ABD Başkanı Donald Trump’ın, taraf devletlere çevrenin korunması ile ilgili önemli ve somut yükümlülükler getiren Paris Anlaşması'ndan ABD’nin çekileceğini açıklamasına özellikle AB cephesinden verilen tepkiler söz konusu tercihin siyasi önemini ortaya koysa da aslında uluslararası hukuk açısından bakıldığında anlaşmanın tahkim ettiği uluslararası çevre koruma rejimi çok ciddi bir yara almış değil. Her ne kadar uluslararası siyaset ve hukuku güç merkezli ve büyük güçlerin önceliklerine atıfla okuma genel geçer bir eğilim ise de özellikle normatif yanı güçlü ve çok taraflı iradeyi yansıtan düzenlemelerde bu klişenin çok fazla geçerli olmadığını söylemek mümkün.
En basit tanımıyla uluslararası toplumun hukuku olarak tanımlanabilecek uluslararası hukuk elbette ki güç ilişkilerinden ve bu ilişkilerin ürettiği asimetriden tamamen bağımsız değil. Ancak bu, uluslararası düzenin sadece güçlülerce tanzim edildiği anlamına da gelmiyor. Esasen güvenlik gibi çok az istisna dışında askeri ve ekonomik gücün değil normatif haklılık ve etkinliğin daha belirleyici olduğu ileri sürülebilir. Bu elbette çok ideal bir dünyada yaşadığımız ve küresel barışın güçlü bir umut olduğu anlamına gelmiyor. Ancak işleyen bazı uluslararası hukuk dinamikleri var ve ilgili koşullar sağlandığında bu dinamikler son derece somut denilebilecek sonuçlar üretebiliyor.
Bu türden somut sonuçları henüz doğrudan devletler arası güvenlik ilişkilerinde gözlemlemek mümkün değil; ama özellikle küresel bir nitelik arz eden ve çözülmesi gereği konusunda bir mutabakatın kendisini gösterdiği konularda zaman zaman güçlü bir hukuki çerçeve ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla aslında bu türden bir çerçevenin somut bir çözüm olarak kabul edilmesinin hem normatif ve hem de pragmatik bir yönü bulunuyor. Devletler ve devlet dışı aktörlerin yanı sıra BM’nin de dahil olduğu etkili bir koordinasyon, çok taraflı müzakereler sonucunda bu tür sorunlarda kalıcı çözümler üretebiliyor.
Çok genel hatları ile bu şekilde özetlenebilecek şablona uygun özellikle 1990 sonrası döneme ait bir dizi önemli örnek gösterilebilir. Uluslararası cezai sorumluluğun tanınması ve bununla ilgili tedbirlerin alınması, kara mayınlarının silahlı çatışmalarda kullanılmasının önlenmesi, çocuk hakları ile ilgili bir dizi düzenlemeler ve çevre ile ilgili bazı düzenlemeler, BM’nin bir nevi koordinatör olarak rol aldığı ve büyük güçler itiraz etse veya hoşnutsuz olsa da uluslararası toplumun iradesini yansıtan yeni bir diplomasi ve uluslararası hukuk yaratma modelinin başarıları arasında sayılabilir.
Bir uluslararası çevre koruma rejiminin bileşenlerinden birisi olan Paris Anlaşması çok fazla detaylar içermese de birkaç açıdan farklılık ve önem arz ediyor. Bunlardan birincisi teknik ve somut denilebilecek yükümlülükler tanımlaması. İkincisi, anlaşmanın yürürlüğe girmesi için öngörülen eşiğin yüksek tutulması. 55 devletin onaylamasının şart koşulduğu anlaşma bu koşula ilave olarak taraf devletlerin karbon emisyon oranlarının da yüzde 55 oranını geçmiş olmasının da altını çiziyor. Yani geleneksel antlaşmalardan farklı olarak iki yüksek denilebilecek eşik belirlenmiş oluyor. Bununla da yetinmeyen müzakereci taraflar anlaşmaya çekinceyi imkansız hale getiren bir madde üzerinde uzlaşıyorlar. Bu üç kriter dikkate alındığında, hele de somut yükümlülüklerin de varlığında, anlaşmaya taraf olacak devlet sayısının az olacağı beklenebilir. Ancak bu son derece yüksek eşiğin tercih edilmesinin de çok önemli bir nedeni bulunuyor: ortaya çıkacak rejimin ve hukuki yükümlülüklerin güçlü bir meşruiyet temeline sahip olması.
İlginç bir şekilde, uluslararası antlaşmalar tarihinin klasik örneklerinden farklı olarak, yukarıda özetlenen modelin diğer örneklerinde olduğu gibi, Paris Anlaşması son derece kısa bir sürede yürürlüğe giriyor. Kabul edilmesinin üzerinden bir yıl geçtikten sonra sözü edilen yüksek eşikleri geçen anlaşmaya taraf olan devlet sayısı bugün 150’ye yaklaşmış durumda. Yani anlaşma son derece güçlü bir meşruiyete sahip. Söz konusu meşruiyetin temel ayakları ise şunlar: son derece somut yükümlülükler tanımlanıyor, çekincelere izin verilmiyor ve daha da önemlisi anlaşmaya taraf olan devlet sayısı benzersiz bir biçimde çok kısa sürede 150’ye yaklaştı.
