"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız." (Al-i İmran Suresi, 103. ayet)
"Şüphe yok ki bu, bir tek din olarak sizin dininizdir ve Ben de sizin Rabbinizim. Artık Bana ibadet ediniz." (Enbiya Suresi, 92. ayet)
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
"Allah, sizin üç özelliği edinmenizi sever ve üç özelliği edinmenizden hoşlanmaz. Allah'ın sevdiği şeyler şunlardır: Yalnızca O'na ibadet etmeniz ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanız, topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılmanız ve ayrılığa düşmemeniz, ayrıca Allah'ın lider olarak tayin ettiği kişiye nasihat etmeniz. Allah'ın hoşlanmadığı şeyler ise şunlardır: 'Dendi ki' ve 'Şöyle söylendi' diyerek konuşmanız, gereksiz sorular sormanız ve malı israf etmeniz." (Buhari)
Ulus-devlet anlayışı, İslam ümmetinin birliğini yok etmiş ve onu parçalayarak düşmanlarının planlarına karşı tamamen savunmasız hale getirmiştir. Muasır ulemadan Ebu Abdullah el-Mısrî (Allah ona rahmet etsin), Müslümanların kaybını şu anlamlı sözlerle özetler:
"İslam'a yardım etmek ve Filistin'i özgürleştirmek için can atan özgür ve onurlu kardeşlerim! Tarihi okumalı ve dersler çıkarmalıyız. Filistin, hilafetin çökmesiyle kaybedildi ve biz sekülerizmin ve bölgesel milliyetçiliğin hâkimiyeti altına girdik. Bu anlayış, bizi paramparça etti ve hâlâ da parçalamaya devam ediyor."
Bu ifade, ümmetin birliğini yeniden inşa etme gerekliliğini ve İslam'ın evrensel ilkelerine dönme ihtiyacını güçlü bir şekilde vurgulamaktadır. Hilafetin çöküşü ve ulusalcılık anlayışının yaygınlaşması, Müslüman toplumların siyasi, sosyal ve dini bağlamda bölünmesine yol açmıştır. Bu durumun üstesinden gelmek için tarihi bilinç ve İslamî bir bakış açısıyla hareket edilmesi gerektiği aşikârdır.
Batı ve Siyonistlerin temel çıkarlarından, hatta varlıklarının gerekliliklerinden biri, laik-milliyetçi-ulus-devlet ve vatan ilkelerini yayarak bizi bölmektir. Böylece bizleri kolayca yutabilecekleri lokmalara dönüştürürler. Bu etnik ve bölgesel milliyetçilik sonucu, Hilafetin düşmesinden sonra elliden fazla çaresiz devletçiklere bölündük.
Bu konuya çok dakik bir şekilde değinen Abdullah Azzam (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir:
"Sykes ve Picot bizim için sınırlar çizdi. Bize dediler ki: 'Ürdün burada, Remse'de sona erer, Suriye Remse'den sonra başlar. Ürdün Harat Ammar'dan sonra başlar. Peki Kuveyt? İşte burada! Kuveyt şehri, 'Kuveyt devleti'... Katar devleti tek bir şehir, Bahreyn de öyle. Peki Lübnan? İşte burada… Bir bozuk para büyüklüğünde, işte Lübnan devleti. Ve işte Suriye. Dinle, burası senin toprağın ve doğum yerin, vatan sevgisi imandandır.' dediler… Böylece devam ettiler... Ve biz, aslında İslamî olmayan ama İslam'la süslenmiş bir toprak merkezli düşünme biçimini benimsemeye başladık.
Remse'deki bir Ürdünlü, sınırın öte tarafındaki Dera'daki bir kişinin Nusayriler tarafından katledildiğini gördüğünde, gözünü bile kırpmaz, bir adım atmaz ya da yüreği bir an olsun hızlıca çarpmaz, sınırları aşmayı ve kardeşine yardım eli uzatmayı ise hiç düşünmez. Neden? Çünkü İslam, onun için Remse'de sona erer, Dera'da olanların İslam'la hiçbir ilgisi yoktur. Ama Akabe'deki bir Ürdünlü acı çektiğinde, aynı kişi Remse'den silahlanıp harekete geçer. Oysa Akabe ile Remse arasındaki mesafe 600 kilometreden fazladır, buna karşın Remse ile Dera arasındaki mesafe 6 kilometreden azdır."
