"Ulusal çıkar" tabirini birçok kez duymuşsunuzdur şüphesiz. Çıkar demek menfaat, fayda, maslahat demektir. Bu tabir daha ziyade şu amaçla kullanılır: Bireylerin ve birey topluluklarının çıkarlarının ötesine geçen, daha geniş siyasi örgütlenmeleri, milletleri, devletleri alakadar eden çıkarlar. Çoğunlukla bu ulusal çıkarlar bireylerin ve birey topluluklarının maslahatlarının ötesinde bir anlam ifade ettiği için ve bunların çıkar algılarıyla çelişebileceği için, bu mevzular kolayca anlaşılamayabilir.
Her ne kadar "ulusal çıkar" tabiri modern çağın karşımıza çıkardığı bir tabir gibi gözükse de, insanların topluluklar halinde yaşadığı, siyasi örgütlenmeler ve devletler kurdukları dönemlerden bu yana buna benzer konseptler hep var olmuştur. Zira uzun vadede bir insan topluluğuna fayda getirecek şeyler, kısa veya orta vadede tek bir insana fayda getirmiyor olabilir. En basit örnekle açıklayacak olursak, muhtemel bir kıtlığa karşı tasarruf tedbirleri almak ve insanlara verilen azık miktarını azaltmak, kısa vadede bireylerin açlık çekmesine ve şikayet etmelerine sebebiyet verebilir. Ancak uzun vadede kendilerini kıtlığa mahkum olmaktan kurtaracaktır.
Ulusal çıkar da böyle bir konsepttir. Yani kısacası geniş insan topluluklarının, milletlerin, devletlerin çıkarları bireylerin çıkarlarından farklı dinamiklere sahiptir. Bu sebeple devletleri ilgilendiren ahlak ve davranış kriterleri bireylerin ahlak ve davranış kriterlerinden farklı olabilir.
Günümüzde uluslararası ilişkilere yön veren temel konsept budur. Devletler daha geniş çıkarları düşünerek hareket etmektedir ve bu durumda çoğunlukta bireylerin "dar" çıkarları göz ardı edilmektedir.
Elbette meselenin bir de İslami kısmına bakmak gerekir.
İslam'ı esas alan bir devletin de çıkarları hiç şüphesiz bireylerin çıkarlarından ibaret değildir. Bir İslam devleti de birçok kez bireylerin hoşuna gitmeyecek, onları rahatsız yahut huzursuz edecek işler yapmak durumunda kalabilir. Bu açıdan devletlerin çıkarlarının bireylerin çıkarlarından farklılaşması hususu bir İslam devleti için de aynen geçerlidir.
Fakat...
Bu "fakat" o kadar büyük bir "fakat" ki, meseleyi 180 derece değiştirecektir.
İslam fıkhı bireylerin hayatlarını ve ahlaki esaslarını düzenlediği gibi, birey topluluklarının ve devletlerin de hayatlarını ve ahlaki esaslarını düzenlemiştir. Yani bir devlet yönetiyor olmak, bir milletin maslahatı için hareket ediyor olmak, hiçbir bireyi İslami esaslara uyma zorunluluğundan azade kılmaz. Bir İslam devletini yöneten bireyler, devlet ve insan yönetimine, yani siyasete dair İslami esaslara uymakla mükelleftir. Nihayetinde ahirette Allah azze ve celle'ye devletler değil devletleri yöneten insanlar hesap verecektir. Devletler ise her beşer ürünü gibi hiç var olmamış gibi yok olup gidecektir.
Bu açıdan Müslüman bir birey, kendisine bir insan topluluğunun sorumluluğu verildiği zaman da Allah azze ve celle'nin dininin esaslarına göre hareket etmekle mükelleftir. Bir devletin, bir milletin maslahatlarından sorumlu olması kendisine kısıtlamasız bir hareket serbestiyeti tanımaz. Bilakis sorumluluğunu artırır.
Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır:
"Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine yeryüzünde imkan ve iktidar versek namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoyarlar." (Hac Suresi, 41'inci ayet)
Örneğin burada kendisine yeryüzünde imkan ve iktidar verilen bir mü'minden beklenenlerden bahsedilmektedir. Bu kişi "ulusal çıkar" adı altında bunlardan yüz çeviremez. Söz gelimi "eğer insanları kötülükten men edersek bu fitne ve karmaşaya yol açar" diyerek burada "ulusal bir çıkar olduğu" gerekçesiyle Allah azze ve celle'nin emrinden geri kalamaz. Tüm işlerini İslam fıkhı dairesinde yürütmekle mesuldür.
