Sovyetlerin malları ve hizmetleri, dünya standartlarını yakalayamıyordu. Yirminci yüzyılın sonunda dünya ekonomisi büyük bir çalkantı yaşamaktaydı; ancak piyasa sistemlerini kullanan Batılı ekonomiler, hizmet sektörüne iş gücü sağlayabiliyor; ağır endüstrileri yeniden örgütleyebiliyor ve bilgisayar ortamına geçiyordu.
Sovyetler Birliği ise tüm bu değişimlere ayak uyduramıyordu. Örneğin Gorbaçov 1985 yılında başa geldiğinde, Sovyetler Birliği’nde 50.000 adet şahsi bilgisayar vardı; Amerika’da ise aynı dönemde 30 milyon! Dört yıl sonra Rusya’daki kişisel bilgisayar sayısı yaklaşık 400.000’i bulduğunda, Amerika’daki sayı 40 milyona varmıştı. Endüstrinizin %92’si ortalamanın altındayken, bir süper güç olarak yolunuza devam etmek zor olsa gerek.
Sovyetler Birliği, Doğu Almanya’daki komünist hükümeti desteklemek üzere herhangi bir güç kullanmadığı zaman ve Berlin Duvarı da Kasım 1989’da sevinçli kalabalıklar tarafından yıkıldığında, Soğuk Savaş’ın artık sona erdiği söylenebilirdi. Peki, Soğuk Savaş niçin sona erdi? Burada ileri sürülecek argümanlardan biri, çevreleme politikasının başarılı olduğuydu. George Kennan, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardında şöyle bir iddiada bulunmuştu: ‘’Eğer Amerika Birleşik Devletleri Sovyetler Birliği’nin yayılmasını durdurabilmiş olsaydı, ideolojiyi beslemek artık mümkün olmayacak ve Sovyet komünizmi giderek eriyip yumuşayacaktı. Yeni fikirler ortaya çıkacak; insanlar da artık komünizmin, geleceğin dalgası olmadığının farkına varacaklar; tarihin Komünizmin yanında olmadığını göreceklerdi.’’
Kennan, geniş bir çerçeveden bakıldığında, aslında haklıydı. Amerika’nın askeri gücü, Sovyetler’in yayılmasında caydırıcı etkide bulunmuştu; Batı’nın kültür, değerler ve fikirler yoluyla uyguladığı yumuşak güç ise, Komünist ideolojinin yok olmasına katkı sağlamıştı. Ancak, zamanlama bulmacası henüz çözülmüş değil: Niçin 1989? Soğuk Savaş niçin kırk yıl sürdü? Ortamın yumuşaması niçin bu kadar zaman aldı? Başka bir açıdan bakıldığında, niçin bir on yıl daha devam etmedi? Çevreleme politikası başarılıydı, ancak tüm bu sorulara tam bir yanıt verdiği söylenemez. Bir başka açıklama ise, ‘’emperyal sınırların gereğinden fazla yayılması’’ idi. Yale Üniversitesi’nden tarihçi Paul Kennedy’ye göre, imparatorluklar, aşırı bir biçimde yayılırlar; ta ki bu yayılma, imparatorluğun iç gücünü baltalamaya başlayana dek. Ekonomisinin dörtte birinden fazlası savunma ve dış ilişkilere ayrılmışken (1980’li yıllarda Amerika’nın bütçesindeki %6’lık payla kıyaslandığında), Sovyetler Birliği’nin gereğinden fazla yayıldığı söylenebilir. Ancak, Kennedy’ye göre, tarih boyunca aşırı yayılan çok-uluslu imparatorluklardan hiçbiri, büyük bir güç savaşında mağlup olana veya zayıflayana dek kendi etnik topraklarına kadar geri çekilmemişlerdir.