Abdullah Azzam'ın anlatmış olduğu bu hal, onun da belirttiği gibi, baştan aşağıya İslam dünya görüşüne zıttır.
"Hindistan bizimdir, Çin bizimdir,
Yeryüzü bizimdir, her şey bizimdir.
İslam dinimiz olmuştur, tüm dünyadır vatanımız.
Allah'ın nizamı anayasamızdır
Üzerine güneş doğan her yer bizimdir."
Tüm Müslümanlar Allah'a, O'nun Resûlü'ne ve O'nun son kitabına olan iman üzere birleşip bir ümmet olmuştur. Ancak, üzerimize çizilen bu sahte sınırlar, Pakistanlı ile Hintliyi, Mısırlı ile Türkü, Çeçen ile Özbek'i bölecek şekilde siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel kurumların kurulmasına zemin hazırlamıştır. Bu ayrımların gerçekte hiçbir temeli yoktur. İslam'da insanlık arasındaki yapılabilecek tek ayrım, yalnızca imana, Allah azze ve celle'ye ve O'nun Resûlü'ne olan itaat ve sevginin derecesine bağlı olan ayrımdır.
Bu nedenle, bir ümmet olarak, bu bölünmüş zihniyeti yenmek ve ümmeti bu sahte ayrılıklara inandıran harita sınırlarını ortadan kaldırmak için pratik adımlar atmalıyız.
Milliyetçi orduların oluşumu (Allah yolunda cihadın durdurulması)
Ulus-devletin İslam ümmetine dayatılmasının bir başka yıkıcı sonucu, Allah yolunda cihad kavramının sona erdirilmesi ve yok edilmesidir. Cihad, Müslümanların canlarının ve topraklarının savunulması, İslam davetinin yayılması ve Allah'ın yeryüzündeki hükmünün tesis edilmesi için İslam ümmeti üzerine kesin bir farzdır.
Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
"Hoşunuza gitmese de üzerinize cihad farz kılındı. Hoşlanmadığınız bir şey, sizin için hayırlı olabilir, sevdiğiniz bir şey ise sizin için şerli olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216. ayet)
Ulus-devletin getirdiği bu milliyetçi ordular, ümmetin cihad anlayışını zayıflatmış ve bu farzın yerine getirilmesine engel olmuştur. Bu durum, Müslümanların temel görevlerinden biri olan Allah'ın hükmünü yeryüzünde hâkim kılma sorumluluğunu ihmal etmelerine yol açmıştır.
Bununla birlikte, Hilafetin çöküşünden sonra seküler dönüşüm geçiren birçok Müslüman ülke, yeni bir gündeme ve yeni bir felsefeye ya da hayat görüşüne sahip ordular kurmaya başladılar.
Haçlı düzeni, Müslüman topraklarını, kendi çıkarlarını koruyacakları ve ilerleyişlerinden memnun kalacakları sistemler oluşturup, bu sistemlerin başına kendilerine hizmet edecek liderler yerleştirmeden terk etmedi. Bu durum, Müslüman topraklarda seküler orduların oluşmasına ve bu orduların İslamî değerlerden uzak bir şekilde, Batı'nın bölgedeki çıkarlarını güvence altına almak için işlev gören askeri nöbetçilerden ibaret olmalarına yol açtı.
Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı hilafeti, Avusturya ve Almanya ile birlikte Müttefiklere (Britanya, Fransa ve Rusya) karşı savaştı. Hilafet ve müttefikleri bu savaşta yenilgiye uğradı ve bu durum, parçalanma sürecini hızlandırdı. 1924 yılına gelindiğinde ise hilafet tamamen sona erdirildi.
