Fransız sosyolog ve felsefeci olan Pierre Bourdieu, yaşadığı dönemde özellikle sosyoloji literatürüne ciddi bir epistemolojik miras bırakmış ve günümüz sosyal kuramcılarının önde gelenlerinden biri olmuştur. Kullandığı kavramları tanıtmak amacıyla Cihad Özsöz'ün yazdığı giriş niteliğindeki bu makaleyi siz değerli Mepanews okuyucularımıza sunuyoruz.
PIERRE BOURDIEU’NÜN TEMEL KAVRAMLARINA GİRİŞ
Cihad Özsöz*
* Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi
“Eğer sosyolog her zaman biraz rahatsızlık veriyorsa, bunun nedeni, bilinçsiz kalınması yeğlenen şeylerin bilincine varmaya zorlamasıdır."
Pierre Bourdieu
Metodolojisi
Genel olarak var olan kabullere yönelik eleştiriler içeren Bourdieu metodolojisi, öz olarak, kendi saha çalışmaları sırasında şekillenmiştir (kendi ifadesiyle, metot ona kavramları dayatmıştır). “Ampirik araştırmadan yoksun teori boştur, teoriden yoksun ampirik araştırma kördür" sözünden hareketle çalışmalarını şekillendiren Bourdie’nün eleştirileri yapı-eylem, makro-mikro ve metodolojizmteorisizm ayrımlarına yöneliktir. Metodolojizm, yöntem üzerine düşünümün, bilimsel çalışmada etkin kullanımından ayrılması ve yöntemi yöntem için geliştirmek şeklinde tanımlanabilir (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 33). Yöntembilimin bu şekilde nesneden kopartılıp kuramsal inşanın temeline yerleştirilmesi, teknik bir indirgemecilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Yöntembilimi başat bir konuma yerleştiren böylesi bir fetişizm, önceden inşa edilmiş nesneleri bilim kisvesine büründürmeye mahkumdur ve bilimsel bir miyopluğa düşme tehlikesini beraberinde getirir (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 33).
Bourdieu kuram ve metodolojinin iç içe bir süreç olduğunu sıklıkla vurgular. Ona göre kuram, pratiği olduğu gibi yönlendiren bir süreç değildir. Bourdieu, ampirik çalışmanın bütün pratik dayatmalarıyla ve gerçeklikleriyle bağını koparmış böylesi bir “gösterişçi kuram”la uğraşmaz. Onun kavramlarla ilişkisi pragmatik bir ilişkidir: onlara sorunları çözmeye yardım eden bir “alet kutusu” (Wittgenstein) muamelesi yapar (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 35). Bourdieu kuramı ve pratiği önermeler ve ampirik örneklerle şekillendirdiği için sınırsız bir kavram evrenine de sebep olmaz. Bu anlamda her konuyu kendi bağlamında araştırmak, (pratiğin ve kavramların da bu bağlamda şekillenmesi) Bourdieu’nün araştırma ve makalelerinin tutarlılığının kanıtı niteliğindedir.
Burada bahsettiğimiz, teori ve pratik arasındaki dönüşlü metot, Bourdieu’nün yaklaşımının “reflexivity” özelliğine denk düşer. “Reflexivity” kavramı Bourdieu’da, hem düşünümsellik, hem de dönüşümsellik anlamlarına denk düşer (Wallace ve Wolf, 2004: 135). Bu düşünümsellik/dönüşümsellik yapıbozum ile evrensellik, akıl ile görelilik arasında uzlaşma sağlayacak tarihselci bir akılcılık kurmaya ve bilimsel doğruya bu yolla ulaşmaya olanak tanır. Bourdieu, bir yandan, Habermas gibi bilimsel doğruluğun olasılığına ve gerekliliğine inanır. Ama Frankfurt Okulu’nun kuramcısına karşı, aklı, bilincin ve dilin tarih ötesi yapıları üzerine kurma tasarısının, felsefenin ve tarihsel bilimlerin kurtulması gereken aşkıncı bir yanılsamanın bir parçası olduğunu savunur. Bu bağlamda Derrida ve Foucault’nun yapıbozumcu tavrına yakınlaşan Bourdieu, bu süreçte bilimin iktidar alanına girmemesi gerektiğini savunur. Son derece siyasi bir eylem olan bilim, kendi siyasetini (bilgisini) toplumun siyasetiyle karıştırdığı takdirde (iktidar) bilimsel alanın tarihsel olarak kurulmuş özerkliğini değersiz kılmış olur. Bourdieu bu noktada post-yapısalcılıktan ayrılır: “Yapıbozum, kendi kendisini yapıbozuma uğratsaydı kendi tarihsel olasılık koşullarını keşfederdi ve kendisinin de entelektüel evrenin toplumsal yapısında kök salmış akılcı diyalog ve doğruluk ölçütleri varsaydığını kabul etmek zorunda kalırdı” der (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 41).
