7 Ekim'de İsrail "savaş halinde" olduğunu duyurdu. Güney İsrail kasabalarına ve yerleşim yerlerine yapılan saldırıların ardından İsrail hükümeti "İsrailli sivilleri savunmak için geniş çaplı bir operasyon" başlattığını ilan etti.
İki gün sonra Savunma Bakanı Yoav Gallant, Gazze'nin tamamen abluka altına alındığını, elektrik, yakıt, su ve gıda kaynaklarının kesildiğini duyurdu ve "İnsanımsı hayvanlarla savaşıyoruz" dedi.
O tarihten bu yana İsrail'in Gazze şeridine yönelik bombardımanlarında üçte birinden fazlası çocuk olmak üzere 17.700'den fazla Filistinli hayatını kaybetti. Bölgede 1.7 milyondan fazla insan yerinden edildi ve sivillerin kaçabileceği güvenli bir bölge kalmadı.
Bu ölüm ve yıkımın ortasında, Batı medyası ve siyasi çevrelerindeki hakim söylem, bunun bir "savaş hali" olduğu, İsrail'in "terörizme" karşı "kendini savunma hakkı" olduğu ve Filistinlilerin durumunun "insani" bir mesele olduğu yönünde. Uluslararası hukuktan ödünç alınan bir dille desteklenen bu çerçeveleme, sahadaki gerçekliği tamamen çarpıtmaktadır.
Şu anda Filistin ve İsrail'de yaşanan her şey, uluslararası hukuka göre yasa dışı olan sömürgeleştirme, işgal ve apartheid bağlamında gerçekleşmektedir. İsrail sömürgeci bir güçtür ve Filistinliler de sömürgeleştirilmiş yerli halktır. Bu koşulları hatırlatmayan herhangi bir uluslararası hukuk referansı, hikayeyi çarpıtmaktır.
İsrail: Bir sömürgeci
İsrail'in sömürgeci bir devlet olarak statüsü Birleşmiş Milletler'in kurulduğu ilk günlerde belliydi. Filistin vakasının özelliği ve buna bağlı olarak yanlış temsil ve manipülasyona yatkınlığı, Küresel Güney'in kitlesel sömürgeleştirilmesinin teorik olarak sona erdiği bir dönemde sömürgeleştirilmiş olmasıdır.
Örneğin, Siyonist projeyi mümkün kılan ana aktörlerden biri olan Yahudi Ajansı temsilcisi Ayel Weizman, İsrail devletinin tanınmasının görüşüldüğü 1947 yılında BM Filistin Özel Komitesi'nin oturumları sırasında o dönemde yaşananları Yahudilerin "Filistin'i sömürgeleştirmesi" olarak tanımlamıştır.
1950'lerden 1970'lere kadar BM Genel Kurulu tarafından alınan kararlar Filistin'i diğer sömürgeleştirilmiş uluslarla bir tutma eğilimindeydi. Örneğin, 1973 tarihli 3070 sayılı karar, BM Genel Kurulu'nun "halkların kendi kaderini tayin etme ve bağımsızlık hakkını tanımayan tüm hükümetleri, özellikle de halen sömürge altında bulunan Afrika halklarını ve Filistin halkını kınadığını" ilan etmiştir.
Benzer şekilde, Filistin davası da apartheid Güney Afrika davasına yakın bir durum olarak tasvir edilmiştir. Örneğin, 1971 tarihli 2787 sayılı kararda Genel Kurul'un "özellikle Güney Afrika'da ve bilhassa Zimbabve, Namibya, Angola, Mozambik ve Gine [Bissau] halklarının yanı sıra Filistin halkının Birleşmiş Milletler Şartı'na uygun tüm mevcut araçlarla kendi kaderini tayin etme ve sömürgeci ve yabancı tahakkümünden ve yabancı boyunduruğundan kurtulma mücadelesinin yasallığını teyit ettiği" belirtilmiştir.
1967 savaşının ardından İsrail'in Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze, Sina Yarımadası ve Golan Tepelerini işgal etmesi, BM Güvenlik Konseyi'nin 242 sayılı kararının alınmasına yol açmış, bu kararın giriş bölümünde "savaş yoluyla toprak kazanımının kabul edilemezliği" vurgulanmış ve "İsrail silahlı kuvvetlerinin son çatışmada işgal edilen topraklardan çekilmesi" çağrısında bulunulmuştur.