Hilafet, Müslümanlar için birleşik bir cephe olarak hizmet etmiş ve Allah yolunda cihad, son yıllarındaki zayıflığına rağmen hilafetin bayrağı altında yürütülmüştü. Ancak, hilafetin düşüşünden sonra Avrupa'nın "devlet" ve "milliyetçilik" kavramlarını yücelten düşünceleri İslam dünyasında etkisini göstermeye başladı. Avrupa'dan kopyalanan bu seküler devlet anlayışı, ordunun devlete ve insan yapımı bir anayasaya sadakat göstermesi gerektiği fikrini halka benimsetti. Bu ordular artık Allah'ın kelimesini yüceltmek yerine, "hukukun üstünlüğünü" korumak amacıyla hareket etmeye başladılar.
Bu ordular, Batı'nın milliyetçi orduları model alınarak kuruldu. Temel amaçları, insan yapısı kanunlarının üstünlüğünü korumak ve dostluklar ile düşmanlıkları Allah için değil, devletin çıkarları için yürütmekti. Dr. Halid Mehmand, "Modern Savaş Teorileri" adlı kitabında bu durumu şu şekilde açıklar:
"Fransız Devrimi, modern insanlık tarihindeki en önemli olaydır. Bu devrimle birlikte, Avrupa'da daha önce var olan papalık, krallık ve feodal beyliklerin yerine seküler bir yaşam sistemi uygulamaya alınmıştır. Daha önce Tanrı'nın egemenliğini korumayı üstlenen kilise ortadan kaldırılmış ve egemenlik halka devredilmiştir. Demokrasi, monarşinin yerini almış, böylece insanın yaşam amacı 'kapitalist ilerleme' olarak ilan edilmiştir."
Fransız Devrimi'nin oluşturduğu sosyal boşlukta en önemli sorunlardan biri kraliyet ordusuydu. Kraliyet askerleri, kralı "Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi" olarak görür ve kralın yenilgisini kendi yenilgileri sayarlardı. Onun için hayatlarını feda etmeyi dini bir görev olarak kabul ederlerdi. Ancak seküler devrimden sonra, bu tür inançlara artık yer kalmadı.
Bununla birlikte, bir ordunun savaşa teşvik edilmesi için açık bir ideolojiye, güçlü bir bağa ve sağlam bir ilke anlayışına sahip olması gerektiği kabul ediliyordu. Bu nedenle Avrupa devletleri, ordularını hayatta ve bir arada tutmak için alternatif bir ideolojiye ihtiyaç duydular. Bu sorunun cevabı, Prusyalı bir general olan Clausewitz tarafından verildi.
Clausewitz'in savaş ideolojisi, modern milliyetçi orduların organizasyonunda "kutsal kitap" olarak kabul edilir. Batılılar ve onların kör takipçileri, Clausewitz'i modern militarizmin "peygamberi" olarak görmektedirler.
Carl Philipp Gottlieb von Clausewitz (1 Temmuz 1780 - 16 Kasım 1831)
Clausewitz'in ideolojisi, yaşamı boyunca halk arasında pek de dikkat çekemedi. 1833 yılında hastalandı ve ölümünden sonra eşi, onun fikirlerini kitaplaştırarak yayımladı. Ancak kitap yine beklenen ilgiyi göremedi.
1871 yılında, Fransız Kralı III. Napolyon Avusturya'ya saldırdı. Bu savaşta, Avusturya ordusu Clausewitz'in sistemi üzere askeri kumanda eden bir general olan General Moltke'nin komutası altındaydı. General Moltke, Avusturya ordusunu Clausewitz'in fikirlerine göre organize etmişti.
Napolyon komutasındaki Fransızlar bu savaşta çok ağır bir yenilgiye uğradı. Avusturya'nın zaferi, tüm Avrupa'yı şok etti. Clausewitz'in fikirlerinin zaferin arkasındaki neden olduğu anlaşıldığında, tüm Avrupa ordularını bu ideolojiye göre organize etmeye başladı. Müslüman ümmet ise o dönemde öylesine zayıflamıştı ki, Osmanlı hilafeti, askeri güçlerini düzenlemek için General Moltke'yi kendi ordusu içerisinde eğitimci ve ıslah edici olarak görevlendirmek durumunda kaldı.