Oysa Sovyetler Birliği, büyük bir güç savaşında ne yenilmiş ne de zayıflamıştı. Getirilen üçüncü bir açıklama ise, Amerika’nın 1980’li yıllardaki askeri yapılanması nedeniyle Sovyetlerin Soğuk Savaş’ta teslim olmaya zorlanması yönündeydi. Bu açıklamada bir nebze gerçeklik payı bulunuyor; keza Amerikan Başkanı Ronald Reagan’ın politikaları, Sovyetler Birliği’nin emperyal olarak aşırı yayıldığı hususunu dramatikleşmiştir. Ancak yine de temel soruya gerçek bir yanıt bulmak henüz mümkün değil. Her şey bir yana, Amerika’nın askeri yapılanmasının erken dönemlerinde böyle bir etkide bulunmuş olamaz. Peki niçin 1989? Bu konuda çok daha derin sebeplere eğilmemiz gerekiyor; çünkü Amerika’nın 1980’li yıllardaki söylemi ve politikasının Sovyetlerle Birliği’nin çöküşünün temel nedeni olduğunu söylemek, tıpkı gün ağarmadan önce öttüğü için güneşin gökyüzüne yükseldiğini düşünen horozun durumu gibi olur.
Üç temel sebebe bakarak Soğuk Savaş’ın sona ermesinin zamanlaması konusunda daha doğru değerlendirmelere varabiliriz: Tetikleyici, orta dereceli ve derin sebepler… Soğuk Savaş’ın sonlanmasında en önemli tetikleyici sebep, bireysel olanıydı: Mikhail Gorbaçov. Kendisi, komünizmin yerine başka bir şey koymayı değil, onu reforma tabii tutmayı istedi. Bununla birlikte, reform bir kartopu etkisiyle, üstten değil doğrudan doğrudan alttan idare edilen bir devrime dönüştü. Gorbaçov iç ve dış politikasında başlattığı bir dizi eylem ile hem Sovyetler’in süregiden çöküşünü hızlandırdı, hem de Soğuk Savaş’ın daha çabuk sonlanmasını sağladı. İlk kez 1985 yılında göreve geldiğinde, Gorbaçov, mevcut ekonomik durgunluğun önüne geçmenin bir yolu olarak Sovyet halkını disipline etmeye çalıştı. Disiplin, sorunu çözmeye yetmeyince ise, Perestroyka veya ‘’yeniden yapılandırma’’ fikrini ortaya attı; ancak en üstten bir yeniden yapılandırma sağlayamadı; çünkü Sovyet bürokratlar, onun emirlerinin uygulanmasını engellemeye devam ettiler. Gorbaçov, bürokratlarını harekete geçirmek için Glastnost, veya açık tartışma ve demokratikleşme stratejisine başvurdu. Halkın sistemin işleyişine dair rahatsızlığını harekete geçirerek, bürokratlar üzerinde baskı kurabileceğine, böylelikle de Perestroyka’nın işlerlik gösterebileceğine inanmıştı. Ancak ne zaman ki glastnot ve demokratikleşme sonucunda insanlar düşündüklerini söylemeye ve o yönde tercihlerini şekillendirmeye başladılar, bir çok kişi ‘’Eski günlerimizi geri istiyoruz. Yeni bir Sovyet vatandaşı şekli yoktur. Bu, emperyal bir hanedanlıktır ve bu imparatorluğa ait değiliz,’’ demeye yöneldi. Gorbaçov, Ağustos 1991’de sertlik yanlılarının başarısız darbe girişiminin ardından artık giderek bariz bir hal alan Sovyetler Birliği’nin dezentegrasyon sürecinin önünü açmış oldu. (26) Aralık 1991 itibariyle Sovyetler Birliği artık tarih sahnesinden silinmişti. Gorbaçov’un ‘’yeni anlayış’’ olarak adlandırdığı dış politikası da, Soğuk Savaş’ın sonlanmasına katkıda bulundu. Bu politikanın iki önemli unsuru bulunmaktaydı:
1.Ortak güvenlik kavramı gibi fikirleri değiştirmek: Gorbaçov ve etrafındaki kişiler, giderek karşılıklı bağımlılık düzeyi artan bir dünyada, güvenliğin sıfır toplamlı bir oyun olduğunu söylediler ve herkesin bu oyunda işbirliği yoluyla fayda sağlayabileceğine dikkat çektiler. Rekabetin çığırından çıktığı bir ortamda, nükleer tehdidin varlığı, her şeyin birlikte yok olabileceği anlamına geliyordu. Mümkün olduğunca fazla nükleer silah üretmeye çalışmak yerine, Gorbaçov, ‘’kendi kendine yeterlilik’’ doktrinini öne sürmüş; buna göre oldukça düşük düzeyde bir korunma imkanının yeteceğine inanmıştı.
