Bugün siz kıymetli okur kardeşlerimle, tek bir meseleye dair üç hususu değerlendirmek istiyorum.
Meselemiz elbette İslam'ın ve Müslümanların bugün karşı karşıya olduğu krizdir. Ele alacağımız üç husus ise birbirleriyle bağlantıları çok derin olan, üç kıymetli husustur.
Yazının bütünlüğünü sağlama maksadıyla, bahsedeceğimiz hususları şimdiden sıralamak istiyorum:
Bu hususların hülasasını yaptığımızda okur kardeşlerimizin zihninde aralarındaki bağlantının daha net bir biçimde şekilleneceğine inanıyorum.
1- Tevhid ve Aksa
Bizler elhamdulillah Müslümanız. Meselelere bakışımız da bu eksende şekilleniyor. Herhangi konuya kendi hevamıza göre bakma ve bu şekilde hüküm verme gibi bir yaklaşımımız olması mümkün değil.
Elhamdulillah Müslümanız dedik. Peki Müslüman olduğumuz için neden hamd ediyoruz? Eğer İslam dinlerden bir din olsaydı, fikirlerden bir fikir olsaydı, müstesna bir yeri olmasaydı kendisi sebebiyle hamd etmemiz gerekmezdi. Hamd ediyoruz, çünkü İslam dinlerden bir din değildir. İslam tek dindir. Alemlerin Rabbinin insanoğlundan kabul edeceği tek şeydir. Bunun dışında Allah'ın huzuruna kim neyle gelirse o kendisinden kabul edilmeyecektir.
"Allah katında din İslam'dır." (Al-i İmran, 19)
Dinin aslı tevhiddir, tevhidin gerçekleşmesidir. İnsanın Allah azze ve celle'nin birliğini her anlamda kabullenmesi, dünyanın maddesine ve manasına bu hakikatle bakmasıdır. İnsanoğlunun yaratılışından bugüne dek değişmeden gelen bu kaide, bizim inancımızın temelidir. Adem aleyhisselam'dan İbrahim aleyhisselam'a, Musa aleyhisselam'dan İsa aleyhisselam'a ve Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'e kadar din, tek dindir. İslam dinidir. Tevhid inancıdır. Bu cihetle Hristiyanlık da Yahudilik de kendisini ilahi hakikate ve hak dine nispet etmekte samimi değildir. Bu iki inanç da insanların uydurmalarıyla tahrif olmuş, tevhid akidesinden uzaklaşmış, şeytanın saptırmalarına esir olmuştur. Bunlar "gazaba uğramış ve sapmıştır." Bunların içerisindeki bazı zümreler sapkınlıkta o kadar ileri gitmiştir ki kimisi şeytanın vesveselerine ve insanların kulaklarına üflediği fitnelere iman etmeye başlamıştır. Haçlardan ve din adamlarından putlar edinmişlerdir. Hak dinin temeli olan tevhidden saparak şirk batağına yuvarlanmışlardır.
"Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar 'cibt'e ve 'tağut'a iman ediyorlar. Kafirler için de 'Bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır.' diyorlar." (Nisa, 51)
Yani Allah'ın yolundan ayrılıyorlar. Nefislerinin telkin ettiği şirklere, şeytanın uydurma ve saptırmalarına, kendilerine musallat ettiği putlara, sembollere, rahiplere, hahamlara uyuyorlar. Tevhid akidesinden ayrılıp, Allah azze ve celle'nin haklarında hiçbir delil indirmediği putlara, şirk akidelerine sapıyorlar.
Yeryüzü Allah azze ve celle'nin mümin kullarına miras bıraktığı bir yerdir. Bu açıdan tevhid daima şirke galebe çalacak ve ona üstün gelecektir. Tevhid daima ehlini Allah'a yakınlaştıracak, şirk ise O'ndan uzaklaştıracaktır. Müşriklerin kendilerini Allah'a ortak koştukları şeylerin "Allah'a yakınlaşma vesilesi" olduğunu iddia etmeleri ise, hakkında delil indirilmeyen, boş bir iddiadır.
"Andolsun ki Zikir'den (Tevrat’tan) sonra Zebur'da da 'yeryüzüne muhakkak benim salih kullarım mirasçı olacaktır.' diye yazmıştık." (Enbiya, 105)
Bugün hakkında tartışmalar olan Mescid-i Aksa da tam olarak bu meselenin ortasında yer almaktadır. Filistin topraklarının aslında kime ait olduğu, Aksa'da kimin hak sahibi olduğu çeşitli tartışmalara malzeme edilmektedir.
Bugün Yahudiler şöyle söylemektedir: "Şüphesiz bu topraklara binlerce sene evvel bizler egemen olduk. Burada yerleştik. Burada dinimizi yaydık. Kudüs'te mabedimizi inşa ettik. Burası bize ait olan, Allah'ın bize vadettiği topraklardır. Daha sonra çeşitli işgalciler, son olarak ise Müslüman Araplar gelmiş ve bu toprakları istila etmiştir. Biz ancak hakkımız olanı geri alıyoruz."