Düşünümsellik*, bireysel olandaki toplumsalı, mahremin altında gizlenen gayri şahsiyi, özelin en derinine gömülmüş evrenseli keşfettirerek bizi böylesi yanılsamalardan kurtaran şeydir. Bu anlamda, önemli olduğu halde düşünümselliğin kullanılmamasının temel sebebi toplumsaldır, yani entelektüelin kendisini sorgulamaktan kaçınmasından kaynaklanır (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 40).
Bu nokta Bourdieu’nün nesneyi araştıran özne için biçtiği rolün farklı bir tanımı gibidir. Bourdieu nesneyi ele alan ya da incelediği şeyi nesneleştiren öznenin, kendisini ne derece nesneleştirdiği sorusu üzerinde ısrarla durur. Burada temel olarak etnografları ele alan Bourdieu için; (Barnard’ın sözleriyle) “gözlemcinin konumunu, inşa edilen nesneyle aynı eleştirel çözümlemeye tabi tutmak daha önemlidir” (Akt: Bourdieu ve Wacquant, 2003: 29).
Araştırmacının yanlılık problemi tam da burada doğan ayrı bir problemdir. Kişisel, akademik ve entelektüalist yanlılık olarak ayrılan bu üç yanlılık, sırasıyla kişisel kökene(sınıf, cinsiyet vb.), entelektüel ya da iktidar alanının sunduğu konuma ve son olarak da dünyayı pratik çözümler gerektiren somut bir sorunlar bütünü gibi algılamaktan çok, gösteri gibi algılamaya iten yanlılıklardır (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 37). Bourdieu bu konuyla ilgili olarak; “Bazı sosyoloji çalışmalarını okurken beni üzen şey, toplumsal dünyayı nesneleştirmeyi meslek edinenlerin, kendi kendilerini nesneleştirme yeteneğini çok ender olarak göstermeleri ve görünürde bilimsel olan söylemlerinin nesneden çok, nesneyle ilişkilerini anlattığını bilmemeleridir” demektedir (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 53). Kısaca; sosyolojik söylemin en önemli zorluklarından birisi, nesneleştirme aşamasında bireyin değer yargılarından ve üzerine konuştuğu şeye değer yükleme huyundan arınabilmesidir. Bir sosyolog, örneğin din veya devletle ilgili bir söylem geliştireceği zaman ona değer yüklememeye özen göstermelidir. Yani; onun “ne değerde” olduğunu değil, “ne” olduğunu belirtmeye çalışmalıdır.
---
* “Reflexivity” kavramı iki anlama gelse de Türkçe kaynaklarda sürekli olarak düşünümsellik olarak zikredilmektedir
Kendi metodolojisinin sınırlarını bu şekilde çizen Bourdieu, eleştirdiği ya da kendisini eleştiren düşünürlerden ayrıldığı noktayı da bu sınırlar dahilinde sunar; tarihsellik olmadan sosyoloji, sosyolojik bakış olmadan tarih yapılamayacağını ileri süren Bourdieu, kendisinin çağdaş toplumların özgül niteliklerinin tarihsel bir çözümlemesi üzerine kurulu genel bir antropoloji kurma girişimi gördüğü yerde, diğer düşünürlerin sadece -özellikle eğitim sistemi ve kültür üzerine- siyasal savlar gördüğünü söyler (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 156).