2.Yayılmacılığın, faydadan çok maliyet getireceğine dair inancı: Sovyetlerin Doğu Avrupa üzerinde kurdukları denetim, son derece maliyetliydi ve çok az bir yarar sağlamaktaydı. Afganistan’ın işgali ise oldukça maliyetli bir felaketle sonuçlanmıştı.
Dolayısıyla, 1989 yaz dönemi itibariyle, Doğu Avrupalılara giderek daha fazla özgürlük verilmeye başlandı. Macaristan, kendi toprakları üzerinden Avusturya’ya kaçmaları için Doğu Almanlara izin verdi. Doğu Almanların bu şekilde göç etmesi ise, Doğu Alman hükümeti üzerinde korkunç bir baskı doğurdu. Buna ek olarak, Doğu Avrupalı hükümetlerin, gösterileri durdurmaya artık sabrı ve gücü(ne bu konudaki Sovyet desteği) kalmamıştı. Kasım ayında, Berlin duvarı yıkıldı –tüm bunlar, oldukça kısa bir süreç içinde gerçekleşen bir dizi olayın tetiklemesinin çarpıcı bir sonucuydu.
Burdan şu sonuca varabiliriz: Bu olaylar, Gorbaçov’un yaptığı yanlış hesaplamalardan kaynaklandı. Komünizmin ‘’tamir edilebileceğini’’ düşünmüştü; ama aslında onu tamir etmeye çalışırken, içinde koskocaman bir delik açıvermiş; bu delikten de dışarı doğru batırılmış güçler yaşanmaya başlanmıştı. Bu baskılar, hızlı bir şekilde tüm sistemin çökmeye başlamasının da ilk işaretini vermiş oldu.
Ancak, yine de şu soru henüz yanıt bulabilmiş değil: ‘’Niçin 1989? Niçin bu lider ile birlikte?’’ Gorbaçov, bir ölçüde tarihin bir kazasıydı. 1980’li yılların başında, Sovyetlerin üç lideri birbiri ardı sıra öldü. ‘’1956 Kuşağı’’ denilen ve Kruçev döneminde ortaya çıkan genç kuşak, ancak eğer Komünist Parti Politbüro’nun üyeleri, 1985 yılında Gorbaçov’un sertlik yanlısı rakiplerinden birisini seçmiş olsalardı, çökmekte olan Sovyetler Birliği bir on yıl kadar daha ayakta kalabilir; bu denli hızlı şekilde çökmezdi. Gorbaçov’un kişiliği, bu zamanlamayı önemli ölçüde acıkıyor.
Orta dereceli sebeplere gelirsek, Kennan ve Kennedy, birlikte hedef tahtasında yer almaktaydılar. İki önemli orta dereceli sebep ise, liberal fikirlerin yarattığı yumuşak güç ve realistlerin ön plana çıkardığı ‘’imparatorluk topraklarının gereğinden fazla yayılması’’ idi. Açıklık ve demokrasi fikirlerinin yanı sıra Gorbaçov’un kullandığı ‘’yeni düşünce,’’ 1956 jenerasyonunun benimsediği Batılı fikirler arasında yer almaktaydı. Perestroyka ve Glasnost’un kilit mimarlarında biri olan Alexander Yakovlev, Amerika’ya gelen bir değişim öğrencisiydi ve Amerika’nın çoğulculuk kuramlarının cazibesine kapılmıştı. Ulus-aşırı iletişimin ve temas olanaklarının artması, Demir Perde’nin aralanmasına yardımcı oldu ve Batılı popüler kültür ve liberal fikirlerin yayılmasını sağladı. Batı’nın ekonomik başarısının görünürdeki etkisi de, onlara ek bir cazibe kaynağı sundu. Sert askeri güç Sovyetlerin yayılmacılığını caydırırken, yumuşak güç de Demir Perde’nin gerisindeki komünizm inancını erezyona uğrattı. Berlin Duvarı en sonunda 1989 yılında yıkıldığında, bunun sebebi, ağır silahların, yarattığı baskı değil, sivillerin elindeki balyoz ve buldozerlerin şiddetli hücumuydu.