Bu, Allah'ın gazabına uğrayan bir Yahudinin bakış açısıyla doğru olabilir elbette. Ancak, başlıkta belirttiğimiz "Tevhid ve Aksa" açısından bakacak olursak, esasen tarihi süreçte yaşanan olay bize farklı şeyler anlatmaktadır. Söylediğimiz gibi bizler Müslüman olmamız hasebiyle meselelere bakışımız da İslam dairesinde şekillenecektir.
Bu sebeple bizler Yahudilerin iddiaları karşısında şunu söyleriz:
Allah azze ve celle yeryüzüne salih kullarını, kendisine iman eden ve şirk koşmayan kullarını mirasçı kılacaktır. Allah gerçekten de geçmişte Filistin topraklarını ve Aksa'yı Yahudilere bahşetmiştir. Onları Mısır'daki Firavun'un zulmünden kurtarmış, bu beldeyi onlara vatan olarak vermiştir. Fakat Yahudiler daha bu süreçte (Mısır'dan Filistin'e varıncaya dek) Allah'ın dinine defalarca ihanet etmiş, büyüklenmiş, bu din ile alay etmiştir. Filistin'de egemen olmalarından sonra da bu küstahlıkları devam etmiştir. Zamanla tevhid inancından sapmaya, hahamları kendilerine sapkın rehberler edinmeye, dini tahrif etmeye başlamışlardır.
Kudüs'teki mukaddes mabedi, tevhid inancını terk ederek yuvarlandıkları sapkın inançların merkezi olan bir tapınak haline getirmişlerdir. Kendilerine gönderilen peygamberleri öldürmüşlerdir. Kendilerine gönderilen mukaddes kitabı kendi sapkın öğretileriyle doldurmuşlardır. Şeytana, puta, cibte, tağuta tapan bir dini inanç ortaya çıkarmışlardır. Bugünkü hallerinden ve inanışlarından, insan kanı akıtmayı taparcasına peşinden gidilecek bir amaç haline getirmelerinden bu durum net olarak anlaşılmaktadır.
Yahudiler tüm bunları yapmaları sebebiyle Filistin ve Aksa üzerindeki meşru haklarını yitirmişlerdir. Allah azze ve celle ise dinini yüceltmesi için yeni bir ümmet yaratmış, onları yeryüzünde muzaffer kılmıştır. Nihayetinde Filistin ve Aksa'yı da onlara vermiştir ki bu mukaddes belde şirkin pisliğinden temizlensin ve tevhid ile dolsun.
Yahudiler şirk batağında oldukları ve şeytana taptıkları sürece yeryüzünde hiçbir egemenlik hakları yoktur. Üstelik Allah azze ve celle'nin mukaddes kıldığı topraklarda hiçbir hakları olamaz. Allah'ın mukaddes kıldığı Mescid-i Aksa'da hiçbir hakları olamaz. Aksa, yeryüzündeki diğer tüm mukaddes Harem beldeleri gibi, tevhid akidesini benimsemiş salih müminlerin malıdır. Yahudiler ancak şirklerini terk edip tevhide dönerlerse bu beldeler üzerinde bir hakları olabilir. Bu kaide yeryüzünün tamamı için geçerlidir. Yeryüzüne şirk pisliğinden uzak, muvahhid kullar mirasçıdır.
İşte bugün Müslümanların Yahudilerle savaşının temelinde yatan şey budur. Mesele bir etnik grup, millet, ırk meselesi, bir hizip meselesi değildir. Mesele insanın yaratılışından bu yana devam eden tevhid-şirk mücadelesi meselesidir. Bizler kuru bir tarafgirlik davası gütmüyoruz. Bizler insanları şirkin batağından tevhidin aydınlığına çıkarma davası güdüyoruz. Her kim şirkini terk ederek İslam'ın hükümlerine teslim olursa o bizim kardeşimizdir. Aksa hususu işte böyle bir husustur.
2- Haçlı-Siyonist projesi ve Şii projesi
İnsan istikbaliyle insandır. Her insan, muradı ister hayr isterse şer olsun, geleceğe dair planlar yapar. Bu planlar diğer insanların planlarıyla, hayatlarıyla ve maslahatlarıyla çelişebilir. Bu açıdan çıkarları dışında hiçbir değer yargısı yoksa bir insan kendi planlarının gerçekleşmesi için her türlü kirli işi yapabilir.