Gerek 2000’li yılların hakim uluslararası hukuk yapma modeli, gerekse de Paris Anlaşmasının sözü edilen hikayesi ve gelişimi dikkate alındığında ABD’nin Anlaşmadan çekilmesinin çok önemli olmadığı söylenebilir. Elbette ABD’nin keskin bir tercihini ortaya koyması bakımından bu adım siyasi bir gösterge olarak ele alınabilir. Ancak bu gösterge uluslararası hukukun etkisi veya uluslararası çevre koruma rejiminin geleceği ile ilgili değil, daha çok ABD’nin dünya siyasetindeki yeri, ama özellikle de transatlantik ilişkilerin sıhhati ve güvenirliği ile ilgili ipuçları verebilir.
Diğer bir ifadeyle ABD’nin anlaşmadan çekilmesi ne anlaşmayı yaralayacak, ne de çevre koruma ile ilgili ortaya çıkan küresel eğilimi sekteye uğratacaktır. Bu elbette anlaşma çok başarılı olacak veya çevre koruma rejimi çok büyük ilerlemeler gösterecek anlamına gelmiyor. Ancak rejimin ve anlaşmanın başarı veya başarısızlığında ABD’nin anlaşmaya taraf olarak kalması veya anlaşmadan çekilmesi etkili ve belirleyici olmayacak. Anlaşmanın geleceği ve başarısı büyük ölçüde zaten çevreye duyarlı tarafların çabaları ile belirlenecek. Dolayısıyla ABD’nin bu konudaki tavrını gerek anlaşmanın, gerekse de çevre koruma rejiminin geleceği ve başarısı bağlamında ele almak ve uzun uzadıya değerlendirmek gereksiz.
Öte yandan aslında ABD’nin anlaşmadan çekilme kararı da doğrudan anlaşmadan ayrılma anlamına da gelmeyebilir. Haber ajanslarına çekilme olarak yansıyan açıklamaların pratiğe dökülmesi ve ABD’nin anlaşmadan gerçekten (hukuki anlamda) çekilmesi dört yılı bulabilecek. Söz konusu dört yılın sonuna kadar Amerikan yönetimi bu iradesini muhafaza edebilir ve nihayetinde de gerçekten ABD anlaşmadan çekilebilir. Ancak bunun gerçekleşmeme ihtimali de var; hatta bence bu güçlü bir ihtimal aslında. Uluslararası Ceza Mahkemesine Bush döneminde adeta savaş açan ABD, kısa süre içinde pes etmek ve Mahkemenin meşruiyetini dolaylı da olsa kabul etmek zorunda kalmıştı. Aynı şeyin Paris Anlaşması örneğinde de gerçekleşmesi güçlü bir ihtimal.
Ayrıca çekilmeyi ciddi bir güç gösterisi veya keskin bir dönüş olarak da değerlendirmek doğru değil. Çünkü Paris Anlaşması, yürürlüğe girdikten sonra bir yıl içinde taraflara anlaşmadan çekilme iradesi gösterme imkanı sağlıyor. ABD dışında hiçbir taraf devlet bu seçeneği kullanmış değil; yani taraf devletler, bu seçeneğe rağmen, taraf olma iradelerini muhafaza ediyorlar. ABD’nin tavrı ise değişime çok açık bir eğilimi yansıtıyor. Yani kalıcı bir tercihten çok konjonktürel bir tercih söz konusu.
Siyasi bir tercih olarak Obama yönetimi Anlaşmaya katılma iradesi göstermişken ABD’nin tek taraflı ve “istisnaicilik” tavrını yansıtan Trump yönetimi ise anlaşmadan çekilme gibi aslında daha çok kamuoyunu şaşırtan popülist bir davranış sergiledi. Burada anlaşmanın kongrede onaylanmadığını hatırlatmak gerekir. Dolayısıyla, kimi Amerikan anayasa hukukçularına göre Paris Anlaşması için kullanılamayacak yürütme yetkileri ile kabul edilen anlaşma, bir meclis meşruiyetine zaten sahip değil. Kongrenin çok taraflı düzenlemelere yönelik olumsuz tavrı dikkate alındığında Obama yönetiminin bu tercihini anlamak mümkün. Ancak sonuç itibarı ile ortada bir idari tasarrufun sonucu olarak ABD’nin katıldığı ve sonrasında yine başka bir idari tasarrufla çekildiği (daha doğrusu çekilmeyi düşündüğünü gösterdiği) bir anlaşma var. Üstelik bu anlaşma uluslararası toplumun ciddi desteğine sahip.
Bir başka önemli nokta da şu. ABD’nin anlaşmadan çekilmesi (nihai tahlilde çekilse bile) pratikte çok bir şey değiştirmeyecek çünkü Amerikan iç hukukunun çevre ile ilgili düzenlemeleri Paris Anlaşmasının belirlediği yükümlülükler ile büyük ölçüde örtüşüyor. Yani Trump yönetimi anlaşmadan çekilse de mevcut iç hukuk mevzuatı anlaşmaya aykırı pratik adımları imkansız kılıyor. İronik bir şekilde, anlaşmada çerçevesi belirlenen yükümlülüklerden kurtulmak istiyorsa Trump yönetiminin, çevre ile ilgili kendi iç hukukunu değiştirmek için çaba göstermesi gerekiyor.
Yukarıda kısaca yapmaya çalıştığım tartışma, ABD’nin Paris Anlaşmasından çekilmesinin uluslararası hukuk ve küresel çevre koruma rejimi açısından önemli bir fark yaratmayacağını gösteriyor. Bu nedenle Trump yönetiminin bu tercihine, uluslararası hukuk anlamında büyük anlamlar yüklememek gerekiyor.
Kaynak: Haberiyat