İmparatorluğun topraklarının aşırı yayılmış olmasına gelirsek, Sovyetlerin devasa savunma bütçesi, Sovyet toplumunun diğer unsurlarını da etkilemeye başlamıştı. Sağlık hizmetleri azalmış; ölüm oranı artmıştı. Ordu bile imparatorluk topraklarının aşırı yayılmış olmasının sebep olduğu külfetin bilincindeydi. 1984 yılında, Sovyet Genelkurmay Başkanı Marshall Ogarkov, Sovyetler Birliği’nin çok daha iyi bir sivil ekonomik temele ve Batı’nın ticaret ve teknolojisine çok daha fazla erişime ihtiyacı olduğunu fark etti. Dolayısıyla, her ne kadar son kertede bu sürecin derinlerdeki sebepleriyle (Komünist ideolojinin çöküşü ve Sovyet ekonomisinin başarısızlığı) ilgilenmemiz gerekse de, yumuşak güç ve imparatorluk topraklarının aşırı yayılmasının orta vadeli nedenleri önemliydi. Komünizm’in savaş sonrası dönemde meşruiyet kaybı, oldukça çarpıcıydı. Erken dönemde, yani 1945’ten hemen sonra, Komünizm oldukça çekici bir hal almıştı. Bir çok komünist, Avrupa’da faşizme karşı direnişe önderlik yapmış; bir çok kişi, komünizmin ‘’geleceğin dalgası’’ olduğuna inanmıştı. Sovyetler Birliği, komünist ideoloji sayesinde oldukça büyük bir yumuşak güç kazanmıştı; ancak bu gücü heba etmişti.
Sovyetlerin yumuşak gücü, 1956’daki Stalinsizleştirme süreciyle, 1956 yılında Macaristan’daki, 1968 yılında Çekoslavakya’daki ve 1981 yılında Polonya’daki baskı ortamıyla, ve son kertede liberal fikirlerin artan bir şekilde ulus-ötesi iletişimi sonucunda aşamalı bir şekilde kesintiye uğradı. Her ne kadar teoride komünizm, bir sınıf adaleti sistemi aşılamak istese de, Lenin’in mirasçıları, reform kampları, gulaglar, yaygın sansür uygulamaları ve casuslar kullanarak sert ve acımasız bir devlet güvenlik sistemi kurdular; ve bu şekilde ülke içindeki gücü ellerinde tutmak istediler. Bu baskıcı tedbirlerin Rus halkı üzerindeki net etkisi ise, sisteme olan inancın genel anlamda kaybolması oldu. Yer altı protest literatürü ve insan hakları aktivistlerin ihtilaflarını giderek daha fazla dillendirmelerinde, bunun net etkisi oldu.
Bunun ardında, Sovyet ekonomisinde yaşanan çöküş de bulunmaktaydı. Bu çöküş, Sovyet merkezi planlama sisteminin dünya ekonomisindeki değişime yanıt verme yeteneğindeki azalmayı gözler önüne seriyordu. Stalin, ağır metal ve fabrika-temelli endüstrileri önceleyen bir merkezi ekonomik yönelim sistemi oluşturmuştu. Bu sisten hiç esnek değildi ve işgücünü büyüyen hizmet endüstrilerine transfer etmek yerine işgücünü depolamaya meyilliydi. Ekonomist Joseph Schumpeter’in dikkat çektiği gibi, kapitalizm yaratıcı bir yıkımdır; büyük teknolojik değişim dalgalarına esnek bir şekilde yanıt vermenin bir yoludur. Yirminci yüzyılın sonunda, üçüncü endüstriyel devrimdeki büyük teknolojik değişim sonucunda, ekonomideki en kıt kaynak olan ‘’istihbarat’’ın rolü giderek artmaya başladı. Sovyet sistemi, istihbaratı idare etmede yetenekli sayılmazdı. Siyasi sistemin içinde bulunduğu derin gizlilik hali, bilgi akışının yavaş olduğu ve ağır işlediğini gösteriyordu. Ronald Reagan’ın kurduğu savunma sistemi ise, zaten