İnsanlar böyle olduğu gibi insan toplulukları olan devletler ve diğer güçler de böyledir. Her devletin, her gücün belirli projeleri vardır. Bu projeler sadece kendi kendilerini ilgilendirmez. Bilakis diğer insanların ve insan topluluklarının üzerinde de bu planların yansımaları vardır. Örneğin bir devlet sadece kendi iç meseleleriyle ilgilenmez. Bölgesel ve küresel hususlarla da ilgilenmek durumundadır ki gücünü, iktidarını devam ettirebilsin ve yayabilsin. Zira insan böyle yaratılmıştır.
Allah azze ve celle tarihi insanlar arasında döndürür. Tarihin içerisinde bulunduğumuz dönemi İslam aleminin daha zayıf, İslam düşmanlarının ise daha güçlü olduğu bir dönemdir. Güçsüz olan toplulukların yaşam alanları maalesef güçlü ve organize olan toplulukların projelerinin oyun sahaları haline gelir. Günümüzde Fas'tan Türkistan'a kadar İslam coğrafyası tam olarak bu durumdadır.
İslam coğrafyası üzerinde cereyan eden projeler çeşitlidir. Her bir gücün bu topraklar üzerinde plan ve projelerine rastlamak mümkündür. Kenya ve Myanmar gibi küçük devletlerden tutun da ABD ve Rusya gibi büyük devletlere kadar, her bir devletin bizler üzerinde emellerine rastlamak mümkündür. Tıpkı Sevban radiyallahu anh'tan rivayetle Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in buyurduğu gibi: "Yakında diğer milletler, yemek yiyenlerin çanak üzerine toplandığı gibi, sizin üzerinize toplanacaktır." (Ahmed bin Hanbel, Müsned)
İslam coğrafyasındaki bu projeler değerlendirildiğinde, oluşturdukları tehdit ve döktükleri kan bakımından iki büyük proje, diğerlerinden daha fazla öne çıkmaktadır:
- Amerikan-İngiliz-Siyonist ittifakının Haçlı-Siyonist projesi
- İran ve avanelerinin Şii projesi
Bilhassa son yıllarda bu iki proje İslam aleminin karşı karşıya kaldığı en hayati tehditleri ortaya koymuş, İslam'a ve Müslümanlara açık bir şekilde meydan okumuştur. Müslümanlar halen İslam'ın merkez niteliğindeki Biladu'l Haremeyn ve çevresinde bu iki büyük tehditle karşı karşıyadır. Biladu'l Haremeyn İslam aleminin kalbidir, bu sebeple bu bölgedeki projeler Fas'tan Türkistan'a kadar İslam aleminin tüm uzak köşelerine kadar olumsuz bir şekilde sirayet etmektedir.
Öncelikle her iki projeden müstakil olarak bahsedelim ve ardından arz ettikleri ortak tehdide değinelim.
a- Haçlı-Siyonist projesi
Bu projenin geçmişini yüzyıllar öncesindeki Haçlı seferlerine dek götürmek mümkün olsa bile şimdiki biçimini 1700'lü yılların ardından aldığı söylenebilir. Klasik dönemin Hristiyan güçleri Katolik kilisesi öncülüğünde birçok kez bir araya gelerek İslam alemine yönelik Haçlı seferleri tertip etmiştir. Bunların siyasi sebebi Müslümanların güçlenmesine ve ilerleyişine mani olmak ve ellerindeki Kudüs ile çevresini geri almak olmuştur. Avrupa'daki dini ve siyasi reformların ardından klasik Hristiyan zihniyeti yok olmaya yüz tutsa da Haçlı refleksleri Batılı güçlerin kimliğinin bir parçası haline gelmiştir.
Ancak 1700'lerden sonraki dönemde Batılılarca İslam alemine yönelik olarak yürütülen yeni proje, geçmişteki Haçlı seferlerinden çok daha büyük bir tehdit arz etmiştir. İlk yıllarında bu projenin temel iki hedefinden söz edilebilir:
- Avrupa içlerine kadar sokulan Osmanlı varlığına son vermek.
- Asya ve Afrika'daki İslam topraklarından sömürgeler edinmek ve stratejik bölgeleri elde etmek.
Bu iki adım neticesinde de İslam aleminde Batılılar için iki şey mümkün olacaktı:
- Müslüman güçlerin Batılılara bir tehdit olmaktan çıkarılması.
- İslam topraklarının Batılı sömürgecilik için hem bir ham madde kaynağı hem de bir pazar haline getirilmesi.
Nihayetinde, yıllar süren bu saldırılar, Birinci Dünya Savaşı dönemine gelindiğinde İslam aleminin tamamına yakınını yeni Haçlıların boyunduruğu altına sokmaya muktedir olmuştur. İslam'ın kalbi olan Biladu'l Haremeyn çevresine kadar tüm İslam toprakları işgal edilmiştir. Bunun ardından ise Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Biladu'l Haremeyn ve çevresi de yeni Haçlıların egemenliği altına girmiş, Osmanlı Devleti parçalanmış, hilafet ortadan kaldırılmış, Haçlı projesinin ilk etabı tamamlanmıştır.