Bourdieu genelde sosyal bilimlerin, özelde ise sosyolojinin (etik davranması gerektiğine inanır, ama) ilerlemiş toplumlara bir ahlak felsefesi sağlayabileceğine inanmaz. Sosyolojinin, ahlaki eylemin pratikte nasıl harekete geçirilebileceğini söylemesi gerektiğini, ne yönde olması gerektiğini söyleyemeyeceğini ileri sürer (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 43).
Bourdieu’nün sosyolojiye (ya da sosyal bilimlere) biçtiği bu düşünümsel rol, basitçe felsefeyi estetize etme çabası değil, eyleme geçişi mümkün kılma çabasıdır. Sık sık yanlış yorumlara maruz kalan ifadelerinden yola çıkarak, sosyal bilimleri felsefenin yerine göz dikmiş bir disiplin olarak görenlere de şöyle seslenmektedir; “Eğer sosyal bilimler felsefe için bir tehdit oluşturuyorsa, bu, sanıldığı gibi o zamana dek felsefenin tekeline aldığı alanlara el koyduğu için değildir. Daha çok, (sessizce ya da açıkça) profesyonel felsefecinin makamında ve duruşunda söze dökülmeden kayıtlı olan şeyin tam karşıtı (tarihselci, yine de akılcı) bir felsefeye kalkıştıkları içindir” (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 154).
Bourdieu, çok yakın göründüğü etnometodoloji ve Garfinkel’le ayrı düştüğü noktayı ise şu şekilde tanımlar; etnometodoloji, pozitivizmin mutlak kabullerini reddedip, istatistiğin karşısına video kaydını koyarak nesnelliğin sınırlarını genişlettiğine inanır, ancak hala kesmeden kaydettiği kaydın çizdiği sınırlar dahilinde değerlendirme yapmakta, bu anlamda kendisi dışındaki bazı gerçeklerin ön-inşasını yine kabullenmiş olmaktadır (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 58). İleride ayrıntılı olarak göreceğimiz sermaye ve alan ilişkileri her kayıtta, ilk elde açık açık görünmeyebilir. Bu anlamda etnometodoloji tarihsellikten küçük bir kopuş sergileyip, o anki ilişkilere odaklanır. Oysa tarihsellik Bourdieu için önemli bir ayrıntıdır, bir ilişkiler ağındaki anlamlar, ancak o ilişkinin tarihsel süreç içerisinde kazandığı şekiller bilinirse, konuyla ilgili her türlü bilgiye sahip olunursa doğru anlaşılabilir.
Tümüyle sıra dışı olan bu düşünce biçimi, klasik nesnelliğin mutlakçı savlarının bırakılması sonucunu doğurur ama bu, klasik nesnelliği göreceliğe terk etmez: Gerçekten de, bilimsel öznenin ve nesnesinin olasılık koşulları bir bütündür ve bilimsel öznelerin toplumsal üretim koşullarına ilişkin bilgide sağlanan her ilerleme, bilimsel nesnenin daha çok tanınmasını sağlar ve bunun tersi de geçerlidir. Araştırmanın, konu olarak kendine bilimsel alanı, daha açık bir anlatımla bilimsel bilginin gerçek öznesini seçtiği durumlarda buna yeterince tanık olunur (Bourdieu, 1999: 319).