Ancak karar metninin İngilizce versiyonunda "işgal edilen topraklar" ifadesinin kasıtlı olarak muğlak bırakılması, İsrail tarafından yarım yüzyılı aşkın bir süredir işgal ve ilhakını meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Aynı zamanda İsrail'in yerleşim yerleri inşa etmeye başlamasının da önünü açmıştır ki BM Filistin topraklarındaki insan hakları durumu Özel Raportörü Francesca Albanese, A/77/356 sayılı raporunda bunu Batı Şeria'yı "kolonileştirmek" olarak tanımlamıştır.
Sömürgeleştirme ve işgal bağlamı, 1993 yılında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasıyla bir kenara itildi ve bu anlaşma uluslararası kamuoyuna "Filistin-İsrail çatışmasını" sona erdiren bir "barış anlaşması" olarak sunuldu. Ancak elbette böyle bir şey olmadı.
Filistin halkının İsrailli sömürgecileri tarafından baskı altına alınması ve mülksüzleştirilmesi devam etti.
Savunma ve direnme hakkı
Kolonizasyon ve işgal bağlamının ortadan kaldırılması, Filistinlilerin yalnızca iki kategoriden biri olarak tasvir edilmesini kolaylaştırmıştır, insani bir krizin "kurbanları" ya da "teröristler".
Filistinlilerin içinde bulunduğu kötü durumun insani bir mesele olarak gösterilmesi, bu durumun temel nedenlerinin üstünü örtmektedir. Çok sayıda BM ve hak örgütü raporunun da işaret ettiği üzere, İsrail işgali ve apartheid Filistin ekonomisini mahvetmiş ve Filistinlileri yoksulluğa mahkum etmiştir. İnsani yardım unsuruna odaklanmak yardım bağımlılığını devam ettirmekte ve hesap verebilirlik ve tazminat taleplerini göz ardı etmektedir.
Öte yandan, Filistinlileri "terörist" olarak sunan söylem, İsrail ordusunun amacının her zaman etnik temizlik, boyun eğdirme ve yerinden etme de dahil olmak üzere mümkün olan her yolla "Filistin sorununu" ortadan kaldırmak olduğu gerçeğini gizlemektedir. Ayrıca Filistin halkının uluslararası hukukta belirtilen direnme hakkını da inkar etmektedir.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, giriş bölümünde "eğer insanlar son çare olarak zorbalık ve baskıya karşı isyana başvurmak zorunda kalmayacaklarsa, insan haklarının hukukun üstünlüğü tarafından korunması esastır" vurgusunu yapmaktadır. Aslında bu, insan haklarının korunmadığı durumlarda tiranlığa ve baskıya karşı isyanın kabul edilebilir olduğu anlamına gelmektedir.
Benzer şekilde, 1950-1970'li yıllara ait birçok BM Genel Kurul kararı, Cenevre Sözleşmelerinin Birinci Protokolü ve Uluslararası Adalet Divanı içtihadı, halkların kendi kaderlerini tayin etmek için ellerindeki tüm araçlarla mücadele etmelerinin meşruiyetine dair kanıtlar sunmaktadır.
Tabii ki, hangi şekilde olursa olsun direnen Filistinliler, uluslararası insancıl hukukun düşmanlıkların yürütülmesine ilişkin kurallarına tabidir.
Filistinlilerin direnme hakkının inkarı, İsrail ve müttefiklerinin sürekli olarak İsrail'in "kendini savunma hakkını" dile getirmeleriyle paralel gitmektedir. Ancak meşru müdafaa adına güç kullanımını meşrulaştıran BM Antlaşması'nın 51. Maddesi, tehdit işgal altındaki bir topraktan kaynaklandığında devreye sokulamaz.
Uluslararası Adalet Divanı, İşgal Altındaki Filistin Topraklarında Duvar İnşasının Hukuki Sonuçları (2004) konulu tavsiye kararında bu ilkeyi yeniden teyit etmiştir.