Bu projenin ilk etabının son dönemine işaret eden 1917 yılında, projeye Siyonist proje de eklemlenmiştir ki haddizatında Siyonist çalışmalar bu dönemde onlarca yıldır yeni Haçlı projesinin bir cüzü niteliğindedir. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunca dünyada hakim olan Anglo-Siyonist zihniyet, bahsettiğimiz projenin özüdür. İngiliz siyasi aklı ve askeri gücü ile Siyonist parası ve nüfuzu bu projenin lokomotifi olmuştur. İlerleyen yıllarda İngiliz gücü yerini Amerikan gücüne bırakacaktır.
İşgal sürecinin ardından İslam aleminde kukla rejimler kurulmuş, Batılı devlet ve şirketler İslam aleminin maddi ve manevi olarak sömürülmesi projelerine devam etmiştir. Bu dönemde kurulan rejimler bugüne kadar halen İslam aleminde hükümferma durumdadır. Fransızların işgal ettiği topraklarda ise bu rejimlerin kurulması bir süre daha gecikmiş, 1950'lerden sonrasını bulmuştur.
İkinci Dünya Savaşı döneminde İngiliz gücü zayıflamış, 1950'lerde İslam alemindeki İngiliz ve Fransız egemenliği, yerini Amerikan gücüne bırakmıştır. Amerika bölgeye yoğun bir şekilde müdahil olmuş, enerji kaynaklarına el atmış, İsrail'i desteklemiş ve İslam'a karşı gerek doğrudan gerekse bölgedeki kukla rejimler üzerinden savaşmıştır.
Bu tarihi süreci kısaca izah ettikten sonra, günümüzdeki Haçlı-Siyonist projenin izahına geçelim.
Haçlı-Siyonist projenin temelde birkaç yüzü vardır:
- Amerikan askeri gücü ve siyasi nüfuzu
- Siyonist-Yahudi sermayesi, medya gücü ve lobiciliği
- İngiliz siyasi aklı ve küresel zihniyeti
- Ve bunlara eklemlenen Avrupa başta olmak üzere çeşitli bölgesel veya ulusal güçler
Haçlı-Siyonist projenin dini-fikri altyapısı bakımından şu hususlar vurgulanabilir:
- Bu projeye Batı Avrupa'da doğan inkarcı felsefi zihniyet temellik etmektedir. Bu zihniyetin temelinde insanın ilahlaştırılması, yani insanın hevasının peşinden gidilmesi vardır. İnsanın hevası şeytanın vesveselerinden beslendiğinden esasen bu zihniyet kendini şeytana tapmaya terk etmiştir ve piramidin tepesinde şeytan oturmaktadır.
- Amerikan zihniyeti Haçlı-Hristiyan motiflerini halen güçlü bir şekilde barındırmaktadır. Özellikle muharref olan Eski Ahit ve Yeni Ahit'te yazılan kehanetlere bağlılıkları, İsrail'e olan destek ve diğer İslam karşıtı konularda bu kesimi beslemektedir.
- İngiliz ve diğer Avrupalı kesimlerde daha inkarcı ve Hristiyan düşüncesinden uzaklaşan bir tutum vardır. Bunlar daha ziyade sekülerdir.
- Siyonistlerin kendileri inanç açısından oldukça çeşitlidir. Kimi ateist ve seküler, kimi ise dindardır. Ortak noktaları ise Siyonizm'e iman etmeleri ve bu açıdan, Yahudilik inancını taşısalar da taşımasalar da bu inancın zihni kodlarını barındırıyor olmalarıdır. Kur'an-ı Kerim'deki Yahudi tasvirlerini tüm kesimlerde bire bir görmek mümkündür.
Bugün İslam alemindeki Haçlı-Siyonist proje nasıl bir seyir izliyor?
Bugün söz konusu projenin dört ayak üzerine kurulu olduğunu müşahede etmekteyiz:
- Amerikan-Batı askeri gücünün bir tehdit olarak İslam aleminde konuşlanması.
- Siyonistlerin bu güce gerek askeri gerek siyasi olarak ileri karakolluk yapması.
- İslam alemindeki kukla rejimlerin askeri, fikri ve siyasi olarak ayakta tutulması, bu rejimlere bağlı seküler-ulusçu kesimlerin desteklenmesi.
- Amerikan-İngiliz siyasi nüfuzunun bölgeyi şekillendirmek üzere geçmişten bugüne, özellikle Birleşmiş Milletler sistemi üzerinden siyasi refleksler sergilemesi.