Bourdieu’nün Alan-Sermaye Sistemi
Bourdieu, sınıflar arası ilişkileri, Marx’ta olduğu gibi salt ekonomik veya salt ideolojik olarak ele almaz. Dönüşen politika anlayışını ve politikadan kaynaklanan güç ilişkilerini ele aldığı bu durum, fikirlerindeki Weber etkisini göstermektedir (ki bu etkiyi dolaylı olsa da kendisi de kabul eder). Bourdieu sınıflar arasındaki çatışmayı açıklayabilmek için çatışma alanları belirler. Bu alanlar mevkiler arası ilişkilerden oluşur ve güce göre şekillenirler. Bu gücün dağılımı da sermayelerin dağılımına göre değişir. Sermayeler ekonomik, toplumsal, kültürel ve simgesel olmak üzere 3(+1) farklı başlıkta ele alınırlar. Öz olarak ekonomik sermaye, ekonomik kaynaklar anlamına gelir. Toplumsal sermaye, toplum içerisindeki ilişkiler bütününü yansıtır. Kültürel sermaye ise eğitim yoluyla öğrenilmiş tüm kabulleri, davranış kalıplarını, kısacası toplumun özünü içerir. Simgesel sermaye; her sermayenin içerisinde görülebilecek, sahip olunan simgesel değerler bütünüdür. Diğer sermaye tiplerinin herhangi birinin, algı kategorileriyle kavrandığında büründüğü biçimdir. Bir toplumda ekonomik çıkarlar (illusio) önemli konuma gelmişken, bir diğer toplumda kültürel çıkarlar başat önem kazanabilir. Bu durum simgesel sermayenin, şiddete dönüşmesi noktasında da farklılıklar doğurur; yani simgesel şiddetin boyutunu da belirler. Tüm bu dinamikler aracılığıyla şekillenen sistemin yeniden üretimini sağlayan dinamik ise habitustur. Tüm bu kavramları Bourdieu’nün kendi tanımlarıyla ele alalım.
Alan ve Habitus
Bourdieu, alan kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için oyun metaforunu kullanır. Bir oyunda; oyuncular, onların yatırımları, çıkar amaçları, stratejileri, açıkça ifade edilmeyen kurallar (doxa), herkesin sahip olduğu kartlar vardır. Oyuncular, toplumdaki eyleyiciler, yani genel anlamda toplumdur. Yatırımları, oyun sonundaki beklentilerini (illusio, yani çıkarlarını) sağlamaya yönelik olarak riske attıkları sermaye parçalarıdır. Asıl sermaye ise, her oyuncunun ellerinde bulundurdukları kartlarıdır. Alan bu oyunun oynandığı yerdir ve kişilerin sermayesine göre alandaki güç ağırlığı, kazanma/kaybetme şansı farklılık gösterir. Oyun sırasında oyuncuların geliştirdikleri stratejiler ise habitus kavramına denk düşer. Bu stratejiler, başarıya götüren belli formüller değil, süreç içerisinde şekillenen yatkınlıklardır.*
Daha öz olarak bir alan, bazı iktidar (ya da sermaye) biçimlerine gömülü konumlar arasındaki tarihsel nesnel bağıntılar bütününden ibarettir. Bir alan tıpkı manyetik bir alan gibi, nesnel kuvvetlerin yapılanmış bir sistemidir; buraya dahil olan bütün eyleyici ve nesnelere dayatabildiği özgül bir ağırlık merkeziyle donanmış, bağıntısal bir konfigürasyondur. Bir alan aynı zamanda bir çatışma ve rekabet mekanıdır, bu bir savaş alanı analojisidir, bu savaşa katılanlar, bu alanda etkili olan özgül sermaye türü -sanatsal alanda kültürel yetke, bilimsel alanda bilimsel yetke, dinsel alanda papazların yetkesi vs.- üzerinde tekel kurma ve iktidar alanında farklı yetke biçimleri arasındaki “dönüşüm oranlarına” ve hiyerarşiye karar verme gücünü elde etme amacıyla birbirleriyle rekabet etmektedirler (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 25-26). Sosyal alanlar içinde yaratılan etkiler, ne rastgele eylemlerin aritmetik toplamı ne de ortak bir planın bütünleşmiş sonucudur. Sosyal bir aralıkta meydana gelen (yukarıda da bahsettiğimiz) rekabet tarafından üretilirler. Bu aralık, rekabetin genel eğilimlerini etkiler. Bu eğilimler, temel hukukunu oluşturdukları oyunun yapısının içine yazılmış olan varsayımlara (iki alan arasındaki ilişkilere) bağlıdır (Bourdieu, 2005: 61).