Günümüzde ise kendilerini İslam'a nispet eden kişilerde bu hususta ciddi bir kafa karışıklığı olduğu göze çarpmaktadır. Hatta "ulusal çıkar" denen konsept artık "kurumsal nifak" halini almıştır.
Kurumsal nifak
Nifak, veyahut münafıklık nedir? Nifak ikilik çıkarmak, Müslümanların arasını bölmektir.
Bir davranış yahut kalbi yöneliş biçimi olarak ise nifak, bir kalpte iki ilah taşımaktır: Biri insanın kendi nefsi, diğeri ise Allah azze ve celle. Yani münafık kendi şahsi çıkarları gereği iki yüzlüdür. Bir yandan inanmış gibi yaparak kendisini Müslümanlar zümresine dahil etmek, diğer yandan ise inkarcı gibi yaşayarak bundan doğacak çıkarları elde etmek ister.
Esasında bizler gerçekçi bir nifak çağında yaşıyoruz. Dünyamız Müslüman gibi görünseler de İslam'ın emir ve yasaklarına boyun eğmeyi şahsi çıkarlarına uygun bulmayan, bu sebeple bu emir ve yasaklara uymayan insanlarla dolu. Bunlar bir yandan Müslüman gibi görünmenin, diğer yandan ise kafir gibi yaşamanın getireceği çıkarlara aynı anda talip olan kimseler.
Oysa bir Müslüman, iman etmesinin dünyevi olarak kendisine getirdiklerine de kendisinden götürdüklerine de razı olmalıdır. Yani bir Müslüman, iman ettiği için elde ettiği iç huzurundan razı olmasına rağmen, iman ettiği için faiz yiyemiyor olmaktan rahatsızlık duyamaz. İman büyük bir iddiadır. İnsana dünyevi olarak ve uhrevi olarak birçok şey kattığı gibi, insanın dünyevi olarak birçok şeyi yapmasına da mani olacaktır ve olmalıdır da. Ancak günümüz münafıkları, imanın getirilerinden razı olsalar da, iman uğruna dünyalıklardan vazgeçmekten rahatsızlık duymakta, bu sebeple dini eğip bükmekte ve her şeyi tevil etmektedir.
Az evvel bahsettiğimiz üzere "ulusal çıkar" denen konsept de esasen bugün münafıklığın kurumsallaşması haline bürün(dürül)müş, "kurumsal nifak" haline dönmüştür. Yani Türk Dil Kurumu sözlüğünün "kurum" kelimesinin manasına verdiği açıklamaya göre "değişik birim ve fonksiyonlarıyla bir kurumun niteliklerine tam anlamıyla sahip olan" bir hal almıştır. Sistemleşmiştir. Bu sayede nifak adeta meşru bir siyasi kimliğe kavuşmuş, aleni bir tavır halini almıştır. Bu açıdan bugünün münafıkları dünün münafıklarından daha küstahtır. Dünün münafıkları nifaklarını gizli tutuyor ve kaçınarak yaşıyorlardı. Bugünün münafıkları ise nifaklarını süslü kisvelere sokmakta ve aleni olarak yaşamaktadır.
Nifakın kurumsallaşması ve "ulusal çıkar" karşısında Müslümanlar
İki yüzlülük, dünyaya hakim olan mevcut siyasi zihniyete içkindir. Söz konusu siyasi zihniyet zaten hiçbir ilahi yönlendirmeyi kabul etmeyen, tamamen beşeri bir laik anlayıştan doğduğu için, bu zihniyetin çıkar dışında bir ilkeye sahip olması beklenemez. Batı Avrupa'da doğan ve dünyayı kontrolü altına alan bu zihniyetin hümanizm gibi tüm felsefi yönleri, demokrasi gibi tüm siyasi yönleri ve kapitalizm gibi tüm iktisadi yönleri haddizatında çıkar odaklıdır. Bunlar elbette gücü elinde bulunduran yönetici ve zengin kesimlerin çıkarlarını gerçekleştirecek şekilde kurgulanmıştır. Bazı yönleri ise insanların kendi heva ve heveslerini tatbik etmesi şeklinde tezahür etmektedir.