Haçlı-Siyonist proje özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Amerikan gücünün İslam alemine odaklandığı 1990'larla beraber hızlanmıştır. Bugün İslam aleminde birçok coğrafyada doğrudan bir Amerikan işgali görüyoruz. Özellikle Amerikan orduları 1990'ların başında işgal ettikleri Biladu'l Haremeyn'den halen çekilmemiştir ve bu coğrafyayı, pençelerinde tuttukları Suudi rejimi eliyle halen kontrol altında bulundurmaktadır. Amerika halen İslam coğrafyasının sömürülmesi, İslam şeriatının tatbik edilmemesi, Anglo-Siyonist küresel zihniyetten kopulmaması, İslam aleminin küresel kapitalist düzenin erişiminden bağımsız olmaması için yoğun bir çaba sarf etmektedir.
Amerika bu amaca binaen İsrail'i yoğun şekilde desteklemekte ve katliamlarına sponsor olmaktadır. Ayrıca İslam alemindeki kukla rejimleri desteklemekte, onların ordularına milyon dolarlar ve silahlar akıtmakta, istihbarat teşkilatlarını eğitmektedir. Böylece bunların İslami hareketleri baskı altına almasına, kukla rejimlerin hayatta kalmasına, halkların maslahatlarını yansıtacak yönetimlerin kurulmamasına çalışmaktadır.
Siyonist güçler ise kurdukları İsrail'in yaşatılmasına, çevresinde kendisini tehdit edebilecek hiçbir milletin kalmamasına, tüm sivil, askeri, teknik, teknolojik İslami güçlerin bertaraf edilmesine çabalamaktadır.
Tüm bunlar İslam alemini paramparça bir vaziyette bırakmaktadır. Son 40 senelik dönemde ABD'nin doğrudan veya dolaylı olarak işgal etmediği veya asker göndermediği hiçbir İslam ülkesi yoktur. Bunlar arasından bilhassa Afganistan, Irak, Pakistan, Yemen, Somali ve Filistin Amerikan saldırganlığının en ağır etkilediği coğrafyalardır. Bu coğrafyalarda milyonlarca Müslüman katledilmiştir.
b- Şii projesi
İslam aleminde yürürlükte olduğuna şahitlik ettiğimiz bir diğer proje ise İran devletinin öncülüğündeki Şii projesidir. Bu projeyi anlayabilmek için öncelikle Şii itikadının İslam tarihinde ve toplumsal ilişkilerde oturduğu konumu anlamak gerekir.
Şiiler ile İslam toplumu arasındaki ilişki, Şii itikadının ortaya çıktığı dönemlerden bu yana, daima bir öteki ilişkisi olmuştur. İslam toplumunun temeli olan Ehli Sünnet vel Cemaat, Şiileri bir "öteki" olarak gördüğü gibi, Şiiler de Ehli Sünnet'i "öteki" olarak görmüş, kendilerinin İslam alemi içerisindeki yerini diğer Müslümanlardan tamamen ayrık olarak konumlamıştır. İslam tarihi boyunca benzer fırkalar oluştuysa da (Hariciler gibi) bunların arasında günümüzde kayda değer bir şekilde varlığını koruyanlar Şiiler olmuştur.
Şii projesinin İslam alemine yönelik bakışını anlamak için de temel olarak bu "öteki" zihniyetini anlamak gerekir. Şii itikadını benimseyenlerin İslam alemine bakışları daima dışarıdan bir bakış olmuş, kendilerini çevrelerindeki Ehli Sünnet Müslümanlardan ayrı olarak değerlendirmişlerdir. Bu durum Şii kimliğinin oluşum sürecinde İslam aleminden kopukluğu neticesini doğurmuştur. Bu sebeple Şii topluluklar kendilerini çevreleyen İslam alemine baktıkları zaman, yüzlerce yıldır birlikte yaşadıkları kimseleri veya "aynı kıbleye yöneldikleri" kimseleri görmeyeceklerdir. Gördükleri şey "öteki"dir. Yani yabancıdır, kendisiyle empati yapılamayacak, üzerinde projeler yürütülebilecek bir kesimdir. Bu nedenle bir aidiyet düşüncesinden söz edilemez. Şiilerin sürekli olarak gerçekleştirdikleri matem törenlerinde ortaya konan anlayış da budur. Bu düşünceye göre Şiiler "mağdur edilmiştir", "zulme uğramıştır", "intikam almalıdır." Kimden? Kendilerine "zulmeden" sahabelerden ve onların yolundan giden Ehli Sünnet'ten.
Bu açıdan Şiilerin kimlik zihniyetini anlamak için bilhassa Kerbela törenlerini incelemek gerekir. Bu törenleri inceleyen bir kişi, Şiilerin kimlik inşasında büyük bir yeri olan bu ritüelin içerisinden geçen bir kişinin nasıl bir intikam hırsıyla dolduğunu, İslam alemine nasıl bir nazarla baktığını fark eder.
Oluşan bu kimlik neticesinde Şiiler kendi geleceklerini İslam aleminin kalanından bağımsız olarak yazma düşüncesine sahip olagelmiştir. Zira İslam aleminde, Şiilerin projesine boyun eğen ve onların itikadi sapkınlıklarını sorun etmeyenler dışında, kendisiyle yol yürünecek bir kimse yoktur.