---
* Alan-oyun benzetmesinin daha ayrıntılı bir çözümlemesi için; Bourdieu ve Wacquant, 2003: 82-83.
Bourdieu bir alanın oluşumunu üç evrede ele alır. Bu üç evre sırasıyla; özerkliğin kazanılması, ikici yapının ortaya çıkması ve simgesel sermayenin oluşumudur. Sanatın Kuralları (1999) yapıtında, yazınsal alanın oluşumu örneğinden yola çıkarak, alanın oluşumunu sağlayan evreleri ayrıntılı olarak açıklar. Özerkliğin kazanılması, bir anlamda içinde bulunulan alana direniş göstermektir. Bu direniş sayesinde iki cephesi bulunan bir çatışma doğar ve kendi alanına sahip olan (örneğin yazınsal) alan, kendi sermayesini oluşturarak, oluşumunu tamamlar. Bu süreç, habitusun oluşması ve bu sayede alanın kendisini sürekli yeniden üretmesiyle devam eder.
Bu noktada habitus kavramına açıklık getirmeye çalışalım. Habitus, ne tam anlamıyla bireyseldir, ne de davranışları tek başına belirler; eyleyicilerin içinde işleyen yapılandırıcı bir mekanizmadır, çok çeşitli durumlarla başa çıkmayı sağlayan bir strateji üretme ilkesidir (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 27). Başka bir deyişle habitus; toplumsal eyleyicilerin, tam anlamıyla akılcı olmadan, yani davranışlarını sahip oldukları araçların verimliliğini azamiye çıkartacak şekilde düzenlemeden ya da daha basiti, hesap yapmadan, hedeflerini açıkça ortaya koymadan ve bunlara ulaşmak için sahip oldukları araçları açıkça birleştirmeden, kısacası planlar, tasarılar yapmadan, makul olduklarını, deli olmadıklarını, çılgınlıklar yapmadıklarını açıklamak için varsaymak gereken şeydir. Bu anlamda habitus bir eyleyici için kader değil, karşılaşılan yeni deneyimlerle sürekli gelişen/değişen bir yatkınlıklar bütünüdür (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 121 ve 125).
Habitus kavramının işlevlerinden biri de özel bir eyleyicinin ya da bir eyleyiciler sınıfının pratikleriyle mallarını/varlıklarını birleştiren üslup birliğini aktarabilmektir. Habitus, bir konumun içkin ve bağıntısal özelliklerini birlikçi (üniter) bir yaşam stilinde, yani insanların, malların/varlıkların, pratiklerin tercihindeki birlikçi bir bütünde dile getiren can verici ve birleştirici kökendir (Bourdieu, 1995a; 23).
Tüm bu söylediklerimiz ışığında alan ve habitus arasındaki bağıntıyı daha net görebiliriz. Alan, varlığını sürdürmek için habitusu şekillendirir. Çünkü bir alan, yeniden üretimini sağlayacak eyleyicilere ihtiyaç duyar ve bu eyleyiciler habitusun varlığı sayesinde etkin olurlar. Bu anlamda, habitus yeniden üretimi sağlayarak alanın varolmasında etken rol oynar. Bu durum habitus ve alanın birbirine ne kadar bağlı olduğunu bize kanıtlar.