Aynı dönemde, diğer büyük askeri güçler de yeni işgal ettikleri bölgelerdeki ordularını bu fikirlere göre düzenlediler. Örneğin, Hindistan'ı işgal eden İngiltere ve Cezayir'i işgal eden Fransa, ordularını Clausewitz'in ideolojisine göre yapılandırdı.
Bu süreçte, 70 yıl gibi kısa bir süre içinde, neredeyse tüm ülkelerin orduları Clausewitz'in fikirlerine göre organize edildi ve bu yeni milliyetçi ordular, "Clausewitz'in Orduları" olarak anılmaya başlandı.
Anlamamız gereken en önemli şey, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, hemen hemen her cephede savaşımızın Clausewitz ordularına karşı olduğudur. İster Amerikan ister Avrupa güçleri olsun, isterse Müslümanların üzerine musallat edilen yerel ordular olsun, hepsinin aynı temel felsefe ve ideoloji üzerine bina edildiğini görüyoruz.
Bu felsefi ve ideolojik yakınlık, tüm bu milliyetçi "Müslüman" ordular ile Batı ordularının birleşerek Müslümanlara karşı topyekun savaşma konusunda bir çatı altında toplanmalarına olanak tanımıştır.
Herhangi bir ordu için en önemli unsur, onun savaş ideolojisi ve motivasyonudur. Askerler, bu ideoloji temelinde savaşır ve hayatlarını feda ederler. Savaş ideolojisi aslında bir dizi temel sorudan oluşur. Bu sorulardan başlıcaları şunlardır:
- Savaş nedir? İnsan neden savaşa girer?
- İnsan savaşma ruhunu nereden alır?
- İnsan neden kendisi gibi diğer insanları öldürür ve ona bunu yapma iznini kim verir?
- Hangi savaş haklıdır, hangisi değildir?
- Savaş açma yetkisi kimdedir, kimde değildir?
Bu ve benzeri sorular savaş ideolojisinin temel taşlarını oluştururlar.
Sadece Allah'a inanan bir mümin, bu soruların tümüne iman, inanç ve akidesi üzerinden rahatça cevap bulur. Ancak, Fransız Devrimi'nden sonra Batı, Allah'ın yasama hakkını reddettiğinde, askerlerini savaşa motive etmek için kendi bünyesinde bu sorulara alternatif cevaplar üretmek mecburiyetinde kalmıştır.
Bu görevi onlar adına Clausewitz üstlendi. Bugün, dünyada hüküm süren seküler-liberal kapital sistemi altında, tüm ulus-devlet orduları (Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerdeki ordular dâhil) Clausewitz'in savaş ideolojisine göre organize edilmiştir ve onun temellerine dayanarak savaşmakta, can vermekte ve sakat kalmaktadırlar. Şimdi, bu ideolojiyi detaylıca inceleyelim:
Clausewitz'in ideolojisinin amaçları
Clausewitz, orduları yeniden organize ederken şu hedefleri göz önünde bulundurmuştur:
- Alışılmış Kraliyet ordusunu milliyetçi bir orduya dönüştürmek
- Geleneksel Kraliyet askerini milliyetçi askerlere dönüştürmek
- Din temelli savaş ideolojisini değiştirmek
- Ordunun organizasyon yapısını bu ideolojiye uygun hale getirmek
Clausewitz'in fikirleri
Clausewitz, yukarıdaki hedeflere ulaşmak için şu temel fikirleri geliştirmiştir:
1- Meşru Güç: Clausewitz'e göre, savaş açma yetkisine sahip olan tek "meşru güç" demokratik unsurlarla bezenmiş olan devlettir. Bunun dışında, ne Allah, ne din, ne şeriat, ne de âlimlerin savaş açma yetkisi bulunmaktadır.