Bu doğrultuda Şii projesinin de uzun bir tarihi süreci olduğundan söz edilebilir. Örneğin 1500'lü yıllarda İran coğrafyasındaki kapsamlı katliam ve asimilasyon süreçleri neticesinde Sünnilerin yok edilmesi ve Şii itikadının egemen kılınması gibi. Ancak modern dönemde bu projenin yeniden dirilmesi 1900'lerin sonrasında, Arap alemindeki Şii havzaların faaliyetleri ekseninde gelişmiş, nihayetinde 1979'daki İran Devrimi ile vücut bulmuştur. Devrimin ardından İran, İslam aleminde kendi projesini yürütmek için başta Şii kesimlerle ve bunun yanı sıra İslamcı tabir edilen gruplardan bir kısmıyla ittifak içerisine girmiştir.
Bu yönüyle Şii projesinin peşinde olduğu maslahatların iki ciheti olduğu ortaya çıkar:
- Şii projesi İran devletinin gücüne bağımlı olduğundan, Şii projesinin peşinde olduğu çıkarların mühim bir bölümü İran devletinin bölgesel çıkarlarıdır.
- Bunun yanı sıra Şii düşüncesinin yayılması, Şii grupların güçlendirilmesi ve Şiilerin İran devrimini mümkün kılan "Velayet-i Fakih" ekseninde bir araya getirilmesi de Şii projesinin çıkarıdır.
Bu sebeple İran 1979 yılından bu yana İslam aleminde kendi projesini yürütmekte, bu maksatla ilginç ittifaklar kurmaktadır. 1980'lerde Hafız Esed rejimiyle kurulan ittifak da bu türdendir. Nusayri olan Hafız Esed Şii itikadına göre "kafir" olmasına rağmen bu ittifak kurulmuştur. Bu ittifak ayrıca İran'ın bu dönemdeki "müstekbir rejimlere karşı mustazaf halkların kıyamı" söylemiyle de taban tabana zıt olmuştur. Zira Hafız Esed'in rejimi tamamen bir azınlık rejimidir. Ancak İran, kendi projesinin maslahatları için böyle bir ittifak kurmaktan çekinmemiştir ki ilerleyen yıllarda da Şii projesine zaten bu tarz tuhaf ittifaklar gölge düşürecektir. Örneğin "İrangate" olarak da bilinen İran-Kontra Skandalı. 1980'lerin başlarından sonlarına kadar Amerikan yönetimi İsrail üzerinden İran'a silah satışı yapmış, gelen paralarla ise Nikaragua'daki rejim karşıtı ayaklanmayı finanse etmiştir.
İran, kendi Şii projesini yürütmek için bu açıdan kimlerle ittifak kurduğunu veya kimlerle düşmanlık ettiğini umursayan bir zihniyete sahip değildir. Şii projenin çıkarına olduğu sürece Ehli Sünnet ile de, ABD ile de, Rusya ile de ilişki kurulabilir. Bu durum özellikle Haçlı-Siyonist projenin İslam alemine yönelik saldırılarının hızlandığı 1990'lı yıllardan itibaren bariz bir hal almıştır. 1990'larda İran'ın Irak'a yönelik ambargoya katılması, 2001'de Afganistan'ın işgaline desteği, 2003'te Irak'ın işgaline desteği, 2011'de Suriye'deki Esed rejimine ve Rus işgaline desteği, 2011'in ardından Irak'taki yayılmacı savaşı, vesaire, hep bu türden hamlelerdir.
Bugün Şii projesi içerisinde yer alan kesimleri üç unsur olarak ele alabiliriz:
- Ana dili Arapça olan ve bu sebeple Şii itikadının detaylarına daha vakıf olan Şii Araplar. Bunlar ve dini gelenekleri, Şii projesinin düşünsel-itikadi açıdan itici gücü olmuştur. Bunlar ayrıca Arap aleminde İran etkisinin yayılması için ileri karakolluk görevi görmüşlerdir. (Tıpkı ABD-İsrail ilişkisi gibi. ABD'nin Haçlı projesini teşvik eden temelde Siyonist zihniyettir, ABD de geri dönerek bu zihniyetin devleti olan İsrail'i ileri karakol haline getirmiştir.)
- Ana dili Arapça olmayan ve kitlesel olarak Şii itikadının detaylarına daha az vakıf olan Şii Farslar. Bunların ileri gelenleri zaman içerisinde Şii itikadını öğrenme konusunda mesafe kat etmiştir. Şii Farslar, sahip oldukları devlet gücü sebebiyle Şii projenin temelinde yer almaktadır. Zira Şii Araplar hiçbir zaman böyle bir projeyi yürütecek güce, nüfusa ve nüfuza sahip olmamıştır.