İsrail'in 2005 yılında askerlerini ve yerleşimlerini Gazze'den tek taraflı olarak çekmiş olmasına rağmen, bölge üzerinde hala etkin bir kontrol uyguladığını belirtmek önemlidir. Bu gerçek son iki aydır İsrail'in Gazze halkının yaşaması için elzem olan gıda, su, tıbbi malzeme, elektrik ve yakıtı kesme yoluna gitmesiyle bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Uluslararası insancıl hukuka göre Gazze İsrail tarafından işgal altındadır ve İsrail, etkin bir şekilde kontrol ettiği bir bölgeden kaynaklanan bir tehdide karşı meşru müdafaayı saldırganlığının meşru bir nedeni olarak ileri süremez.
Bu anlamda İsrail, Gazze'de "meşru müdafaa" bağlamında değil, işgal bağlamında savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçu işlemektedir. İsrail ordusu ayrım gözetmeksizin ve orantısız bir şekilde bombardıman silahları kullanmakta, Gazze'de 1.7 milyondan fazla insanı zorla yerinden etmekte, yakıt, elektrik, gıda, su ve tıbbi malzemeleri kesmekte ve toplu cezalandırmaya varan uygulamalarda bulunmaktadır.
Ne yazık ki bu suçlar bir istisna değil, İsrail'in son 75 yıldır Filistin halkına uyguladığı sistematik şiddetin bir parçasıdır.
Modası geçmiş savaş kanunları
İsrail ve destekçileri Gazze'deki şok edici sivil ölümlerini meşrulaştırmaya çalışırken sık sık savaş hukukuna atıfta bulunarak "canlı kalkan" ve "misilleme" gibi kavramları öne sürüyorlar.
Bu iddiaların kusurlu argümanları ve kanıt eksikliğinin yanı sıra, sömürgeci güçler tarafından kodlanmış ve son derece modası geçmiş bir dizi norma da dayanmaktadırlar.
Savaş kanunları sömürge dönemlerinde egemen devletler arasında güç kullanımını düzenlemek üzere bir araya getirilmiştir. Sömürgeler açıkça egemen eşitler olarak görülmüyordu ve yasalar yerli halklar, topraklar ve kaynaklar üzerindeki egemenliği sürdürmek için tasarlanmıştı.
Bu yasalar bir çatışmanın tarafları arasındaki güç asimetrisini hesaba katmamaktadır. Savaştaki teknolojik değişimlere cevap vermemektedirler. Savaşı şekillendiren ekonomik ve siyasi çıkarları hesaba katacak şekilde tasarlanmamışlardır. Son 75 yılda, bu eksikliklere meydan okumak için önemli çabalar sarf edilmiş, ancak Küresel Kuzey devletleri sistematik olarak bunların altını oymuştur.
Günümüzdeki savaşların çoğunun Küresel Kuzey dışında gerçekleştiği ve savaş işinden elde edilen kârların ağırlıklı olarak Küresel Kuzey ekonomilerini beslediği düşünüldüğünde bu durum şaşırtıcı değildir.
Bu yasaları sahadaki gerçekliğe uygun bir şekilde güncellemek güçlü devletlerin çıkarına değildir. Son 20 yılda Küresel Kuzey, savaş yasalarını sömürgecilikten arındıracak şekilde güncellemek yerine, kendi "terörle savaşına" uygun yeni bir çerçeve dayatmıştır.
Bu nedenle, İsrail Gazze ve Batı Şeria'da Filistinlileri yok ederken, ana akım uluslararası hukuk tepkisinin, çarpıtmaları ve yanlış temsilleri göz ardı eden ve olayları isimleriyle -yerleşimci sömürgeciliği, direniş ve halkın kendi kaderini tayin hakkı- adlandırmayı reddeden süregelen bir sömürgeci tutumu yansıtması şaşırtıcı değildir.
Bu acımasız şiddet döngüsünden çıkmanın tek yolu, Filistin'deki sömürgeci ortamın tam ve kesin olarak kabul edilmesidir. İsrail, Filistin'deki sömürgecilik, işgal ve apartheid uygulamalarına son vermeli, uzlaşma ve tazminat yoluna gitmelidir.
Al Jazeera için kaleme alınan bu analiz Mepa News okurları için Türkçeleştirildi. Analizde yer alan ifadeler Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.