Bir Müslüman için ise dünyevi ve uhrevi çıkarların anlaşılması için Allah azze ve celle'nin o konudaki iradesinin anlaşılması gerekir.
Allah azze ve celle şöyle buyuruyor:
"Kendilerine 'Haydi (hakem olarak) Allah'ın indirdiğine ve Rasulü'ne gelin!' denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün. Fakat elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir felaket geldiği vakit 'Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka bir şey istemedik.' diye nasıl da Allah'a yemin ederek sana gelirler.
Onlar, kalplerinde olanı Allah'ın bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, onlara yine de öğüt ver ve kendileri hakkında tesirli söz söyle. Biz, bütün peygamberleri ancak Allah'ın izni doğrultusunda kendilerine itaat edilsin diye gönderdik. Onlar, (tağuta muhakeme olmaya gitmek isteyerek) kendilerine yazık ettikleri zaman, (pişman olarak) sana gelip Allah'tan bağışlanmalarını dileselerdi, peygamber de onlara mağfiret dileseydi, elbette Allah'ı daima tevbeleri kabul edici ve çok merhamet edici bulurlardı.
Hayır! Öyle (dedikleri gibi) değil. Rabbine andolsun ki (onlar) aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem yapmadıkça, sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı duymadan tam teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa Suresi, 61-65'inci ayetler)
Hakkıyla iman eden bir kimse için yeryüzündeki en büyük çıkar tevhidin gerçekleşmesi ve yalnızca Allah azze ve celle'ye kulluk edilmesidir. Allah azze ve celle'nin hükümlerinin tatbik edilmesi ve yeryüzünde onun buyurduğu şekilde yaşanmasıdır. Bu cihetle, Müslümanların siyasi açıdan organize olması, insan toplulukları ve devletler oluşturması da bu maksada yöneliktir. Allah azze ve celle'nin hükümlerinin uygulanabilmesi, yeryüzünde İslam'ın yayılması, tevhidin gerçekleşmesi ve fitnenin ortadan kalkması içindir.
Bu doğrultuda, bir İslam devletinin nihai maslahatı ancak buna yönelik olabilir. Bir İslam devleti, kar-zarar, maslahat-mefsedet hesabı yaparken zihnindeki nihai algı budur. Yoksa dünyalık bir menfaat elde etmek yahut insanlara şirin görünmek değildir. İslami bir yönetim, içeride ve dışarıda İslami hedeflerinin gerçekleşmesi için elbette İslam şeriatının sınırları dahilinde siyaset yapacaktır. Bu siyaset kuşkusuz bireylerin ve birey topluluklarının çıkar algısının üzerinde bir düzlemde cereyan eder. Bazen insanlar elbette İslam devletinin bu yöndeki siyasetini anlamayabilir, dini bir gayretle kızıp yöneticilerden daha keskin davranmalarını arzu edebilir. Fakat bu konuda Müslüman yöneticilere itaat etmesi ve devletlerin çıkarının her zaman insanların algıladığı gibi olamayacağını fark etmesi gerekir.
Tabii ki burada üç hususa dikkat edilmesi şarttır: Devletin sisteminin bir İslam sistemi olması. Yöneticinin İslam sınırları dahilinde olması. Devletin peşinden gittiği çıkarların İslam'ın yasakladığı şeyler olmaması. Bunlardan biri dahi yerine getirilmemişse tartışılacak bir durum yoktur, içerisinde bulunulan durum zaten baştan batıldır. Söz gelimi İslami olmayan bir küfür sistemindeki yöneticileri "İslam'ın maslahatlarını değil keyfi maslahatları arzuluyorlar" diye eleştirmek pek makul değildir. Zira bu yöneticiler zaten İslami bir şey yapamazlar, amiyane tabirle bunlardan "kalem kalkmıştır."
Tüm bu anlatılanlar paralelinde, Müslümanların "ulusal çıkar" ile "kurumsal nifak" arasındaki ayrımı iyi yapması gerekir. Hiçbir İslami yönetim, "ulusal çıkar" adı altında İslam'ın emir ve yasaklarını ihlal edemez. "Devlet çıkarları bunu gerektiriyor" diyerek Müslümanlara sırt çeviremez, Müslümanlara karşı kafirlerle iş birliği yapamaz, yeryüzünde Allah azze ve celle'nin dinine savaş açan güçlerle dostluk kuramaz.