- Diğer Şii milletler. Bunlar da Şii Farslar gibi kitlesel olarak Şii itikadının derinliklerine daha az vakıftır ve zamanla bu itikadı öğrenme konusunda mesafe kat etmiştir. Bu kitleler bugün Şii projenin sahada savaşıp ölecek eleman gücünü oluşturmaktadır. Pakistanlı Şiiler, Afgan Şiiler gibi.
c- Bu iki projenin kesişim noktasındaki İslam alemi
İslam alemi bugün, Haçlı-Siyonist projesi ile Şii projesinin aynı anda yürüttüğü bir işgal süreciyle karşı karşıyadır. Bu süreçlerin kesişmesi ve iç içe geçmesi çeşitli kafa karışıklıklarına yol açsa da iki projenin ayrı projeler olduğunu fakat birçok kez çıkarlarının birleştiğini görebiliriz.
İran-ABD-İsrail hattındaki ilişkiler hususunda en fazla anlaşılmayan mesele budur. Bu güçler birbiriyle dost mudur, birbirine düşman mıdır? Bu konuda söylenebilecek en net şey, devletler arasında dostluk veya düşmanlıktan söz edilemeyeceğidir. İran, ABD ve İsrail birbiriyle ne dosttur ne de düşmandır. Bunlar İslam aleminde birbirlerinden farklı projeler yürüten ve bu projeler için Müslümanların kanını dökmekten, topraklarını işgal etmekten ve doğal kaynaklarını sömürmekten çekinmeyen devletlerdir. Projelerinin birbiriyle kesişmediği ve çıkarlarının çelişmediği noktalarda herhangi bir problem yaşamamaları normaldir. Projelerinin birbiriyle kesiştiği noktalarda ise iki ihtimal söz konusudur:
- Haçlı-Siyonist projesi ile Şii projesinin çıkarları birbiriyle çelişiyorsa çatışmalar ve saldırılar yaşanabilir. Bugün Lübnan hattında yaşananlar gibi. Zira burada iki proje birbirinin sınırlarını zorlamakta ve maslahatları birbiriyle zıtlaşmaktadır. Yine de bu hatlardaki çatışmalarda gerilim belirli bir ölçüde tutulmaktadır. Zira Haçlı-Siyonist projenin genel maslahatı da Şii projenin genel maslahatı da İslam aleminde bağımsız bir güç ortaya çıkmamasıdır. Eğer bu iki proje birbirini zayıflatırsa en büyük zararı kendileri göreceğinden, çatışmaların kontrolden çıkmaması için azami gayret sarf edilir.
- Haçlı-Siyonist projesi ile Şii projesinin çıkarları birbiriyle örtüşüyorsa taraflar arasında gizli veya açık ittifaklar kurulacaktır. Bunun örnekleri çoktur:
- 2001'de ABD Afganistan'ı işgal ederken, İran tarafından eğitilen askeri güçler ABD ile omuz omuza savaşmıştır. İran Taliban'ın merkezlerinin konumlarına kadar ABD'ye gizli bilgiler vermiştir.
- 2003 yılında ABD Irak'ı işgal ederken ülkedeki İran destekli Şii güçler ABD ile ittifak içerisine girmiş, Şii milisler Müslümanlara karşı savaşmıştır. İşgalin ardından ABD Irak'ı altın tepside Şiilere sunmuştur.
- 2014 yılı sonrasında İran ve desteklediği Şii milisler Irak'ta "IŞİD'e karşı savaş" bahanesiyle Müslüman nüfusa karşı savaş açmıştır. Bu süreçte İran karadan, Amerikan uçakları ise havadan ilerlemiştir. Örneğin 2016-2017 döneminde Musul'a yönelik saldırıda "şehri IŞİD'den ele geçirme" bahanesiyle 40 binden fazla sivil öldürülmüştür. Bu savaşta ABD Musul'u yasaklı silahlarla havadan vurmakta, İran ve Şii milisleri ise karadan ilerlemekteydi.
Şii proje, Haçlı projenin yanı sıra İslam alemine yönelik başka projelerle de zaman zaman birliktelik yapmıştır. Mesela Suriye'deki Rus projesi, yahut Doğu Türkistan'daki Çin projesi...
3- Ebubekir radiyallahu anh ve Ridde Savaşları
Ridde Savaşları olarak da bilinen süreç İslam tarihinin en hayati dönemlerinden biridir. Müslümanlar, İslam'ın gücünü ve hayatiyetini sürdürmek için, İslam'ı yok etmeyi amaçlayanlara karşı tetikte olmalıdır. İslam'ı dış düşmanları kadar kendi içinden görünen düşmanları da tehdit etmektedir. Fas'tan Türkistan'a kadar İslam aleminde bugün kukla rejimlerin tavrı zekat vermeyenlerin tavrından farksızdır. Bunlar dilleriyle İslam'ı söyleyen ancak kendi çıkarları için İslam'a karşı her türlü komplonun içerisine giren kimselerdir.