Sermaye ve Simgesel Şiddet
Bourdieu, alan içerisindeki hakimiyet çabası sırasında elde edilmeye çalışılan sermaye tipleri belirler. Bunlar ekonomik, toplumsal ve kültürel sermayelerdir. Düşünür daha çok kültürel sermaye üzerinden açıklama yoluna gider. Ekonomik sermaye, salt ekonomik kaynakların elde bulundurulması anlamına gelir. Toplumsal sermaye ise bir eyleyicinin içinde bulunduğu alanda sahip olduğu ilişki ağına gönderme yapar. Bourdieu’nün çalışmalarında çok temel bir yeri olan kültürel sermaye, bir alanda gücü elinde bulunduranların (bugünkü anlamıyla devletin) eğitim yoluyla ailelere ve dolayısıyla bireylere aşıladığı yapıdır. Bu anlamda Bourdieu okulları çok başat bir konuma yerleştirir. Eğitim sistemi çoğunlukla seçkinlerin başarılı olduğu bir düzen dayatır, seçkin olmayan aileler ise bu eğitim sisteminde başarının şart olduğuna inanmış olarak (yani habitus edinmiş olarak) süreçte yer alır ve sistemin yeniden üretimini sağlarlar. Ailelerin çocuklarına miras bıraktığı, (habitusu şekillendiren) bu kabuller o toplumun kültürel sermayesi haline gelmiştir.
Bourdieu okul kurumunun işlevini daha iyi anlatabilmek için fizikçi Maxwell’in cin varsayımını kullanır. Maxwell ikinci termodinamik yasasının askıya alınabilmesi için cin imgesini ortaya atar. O, az ya da çok sıcak, yani az ya da çok hareketli tanecikler arasında bir cin olduğunu hayal eder. Bu cin tanecikleri ayırır, en hızlılarını ısısı artan bir kaba, en yavaşlarını da ısısı azalan bir kaba atar. Bunu yaparken de, başka türlü yapıldığında ortadan kalkacak olan farklılığı, düzeni korumuş olur. Okul sistemi de Maxwell’in cini gibi, miras yoluyla kültürel sermayeye sahip olanları (seçkinleri), bu sermayeden yoksun olanlardan ayırır. Yetenek farklılıkları ise, miras alınan kültürel sermayeye göre oluşan toplumsal farklılıklardan ayrılamayacağından, böylece eskiden var olan toplumsal farklılıkları ayakta tutar (Bourdieu, 1995a: 40-41).
Tam bu noktada simgesel sermaye kavramı devreye girer. Devlet (bu örnek üzerinden devam edecek olursak) yeniden üretimini sağlamak için, fiziksel şiddet içermeyen bir baskı unsuru kullanır. Simgesel şiddet, bir toplumsal eyleyici üzerinde kendi suç ortaklığıyla uygulanan şiddet biçimidir (buradaki suç ortaklığı habitus kavramını açıklar) (Bourdieu ve Wacquant, 2003: 166). Simgesel şiddetin bir diğer özelliği de egemenlik ve boyun eğme ilişkilerinin sevgi ilişkilerine, iktidarın karizmaya ya da duygusal bir hoşnutluk yaratabilecek bir cazibeye dönüşmesidir. Borcun kabulü minnete, bu cömertçe edimi gerçekleştirene karşı kalıcı bir duyguya (habitusa) dönüşür (Bourdieu, 1995a: 187). Bu kabul ettirme sürecinde devletin elinde bulundurduğu baskı araçları simgesel sermayedir ve kültürel sermaye üzerinden işlemektedir. Farklı bir alanda, (örneğin din alanında) simgesel sermayenin içeriği farklı bir boyut kazanacak, ancak simgesel şiddeti sağlaması bağlamında yine aynı işlevi görecektir. Daha keskin bir ifadeyle, simgesel sermaye içindeki karşıtlıklar ya da bölünmeler aracılığıyla algılandığında, her türden sermayenin aldığı biçimdir (Bourdieu, 1995a: 116-117). Çünkü sürekli olarak karşıtlıklar dayatarak simgesel şiddeti teşvik eder.*
Günümüzde simgesel şiddetin en önemli dinamiklerinden birisi de televizyondur. Bourdieu için de çok önemli bir konu olan televizyon, seçkinlerin, yönetenlerin veya hakim sınıfın kendi lehlerinde kamuoyu oluşturmaları açısından önemli bir şiddet aracıdır. Bourdieu bu şekilde oluşmuş olan kamuoyunun ne derece var olduğunu da ayrıca tartışır.