Bugün maalesef Fas'tan Türkistan'a kadar Müslüman halklar içerisinden bazı kimselerin, gayri İslami sistemlerin yöneticilerinin yaptığı işleri ve kurduğu ilişkileri "ulusal çıkar" adı altında savunduklarını görüyoruz. Bunlar çıkıyor ve söz konusu yöneticilerin yaptıkları işleri "Müslüman milletlerin çıkarları", "devletlerinin çıkarları" için yaptıklarını söylüyor ve Müslümanlardan bunlara itiraz etmemelerini istiyorlar. Müslümanları "uluslararası siyaseti anlamamakla" itham ediyorlar. Oysa bu yöneticilere itaat etme hususunda Müslümanları bağlayan bir şey yoktur. Bu yöneticiler ancak İslami bir şekilde, Allah azze ve celle'nin emrettiği şekilde, O'nun emir ve yasakları doğrultusunda yönetirlerse Müslümanların kendilerine itaat borcu olur.
Bu yöneticilerin yaptıklarını aklamaya çalışanlar ve Müslümanları da kendilerinin yoluna sevk etmek için uğraşanlar maalesef sinelerinde iki farklı kalp taşıyan münafıklara benziyorlar. Oysa Allah azze ve celle "hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır" (Ahzab Suresi, 4'üncü ayet). Bu kimseler bir yandan Allah azze ve celle'ye iman ettiklerini söylerken diğer yandan ise Allah azze ve celle'nin hükümlerini tamamen göz ardı ederek yaşamaya davet ediyorlar. Bir yandan İslam şeriatından dem vururken diğer yandan İslam şeriatıyla bağdaşmayan işler yapanlara itaate çağırıyorlar. İşte münafıklığın kurumsallaşması dediğimiz şey tam olarak budur. Bir yandan İslam'ın, diğer yandan ise Allah azze ve celle'ye isyanın çıkarlarını gözetmeye çalışmak. Uhrevi işler hususunda Allah azze ve celle'ye, dünyevi işler hususunda ise devletlere iman etmek. Bu, "kurumsal nifak" dediğimiz şeyin ta kendisidir.
Sudan ve Afganistan örnekleri
Siyasi ilişkilerde nifakın yahut imanın tercih edilmesinin dünyevi olarak ne sonuçlar doğuracağına dair uzun vadeli bir örnekle bu yazıyı noktalamak istiyorum. Burada, izah etmeye çalıştığım hususların altını çizmek için Sudan ve Afganistan örneklerinden bahsedeceğim.
Allah azze ve celle yolunda hicret eden ve cihada azmeden mücahidleri himaye etme konusunda, Kâbil ile Habil gibi iki uç noktadaki örnek, Sudan ile Afganistan'dır. Biri "ulusal çıkar" için Müslümanlardan yüz çevirmiş, diğeri ise Müslümanlar için "ulusal çıkar" denen kahrolasıca putu paramparça etmiştir. Her iki ülke de o tarihten bugüne yaklaşık 30 senelik bir süreç yaşamış ve tercihleri bu iki ülkeyi çok farklı noktalara sürüklemiştir.
İki örneği ayrı şekilde ele alalım:
1989 yılında Sudan'da askeri darbeyle iktidara gelen Ömer el Beşir ve ülkedeki diğer İslami hareket mensupları, Sudan'da İslami politikalar uygulayacaklarını ifade etmekteydi. Bu açıdan dünya genelinde baskı altında olan birçok mücahid grup ve kişi de ülkeye kabul edildi, birkaç sene boyunca burada kaldılar. Sudan yönetiminin mücahidleri himaye etmesi tek taraflı bir ilişki değildi. Mücahidler de Sudan'ın Güney Sudan başta olmak üzere iç krizlerine yardımcı oldular. İktisadi olarak geri kalmış bu ülkede yatırımlar yaparak ülkenin kalkınmasına katkıda bulundular. Ancak zaman içerisinde Sudan, başta ABD olmak üzere küresel sistemin baskıları sebebiyle mücahidlere sırt çevirmeye başladı. Hatta üst düzey Sudanlı yetkililer, mücahidleri kovmak ve bazılarını ABD'ye teslim etmek üzere, Amerikalılarla gizli görüşmeler dahi yürüttü. Tüm bunlar neticesinde mücahidler 1996 yılından itibaren ülkeyi terk etmek zorunda kaldı ve geride kalan mallarına da el konuldu. Bunun neticesi ne oldu peki? ABD Sudan'dan razı mı oldu? Sudan'ı "teröre destek veren ülke" kapsamından çıkardı mı? Elbette hayır. 2020 yılı sonuna kadar Sudan bu listede tutuldu.