2- Savaş, Devlet Politikasının Bir Devamı: Clausewitz'e göre, savaş bir devletin siyasi aracıdır ya da politikasının devamıdır. Bu ideolojinin bir sonucu olarak, Müslüman ümmetin tüm orduları, Allah yolunda cihad etmek yerine, demokratik hükümetlerin emirleri altında ve devletin çıkarlarını korumak için savaşmaktadırlar. Şeriat cihadı emretse bile, devletin politikası buna karşıysa ordular savaşa girmez. Ancak, şeriat savaşmayı yasaklasa bile, eğer devletin politikası savaşmayı gerektiriyorsa, bu ordular şeriat hükümlerini göz ardı ederek savaşa katılırlar.
3- Savaşın Tetikleyicisi: Clausewitz'e göre, ordunun temel birimi tugaydır. Birçok bölük bir araya gelerek bir tugay oluşturur. Ardından, bir bölük askeri gücün bir birimi olur. Clausewitz'e göre, "tugay" bir bütün olarak bir toplumdur. Clausewitz, insanın savaşma isteğini iki ana nedene dayandırır: birincisi kolektif bir neden, yani vatanseverlik ruhu; ikincisi ise bireysel bir neden, yani askerin, mensup olduğu tugayının tarihine olan derin bağlılığıdır. Clausewitz, daha önce kralı "Tanrı'nın gölgesi" olarak görerek savaşan kraliyet askerini, tugayının tarihiyle bağdaştırır ve ona yeni bir motivasyon kaynağı ve taze bir duygusal bağ sağlar. Böylece, o kralı yani dini için savaşan "kraliyet askeri" artık bir "milliyetçi asker" haline gelir. Deneyimler, vatanseverliğin askeri savaş alanına çekmek için güçlü bir faktör olduğunu, ancak savaş sırasında askerin hayatını sadece tugayının "şanlı tarihini" yüceltmek ve onurunu artırmak için feda ettiğini göstermiştir. Sonuç olarak, Clausewitz'e göre, tugayın tarihi, vatanseverlikten daha güçlü bir savaş motivasyonu sağlamıştır.
4- Medenî Olan ve Medeniyetsiz Olan Savaş: Clausewitz'e göre savaş iki türe ayrılır: "medenî savaş" ve "medeniyetsiz savaş." Medenî savaş, ulus-devletin emriyle yapılan savaştır, çünkü ulus-devlet, yeni medeniyetin koruyucusudur. Bu nedenle, devletin başlattığı her savaş medenî kabul edilir. Buna karşılık, "devlet dışı aktörler" (örneğin dinleri için savaş açan muhalifler veya âlimler), savaş açma hakkına sahip değildir. Eğer bu kişiler böyle bir savaş açarlarsa, bu savaş "medeniyetsiz savaş" olarak adlandırılır.
5- Silah Taşımanın Hukuki Gerekçesi: Clausewitz'e göre toplum, "yasal olarak silahlanmış bireyler" ve "yasa dışı şekilde silahlanmış bireyler" olarak ikiye ayrılır. Bir ordu askeri, toplumun yasal olarak silahlanmış bireyidir. Ancak toplumun geri kalan sivil kesimi silah taşırsa, bu durum yasa dışı kabul edilir. Clausewitz'e göre, bir insana silah taşıma yetkisini yalnızca demokratik devlet verebilir. Bunun dışında hiçbir kişi veya grup, bireylere ya da topluluklara silah taşıma yetkisi veremez. Devlet, orduya ve polise silah taşıma hakkını verdiği için bu durum "yasal" kabul edilir. Buna karşılık, diğerlerinin silah taşıması "yasa dışı" olarak değerlendirilir.