Televizyon ve Kamuoyu Üzerine
Televizyon kanallarının kimlerin elinde olduğu ve kanalları elinde bulunduran kişilerin iktidarla olan ilişkileri Bourdieu’nün üzerinde önemle durduğu konulardandır. Simgesel şiddet uygulamak için kullanılan televizyon kanallarına konuk olun (sözde) aydınları ve kendi deyimiyle fast-thinker’ları, ne yaptıklarını sorgulamaları konusunda uyarır. Çünkü Bourdieu, (Eleştirel Okul’un kullandığı anlamda) kültür endüstrisinden kurtulmanın yolunun kendisini her türlü bağlılıktan kurtarmış bir sosyolojiyle mümkün olacağını söyler. Kendisi de bu konudaki görüşlerini profesörlük yaptığı üniversitenin kanalında, kendi belirlediği bir formatta sunar (Daha sonra “Televizyon Üzerine” adıyla basılacak olan ve televizyondan yayınlanan dersler kapsamında). Burada göstermeye çalıştığı şey, kendisinin insiyatif koyabildiği bir kanalda, istediğini söyleyebildiği, ancak belli başlı zenginlerin elinde bulunan kanallara (şayet durumun farkında olmadan) çıkılmışsa, insiyatifin kaybolacağı ve orada bulunan düşünürün fastthinker konumuna düşeceğidir. Fast-thinker’lar, Bourdieu’nün tanımlamasıyla, istenilen konuda istenilen şeyleri akademik bir üslupla söyleyen ve medya tarafından sıklıkla tercih edilen popüler (sözde) akademisyenlerdir. Bu yolla simgesel şiddetin yeniden üretildiğini ve bu şiddet biçiminin ona maruz kalanların ve aynı zamanda da, çoğu kez onu uygulayanların sessiz suç ortaklığıyla ve her iki tarafın da onu uyguladıkları ya da ona maruz kaldıklarının bilincinde olmadıkları ölçüde uygulanan bir şiddet biçimi olduğunu söyler (Bourdieu, 1997: 21-22).
Televizyon Üzerine eserinde Bourdieu, günümüz televizyon ve gazete haberciliğinin, birbirinden farklı davranabilme, ya da aynı haberi en önce verebilme hırsının, zamanla bütün habercileri aynı hale getirdiğini anlatır. Haber bültenlerinde, aslında konuşulması gerekenin değil de, yukarıdan gösterilmesi istenenin gösterildiği ve geçiştirme haberlerle gündemin sürekli bulanıklaştırıldığı konularına değiniyor. Bourdieu bu haberlere konu ya da önayak olan aydınları düzene bağlılar olarak tanımlar. Bu düzene bağlılar çoğunlukla eski modele göre eleştirenler (ya da yalnızca solcular) olarak yaşamayı sürdürürler (Bourdieu, 2006: 68).
Bourdieu tüm bu tekdüzelikten kurtulmak için aydınların kurtarıcı olabileceğini, ancak pazarın güçleriyle suç ortaklığı ve işbirliğinden kaçabildikleri takdirde bunu başarabileceklerini söyler. Kendisinin de bu konuda bir direniş oluşturmaya çalıştığını söyler (2006: 68-69).
Kamuoyuyla ilgili olarak da Bourdieu’nün görüşü hayli serttir. Kamuoyu yoktur makalesinde dile getirdiği şey temel olarak kamuoyu yoklamalarının katı bir çözümlemeye tabi tutulması gerektiğidir. Kamuoyu yoklamaları ‘cevap yok’ yanıtını verenleri yok sayan, sonuçları sadece soruya cevap veren katılımcılar üzerinden değerlendirilen, cevap şıklarında keyfi düzenlemeler yapılan ve katılımcıları beklemedikleri ve belki de istemedikleri soruları cevaplamaya zorlayan (bu anlamda ahlaki olarak sorgulanması gereken) bir yapıya sahiptir (Bourdieu, 1995b: 177-181).
