Selahaddin Eyyubi, Müslümanları kutsal topraklar etrafında birleştirerek yola çıktı ve kendisinden önceki, bir şey yapmaktan korkan emirler gibi olmamaya karar verdi. Ve bu Haçlılarla savaşın başlangıcıydı. Haçlılar Kudüs dâhil tüm sahil şeridini ve Şam bölgesinin birçok önemli şehrini ele geçirmişlerdi.
Müslüman liderler, Selahaddin'e Rumlara karşı savaşmanın çılgınlık olduğunu anlatıyorlardı. Onlar, Rumların "uçsuz bucaksız bir deniz" olduğunu söylüyorlardı. Bir diğer deyişle diyorlardı ki; Rumlar bize bir sel gönderecekler, çünkü Avrupa birleşmiş ve halkı da çok büyük ve bölünmüş bir ümmetle savaşacaklar. Öyle ki Selahaddin, ümmetin bir bölümüyle savaşıyordu ve o dönemde ümmet paramparça bir vaziyetteydi.
Birçok âlim, cihat aşkıyla Şam'da savaşmak için hazırlandılar ancak sayıyı duyduklarında birçoğu geri döndü. Onlar neden geri döndüler? Sayı fazla olunca fıkıh değişiyor muydu?
Onlar Allah yolunda cihada gittiler ama sayı ve "ulema" olmaları nedeniyle geri döndüler. Burada önemli bir ders var ve şunu bilmek de önemlidir ki "ulema yanılmaz değildir ve onlar enbiya değildir". Eğer insanlar körü körüne ulemanın peşinden giderlerse ulemanın onları doğru yola götüreceğine dair bir garanti yoktur. Bu, tüm âlimler için bir genelleme değil, ibn Atir'in dediği gibi geri dönen bazıları içindir.
Bu ümmet içerisinde her zaman sorumluluktan kaçma yolları arayanlar var olacaktır ve bunlar hep "âlimler diyor ki", "bu âlim bize fetva vermedi", "bu âlim bize Allah yolunda cihat etmemizi söylemedi" vs. argümanlara tutunacaklardır.
Fakat ulema, gerçekten de ulema ise, başka türlü konuşuyorsa, doğru şeyleri anlatıyorsa ve doğru menhece sahipse onu derhal suçlarlar. Onlar hapiste olabilirler, öldürülebilirler, yeraltında bulunabilirler, TV kanalları hutbelerini yayımlamadığı için meşhur olmayabilirler ancak onlar gerçek "Ulema"dırlar.
Bir diğer konu da; bir kişinin ilminin O'nun ne kadar meşhur olduğuna bağlı olduğu enteresan bir zamanda yaşıyoruz. İlmin standardı bu değildir. Eski zamanlarda bir âlim, ulemanın şahitliğiyle âlim olurdu. Hocası O'na tezkiye verirdi ve artık bir âlim olduğunu söylerdi. Âlimler içinde en bilgili olduğu düşünülen kişi, fetva makamına oturabilirdi ama şimdi hükümet bir kişiyi âlim olarak atıyor ve o kişi birden "Âlim" oluveriyor. Çünkü O, gerçekten âlim olduğu için değil, hükümet tarafından bu pozisyona getirildiği için ‘Âlim’dir. Ve artık O, uydu kanallarında, radyo programlarında çıkan meşhur bir âlim olur. Fakat bu ilim için doğru bir standart değildir. Bizler, nerede olursa olsun Hakk'ı izlemek zorundayız.
İbn Katir diyor ki, bu âlimler sayıyı duyduklarında kaçtılar. Çünkü bunlar ‘âlim’diler ve bunun için kendilerine delilleriyle mazeret buluyorlardı. Ayetleri nasıl eğip bükeceklerini biliyorlardı ve bunları da uygulanacak şeriat gibi gösteriyorlardı. "Üzgünüm, ben bir korkağım. Cihada gidemem!" diyerek korktuklarını itiraf etmiyor, onun yerine cihada çıkmakta bir hikmet olmadığını veya Selahaddin'in bir deli olduğunu, O'na savaşa çıkmamasını söylediklerini ama yine de O'nun savaşa çıktığını, yine Selahaddin'in ilim sahibi olmadığını, doğru dürüst Arapça bilmediğini, O'nun fetva verecek yada ümmeti bu zahmetli yola götürecek ve bu devasa orduyla savaştırarak felaket getirecek biri olmadığını vs. söylediler. "Ulemaya gelip bizden fetva almalıydı ama gelmedi. Şimdi gitsin, ölsün" dediler. Böylece onlar savaştan kaçtılar. Fakat ne oldu? Bu, Allah'ın bu âlimler için, Selahaddin için ve bu ümmet için bir imtihanıydı.
Onlar Akka'ya varana kadar 300 bin kişilik ordu, 1000 kişiye düşmüştü. 300 bin kişiden sadece 1000'i Selahaddin'e ulaşmıştı. Peki, kim akıllıydı? Selahaddin mi, yoksa savaştan kaçan âlimler mi?
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.