Müslümanlar, kendilerini yok etmeye yeminli olan bu rejimlere karşı tetikte olmalıdır. Adı ister İran olsun, ister Mısır, ister Pakistan, bu rejimlerin varlığı İsrail'in ve diğer işgalcilerin varlığının sigortasıdır. Bu rejimleri hayatta tutan Amerikan gücü ve Haçlı proje bertaraf edilerek bunların dayanak noktaları ortadan kaldırılmalı, ardından tüm bu rejimler İslam'ı esas alan ve Müslüman halkların maslahatını gözeten güçlerle değiştirilmelidir.
"Ridde" kelimesinin anlamı nedir? Dini reddetmektir, İslam'dan çıkmaktır, mürted olmaktır. Yani bizlerin İslam tarihi okumalarımızda "zekat vermeyenlerle savaş" olarak anılsa da aslında mürtedlerle savaş olarak da bilinir.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in vefatının ardından Arap Yarımadası'ndaki birçok kabile İslam devleti ile alakasını kesmiştir. Birçokları da namaza devam etmekle beraber zekat vermeyeceklerini ifade etmiş ve İslam devletine sırt çevirmiştir.
Rasulullah'ın halifesi Ebubekir radiyallahu anh ise bu noktada, İslam tarihinde önemli bir dönüm noktası olacak bir karar vermiştir. Zekatı reddedenlerin dinden çıkacağına ve onlara karşı savaşılacağına hükmederek şöyle söylemiştir:
"Andolsun ki Rasulullah'a vermekte oldukları şeylerden bir deve yularını bile bana vermeyecek olurlarsa, ben onlara kılıçla harp açarım." (Buharî, İ'tisâm, 2; Müslim, İman, 32)
Bu, alınması oldukça zor olan, çok hayati bir karardır. Kaldı ki Ömer radiyallahu anh da dahil olmak üzere sahabenin birçoğu bu kararı ilk olarak anlamakta, benimsemekte zorlanmıştır. Ömer radiyallahu anh "la ilahe illallah diyenlerle savaşmanın doğru olmayacağını" ifade etmiş, bazı sahabeler "zekatın bir yıl ertelenmesi" görüşünü ortaya atmıştır. Ancak Ebubekir radiyallahu anh kimsenin namaz ile zekatın arasını ayırmasına müsaade etmeyeceğini belirterek sahabeleri ikna etmiştir. Sahabeler onun görüşünde isabet ettiğini idrak etmiştir.
Bu hususta Ömer radiyallahu anh şöyle söylemiştir:
"Yemin ederim ki zekat vermeyenlerle savaş hususunda Allahu teala'nın Ebubekir'in kalbine tam bir kararlılık verdiğini gördüm ve doğrunun da bu olduğunu anladım." (Buharî, Zekat 1, 40, İstitâbe 3, İ'tisâm, 2, 28; Müslim, İman, 32; Nesâî, Cihâd, 1.)
Böylece Ebubekir radiyallahu anh dinden çıkan kabilelerin üzerine ordu üstüne ordu göndermiştir. Ta ki yalancı peygamberler ortadan kaldırılıncaya ve tüm kabileler zekat vermeyi ve İslam devletinin otoritesini kabul edinceye kadar.
(Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in vefatı sonrası durumu ve Ridde Savaşları'nı tasvir eden harita. Kırmızı: Rumlar. Sarı: Persler. Yeşil: İslam devleti. Çarpı: Savaşların yaşandığı yerler.)
Ebubekir radiyallahu anh'ın mürtedlerle savaş hususundaki bu kararlılığı, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in vefatının ardından İslam devletinin ve dolayısıyla İslam dininin korunması, ayakta kalması ve yayılması konusunda en önemli aşama olmuştur. Bu, Allah azze ve celle'nin kendi dinini koruma yollarından biridir. Dinini sahabelerin mübarek elleriyle korumuştur, Allah onların hepsinden razı olsun.
Ebubekir radiyallahu anh'ın bu kararlı tavrı, dinden dönenler hususunda gösterilmesi gereken hassas refleksin temelini oluşturmaktadır. Bugün İslam aleminin birçok bölgesinde Ridde Savaşları dönemindeki kafa karışıklığı hakimdir. Esasen Allah'ın diniyle savaş halinde olan ancak sözde "la ilahe illallah" diyen kesimlere karşı mücadele edilmesi şöyle dursun, bunlara en azından kalben buğz edilmesi bile sakıncalı addedilmektedir. Oysa o dönemde zekat vermeyenlerin yaptığı şey belki de, bugün İslam'ın hükümlerini ayaklar altına alan ve İslam'ın düşmanlarıyla Müslümanlara karşı iş birliği yapan kukla rejimlerin yaptıklarından çok daha hafiftir.
Velhamdu lillahi rabbil alemin.
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.