Ayrıca Bourdieu, kendi araştırmalarından elde ettiği verilerle, kamuoyu yoklamalarına “cevap yok” cevabını veren kesimin, genel seçimlerde sandık başına gitme konusunda en yüksek yüzdeye sahip olan kesim olduğunun altını çizer (1995a: 18). Bourdieu; bireylerin farklı eğitim, gelir vb. özelliklere sahip oldukları halde, anketlerde veya sandık başında aynı söz hakkına sahip olmalarının, sonuçlara nasıl etki edeceğinin önemli bir sorun olduğu ve bu haliyle kabul edilmiş bir kamuoyunun var olmadığını iddia etmektedir; “Ben sadece, kamuoyu yoklamaları yapanlar ya da bu yoklamaların sonuçlarını kullananlar tarafından üstü kapalı bir biçimde benimsenen kabul çerçevesindeki kamuoyu, bu kamuoyu yoktur, diyorum” (1995b: 188).
Sonuç
Pierre Bourdieu, ortaya attığı kavramlarla sosyal bilimlerin her alanında kullanılabilecek bir çerçeve çizmiştir. Kendisinin de ifade ettiği gibi bu kavramların hepsi, yaptığı saha araştırmaları sırasında, araştırma kendisine dayattığı için doğmuş kavramlardır. Ampirik araştırmadan yoksun teorinin boş, teoriden yoksun ampirik araştırmanın kör olduğunu söyleyen Bourdieu’nün genelde sosyal bilim, özelde sosyoloji anlayışı dönüşümsel ve düşünümsel (reflexive) olarak, metot-teori arasında bir süreci önerir. Bu anlayışla ortaya koyduğu alan, sermaye, simgesel şiddet, habitus ve illusio gibi kavramlar, kendisinden önce bir çok kuramın eksik kaldığı yerleri tamamlamaktadır. Kendisinin bu tamamlama fikrine ikna olmasının sebebi de, bu kavramların pratikte karşısına çıkan sorunlardan doğmasıdır. Ayrıca medya ve kamuoyu üzerine yaptığı tespitler de, günümüzdeki yapıyı net olarak göstermekte, bu konudaki yapıbozumcu tavrıyla, (ya da en azından fikirler) dikkate değer noktalara vurgu yapmaktadır.
Kaynakça
BOURDIEU, Pierre (1995a) Pratik Nedenler: Eylem Kuramı Üzerine, Çev. Hülya Tufan, Kesit Yayıncılık, İstanbul
BOURDIEU, Pierre (1995b) Kamuoyu Yoktur, Kamuoyu Kimin Oyu?, Haz. Hülya Tufan, Kesit Yayıncılık, İstanbul
BOURDIEU, Pierre (1997) Televizyon Üzerine, Çev. Turhan Ilgaz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
BOURDIEU, Pierre (1999) Sanatın Kuralları: Yazınsal Alanın Oluşumu ve Yapısı, Çev. N. Kamil Sevil, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
BOURDIEU, Pierre & WACQUANT, Loic J.D. (2003) Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, Çev. Nazlı Ökten, İletişim Yayınları, İstanbul
BOURDIEU, Pierre (2005) Hukukun Gücü: Yasal Alanın Sosyolojisine Doğru, Çev. Sibel Demir, Kalan Yayınları, Ankara
BOURDIEU, Pierre (2006) Karşı Ateşler, Çev. Halime Yücel, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
ELLIOT, Anthony & RAY, Larry (2003) Key Contemporary Social Theorists, Blackwell Publishing, Oxford
ÜNAL, Ahmet Zeki (2004) Sosyal Tabakalaşma Bağlamında Pierre Bourdieu’nün Kültürel Sermaye Kavramı (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Hacettepe Üniversitesi, Ankara
WALLACE, Ruth & WOLF, Alison (2004) Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev. L. Elburuz ve M. R. Ayas, Punto Yayıncılık, İzmir
istifhane.files.wordpress.com'dan iktibas edilmiştir.