6- Ordu İçin Asker Seçimi: Milliyetçi bir asker seçilirken toplumun bireyleri özel bir taramadan geçirilir. Bu bağlamda, "Askeri Irk" ve "Askeri Zihin" felsefesi geliştirilmiştir. Bu ideolojiye göre, her millet ve ülkede, zayıf kişiliklere ve bu zayıf kişilikleri besleyen düşünselliğe sahip, ancak son derece içi boş hırsları olan bireyler bulunur. Bu tür bireyler, milliyetçi asker olmaya daha yatkındır. Zayıf kişilikleri ve düşünce dünyaları nedeniyle bu kişiler, ülkelerine veya ordularına isyan edemezler. Aynı zamanda, yüksek hırsları nedeniyle düşman ordusuna zarar verme konusunda ön saflarda yer alırlar.
Neticeye doğru
Clausewitz'in ideolojilerini anladıktan sonra, Clausewitz'in Kraliyet Askerini demokratik hükümetle nasıl ilişkilendirdiğini kolayca anlayabiliriz.
İlk olarak, zayıf bir kişilik seçilir. Ardından bu kişi milliyetçilik ve mensup olduğu askeri alayın tarihiyle ilişkilendirilerek motive edilir. Daha sonra bu alay, tugay, tümen ve sonunda tüm ordu ile ilişkilendirilir. Eğitim sırasında askere, görev süresi boyunca her konuda emir verme yetkisine sahip tek yasal gücün demokratik devlet olduğu öğretilir. Bunun dışında savaş başlatma yetkisine sahip başka bir güç olmadığı anlatılır. Benzer şekilde, sadece devletin emriyle silah taşıyan üniformalı askerin medeni ve yasal bir savaş yürütebileceği öğretilir. Asker dışında kim silah taşırsa, hatta bunu Allah yolunca cihad niyetiyle yapsa bile "medeniyetsiz" ve "yasa dışı" bir eylem gerçekleştiren bir fail olarak kabul edilir.
Günümüzde, ister Batı'da ister Müslüman ülkelerde olsun, tüm dünya orduları Clausewitz'in bu gayri İslami ideolojilerine göre organize edilmiştir. Bu nedenle, bu milliyetçi orduların hilafeti kurma ve Allah yolunda cihad etme konusunda herhangi bir rol oynaması mümkün değildir. Bu orduların kendilerine ait bir inanç ve ideolojileri, kendilerine özgü bir düşünce ve felsefeleri vardır. Düşünce biçimleri, organizasyonları, hedefleri ve amaçları bu ümmetinkinden tamamen ayrıdır ve İslam'a aykırı bir yön izler.
Bu nedenle, bu orduların küçük değişikliklerle "İslami ordular" haline dönüştürülmesi kesinlikle imkânsızdır. Bunlar "bizim ordularımız" değildir, "Batı'nın orduları"dır. Allah yolunca cihad etmeyi bir yana bırakın, bunlar hilafetin kurulmasının ve Allah yolunca cihad edilmesinin önündeki en büyük engeldirler.
Gerçek şu ki, hilafetin yıkılmasının ve ulus devletin yükselişinin ardından, bu milliyetçi ordular Müslüman ümmete dayatıldı. Ve birçok Müslüman, Allah yolunda cihadın bu orduların görevi olduğu ve geri kalan ümmetin bu görevden muaf olduğu inancına sevk edildi. Bunun anlamı, Allah'ın hükmünü tesis etmek için Allah yolunda cihad ruhunun halktan ve âlimlerden silinmesiydi. Böylece İslam, cami ve ev arasındaki mesafede sınırlı hale geldi. Bu süreç boyunca ümmet pasifleşti.
Nedenleri uzunca tartışmalar gerektirse de, bu pasifleşmenin bir kısmı "ülke" ya da "ulus devlet"i gerçekten İslami birer devlet olarak görme ve onu yüceltme düşüncesinden kaynaklanıyor olabilir. Diğer bir kısmı ise Allah yolunda cihad görevini bireysel ve cemaatsel yanları ile bütün bir farz olarak görmek yerine, prosedür icabıyla profesyonel orduların vazifesi olan askeri bir iş olarak kabul etme eğiliminden kaynaklanıyor olabilir. En doğrusunu Allahu teala bilir.