Allah azze ve celle şöyle buyuruyor:
"Sen onların dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla razı olmazlar." (Bakara Suresi, 120'nci ayet)
Nihayetinde Sudan mücahidleri kovsa da baskılara maruz kalmaya devam etti. Ülkeleri bölündü, Hıristiyan ve paganlara bir "Güney Sudan" teşkil edildi. Baskıları sürdürüp Ömer el Beşir'i 2019 yılında devirdiler. Küresel küfür sistemi bununla da yetinmedi. Ülkede bir iç savaş çıkardılar, destekledikleri iki farklı tarafı birbirleriyle savaştırıp Sudan halkını ölüme, tecavüzlere, açlığa, kıtlığa ve savaşa mahkum ettiler. Bugün Sudan sefaletin, çöküşün ve kaosun ortasında bulunuyor. Yani Sudan'ı yönetenler, Allah azze ve celle'nin şeriatına değil kendi hevalarından ürettikleri "ulusal çıkar" zihniyetine, yani taviz zihniyetine uymalarına rağmen hiçbir çıkar elde edemediler. Elde ettikleri tek şey dünyada ve ahirette rezil olmak oldu.
Diğer örneğimiz olan Afganistan, 1996 yılında Sudan'dan kapı dışarı edilen mücahidleri büyük bir memnuniyetle kabul etti. Müslüman Afgan liderler, mücahidleri kendilerinden bile önde tuttular, mücahid kardeşlerini kendi nefislerine tercih ettiler. ABD başta olmak üzere küresel küfür düzeni mücahidleri kendilerine teslim etmelerini yahut kovmalarını istese de bunu kabul etmediler. Bu sebeple saldırılara, bombardımanlara maruz kaldılar. Nihayetinde 2001 yılında ülkeleri işgal edildi, ancak yine de taviz vermediler. Ellerindeki tüm imkanlarla direnmeye devam ettiler, kendilerine sığınan Müslümanları ABD'ye teslim etmediler. 20 yıllık savaş boyunca Allah azze ve celle onlardan ölenlerin şehid olmasını, kalanların ise büyük bir zaferi kazanmasını nasip etti.
Afgan liderler "ulusal çıkar"larını dar ufuklara hapsetmediler, Müslüman Afgan milletinin dünyevi ve uhrevi çıkarlarının daha uzun vadeli olduğunu fark ettiler. Bu çıkarların İslam fıkhına ve Allah azze ve celle'nin hudutlarına riayet etmekten geçtiği gerçeğini özümsediler. Nihayetinde Allah azze ve celle onlara yeryüzünde hakimiyet verdi, ülkelerine bağımsızlığı ve İslam şeriatını nasip etti. Bugün Afganistan kalkınmaya ve yükselmeye devam ediyor. Geleceğin ne getireceğini yalnızca Allah azze ve celle bilir fakat onlar hak yoldan ayrılmadıkça, ister barış olsun isterse savaş, kimse onlara hiçbir zarar veremeyecektir. Zira onların işleri Allah azze ve celle'ye aittir.
Allah azze ve celle şöyle buyurmuştur:
"Allah, sizden iman edip de salih amel işleyenlere vadetti ki kendilerinden öncekileri hükümran kıldığı gibi elbette onları da yeryüzünde hükümran kılacak, onlar için beğendiği dinlerini mutlaka kendileri için iktidar yapıp sağlam temellere oturtacak ve korkularının ardından onları kesinlikle tam bir güvene erdirecektir. (Çünkü onlar) hiçbir şeyi bana ortak koşmadan kulluk ederler. Artık kim bundan sonra nankörlük ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir." (Nur Suresi, 55'inci ayet)
Tüm bunları anlayabilmek, "ulusal çıkar" kisvesi altına sokulmuş "kurumsal nifak" zihniyetine kapılıp gitmemek temennisiyle...
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.