor.

Bugün Amerika Birleşik Devletleri, Orta Doğu'da artan bir varlıkla birlikte dünya genelinde binlerce irili ufaklı askeri üssü kontrol ediyor. Yazımız boyunca anlatmış olduğumuz tarihi bilgileri ve arkasındaki niyetleri bilmek, Amerikalıların coğrafyamızdan kovulmalarının zorunluluğunu açıkça anlamanızı sağladı umarım.

Müslüman topraklarını özgürleştirme mücadelesi, baş saldırganın topraklarımızdan atılması ile mümkündür. Şu anda askeri olarak gerilen ve içeride ekonomik çalkantılarla karşı karşıya olan ABD, bölgedeki saldırgan olarak algılanan rolünü şimdi değiştirmelidir ve bölgemizi terk edip kendi topraklarına çekilmeli ve iç işleriyle uğraşmalıdır.

Sovyet tehdidi, dünyayı iki kampa bölen Soğuk Savaş politikalarını dizayn eden bir unsurdu. Sovyetler Birliği'nin Müslüman direnişçiler eliyle yıkılması, iki kutuplu dünyanın sonunu işaret etti ve Amerikalıların 'Tarihin Sonu' olarak adlandırdıkları bir çağı başlattı. Afganistan'daki mücadelenin yeniden canlanması ve ardından İslam'ın Afrika kıtası başta olmak üzere Şam ve diğer bölgelerde yeniden canlanması, durumun böyle olmadığını kanıtladı. Afganistan'da yaşanan fetih ise, ABD'nin denizaşırı ülkelere gönderdiği demokratik sistemin iyi niyetli bir yardım olmaktan uzak emperyalist bir ihracat ürünü olduğu konusunda farkındalığın başlamasına sebebiyet verdi.

Şimdilerde ABD yönetimi, Sünni Müslüman direnişin önünü kesebilmek için Şiileri yönlendirmekle meşgul. Afganistan'dan çekilip Suriye'ye çöken birliklerini de genişletmeye devam etmek zorunda. Tabi bir de gelişen nükleer yönelimli İran ile başa çıkmak zorunda.

Suudi Arabistan örneği çok şey anlatıyor. İktidardaki aile, direnişçilerin ideolojisinin sonunda toplumlarına sızacağından uzun zamandır korkuyor. Ayrıca, Kral Abdullah zamanından beri devam eden finansal gelişmelerin uluslararası faiz tabanlı sisteme tam olarak girme çabalarının "terörizm" tarafından sabote edileceğinden endişe ediyorlar. Suudi Arabistan'da ulemadan bir çoğunun hala hapiste oluşu, görevden almaların devam edişi ve idamların gizliden de olsa uygulanıyor oluşu, rejimin direnişçi ideolojilerden hala çekindiğini ispatlıyor. Selman'ın uluslararası inanç temelli konferanslar düzenleme çabası, uluslararası toplumun desteğine muhtaç olduklarını ve bu desteğin kesilmesinden çekindiklerini de bizlere gösteriyor. Somali'de Batı tarafından empoze edilen bir kuklayı desteklemeye çalışmaları ve Gazze ile ilgili eylemsizlikleri, artan bir kaygı dönemine girdiklerini gösteriyor.

Suudi Arabistan uzun bir süredir kendi bünyesindeki direnişçileri hareketleri bastırdıklarını, muhaliflerle başa çıktıklarını ve bu manada artık ülke içinde böyle bir tehdidin var olmadığı yalanını pazarlayıp duruyor.

11 Eylül 2001 saldırıları tarihin seyrinde bir dönüm noktası oldu ve ABD'yi yıkımın başlangıcına doğru ittikçe itti. Bugün, uluslararası ekonomik kriz, askeri aşırılık ve dünya çapında değişen kamuoyu hissiyatı, emir değişikliği ve ABD'nin emrindeki güç ve kontrol araçları her geçen gün zayıflıyor. Şimdi batıl rejimlerin çaresizliğine dair işaretler iyice zahir oldu, ancak aynı zamanda ideal bir İslam ülkesinin nasıl görünebileceğine dair tutarlı bir vizyon formüle etmeli ve kalpler ve zihinler için mücadelemizi geliştirmeli ve ilerletmeliyiz.


Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Yorum Yap
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.