Bugün bile birçok Müslüman, Allah yolunda cihad görevinin orduların ve kolluk kuvvetlerinin işi olduğunu düşünerek bu sorumluluktan muaf olduklarına inanıyorlar.
Ünlü İslam âlimi Mevlana Zahid İkbal, Müslüman ümmetin karşı karşıya olduğu birçok çağdaş mesele üzerine kitaplar yazmış saygın bir isimdir. Mevlana, "Asr-ı Hazırda Dinî Üstünlüğü Sağlamanın Nebevî Yöntemi" adlı kitabında şu noktalara değinir:
"Emperyalist güçlerden bağımsızlık kazanan ülkelerde, İslam sistemini ve şeriatı kurmayı hedefleyen İslami hareketlerin karşılaştığı en büyük engel, (milliyetçi) ordudur. Bu İslami hareketler, protestolar, talepler ve demokratik yollarla zafere yaklaştığında, askeriye iktidarı ele geçirip bu (İslami) grupları yasa dışı ilan eder; ya da askeri güç ve nüfuzunu kullanarak yasama meclislerini fesheder ve demokratik seçimler ve halk desteğiyle meclise ulaşan partilerin görüşlerini reddeder.
Bağımsızlığını kazanan tüm Müslüman ülkelerde ordu, İslami partilere karşı bu rolü nasıl oynar? İslam'ı yeniden diriltmeye çalışan insanlar için bu mesele üzerinde düşünmek önemlidir. Derinlemesine bir araştırma ve tefekkürle net bir şekilde görülebilir ki, bunun arkasında emperyalist güçler vardır. Bu güçler, yeni kurulan devletlerde yerel insanları işe ve okullara alıp kendi ideolojilerine göre eğittiler. Bir yandan, bu insanları kendi egemenlik sürelerini uzatmak ve bağımsızlık için savaşan mücahidlerin karşısında kullanırken, diğer yandan da geriye mirasçı olarak, yalnızca bu güçlerin sistemlerini, ideolojilerini, toplum yapılarını ve anayasalarını koruyan değil, aynı zamanda planlı bir şekilde İslam'ı yeniden ihya etme çabalarını engelleyen bireyler bıraktılar.
Bu emperyalist güçler, aynı zamanda, sivil bürokratlardan müteşekkil bir sınıf da oluşturdu. Bu iki sınıf (ordu ve sivil bürokrasi), günümüze kadar bu emperyalist ajandaları uygulamaya devam etmiş ve İslam'ın tesis edilmesinin önündeki en büyük engel olmuştur. Bu iki sınıf, İslam sistemini kurma çabalarının ilerlemesini engelleme sözüne dayanarak yüksek mevkilere getirilmiştir.
11 Eylül'den sonra, Pakistan ordusundan İslam ile bağlantılı bireylerin ayıklanması, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Bu nedenle, Hilafeti yeniden diriltmeye çalışanlar bu konuyu düşünmeli ve bu büyük engeli (milliyetçi orduyu) ortadan kaldırmak için bir yöntem geliştirmelidir."
Vurgulamak istediğimiz nokta şudur ki, bu ordular Müslümanların orduları değildir. Onlar, Allah'ın hükmünü değil, insan yapımı kanunların tesisini savunmak için savaşmaktadırlar. İslam düşmanlarıyla açıkça iş birliği yaparak bu ümmetin öz evlatlarını öldürmek için komplo kurmaktadırlar.
Eğer Müslüman topraklarında yeniden bir İslamî yönetim kurulacaksa, bu yozlaşmış kurumlar tamamen kökünden sökülüp yeniden organize edilmelidir. Yerine, iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan, Kur'an'ın hükümlerini üstün tutan, doğudaki ve batıdaki Müslümanların güvenliğini kendine görev bilen ve Kudüs'ü Yahudilerin alçak ellerinden geri almayı hedefleyen bir Müslüman kurumu oluşturulmalıdır.
Selam ile…
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.