ekonomik olarak sıkıntılı bir durumdaki siyasi rejimin üzerinde ilave bir baskı oluşturdu. Sovyetlerin malları ve hizmetleri, dünya standartlarını yakalayamıyordu. Yirminci yüzyılın sonunda dünya ekonomisi büyük bir çalkantı yaşamaktaydı; ancak piyasa sistemlerini kullanan Batılı ekonomiler, hizmet sektörüne işgücü sağlayabiliyor; ağır endüstrileri yeniden örgütleyebiliyor ve bilgisayar ortamına geçiyordu. Sovyetler Birliği ise tüm bu değişimlere ayak uyduramıyordu. Örneğin Gorbaçov 1985 yılında başa geldiğinde, Sovyetler Birliği’nde 50.000 adet şahsi bilgisayar vardı; Amerika’da ise aynı dönemde 30 milyon! Dört yıl sonra SSCB’deki kişisel bilgisayar sayısı yaklaşık 400.000’i bulduğunda, Amerika’daki sayı 40 milyona varmıştı. Piyasa odaklı ekonomiler ve demokrasiler, Stalin’in 1930’lu yıllarda kurduğu merkezi Sovyet sistemiyle kıyaslandığında, teknolojik değişime çok daha esnek bir şekilde yanıt verebilmekteydi. Bir Sovyet ekonomiste göre, 1980’li yılların sonunda, Sovyet endüstrisinin sadece %8’lik bir kesimi dünya standartlarında rekabet gücüne sahipti. Endüstrinizin %92’si vasatın altındayken, bir süper güç olarak yolunuza devam etmek zor olsa gerek!
Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, ciddi bir dönüşüm sürecinden geçti. Sovyet devletinin planlı ekonomisini reddeden, Soğuk Savaş sonrası Rusya, Boris Yeltsin liderliğinde demokratikleşme ve ekonomik liberalizasyon sürecine yöneldi. Bununla birlikte söz konusu yolda bir dizi tehlike bulunmaktaydı. Uluslararası Para Fonu’nun tavsiyesini takiben, Rusya hükümeti ilk önce ekonomik bir ‘’şok terapi’’ uyguladı; böylelikle ekonomik otokrasiden liberal demokrasiye geçiş sağlanacaktı. Bununla birlikte, söz konusu uygulama Rus toplumunu o kadar rahatsız etti ki, derhal rafa kaldırıldı. Ekonomik ve siyasi durum kötüleştiği için, Rus milliyetçiliği ve devlet kontrolü de, Vladimir Putin başkanlığı döneminde yeniden canlandı.
Peki, yirmi yıl önceki dönüştürücü uygulamaların ardından, Rusya bugün nasıl bir noktada bulunuyor? Kimilerine göre, Rusya, kilit öneme sahip ve yükselen bir ekonomi; ayrıca BRIC denen ülkelerin de bir üyesi. Goldman Sachs, 2001 yılında ‘’BRIC’’ kelimesini ortaya attığında, yatırım firmaları tarafından ‘’yükselen piyasalar’’daki kar getiren fırsatlara dikkat çekmek istemişti. BRIC ülkelerinin dünyadaki üretim payları, 2000’den 2008’e dek hızlı bir şekilde artarak % 16’dan %22’ye yükseldi. Bu ülkeler, bir araya geldiklerinde çok daha başarılı oluyorlardı. Yüzyılın ilk onluk diliminde, BRIC ülkelerinin toplam nüfusu, dünya nüfusunun %42’sine, dünyadaki büyümenin ise üçte birine karşılık geliyor.
Ne tuhaftır ki, Rusya’nın bu kategoriye çok daha fazla uyumlu olmamasına karşın, bu ekonomik kelimeye süreç içinde siyasi bir anlam yüklendi. 2009 Haziran’ında, dört ülkenin dışişleri bakanları Yekaterinburg’da bir araya geldiklerinde, BRIC ülkeleri küresel yabancı rezervlerin %42’sine sahipti (her ne kadar bu oranda önemli bir pay Çin’e ait olsa da). Başkan Dimitri Medvedev, ‘’eğer kullanılan mali enstrümanlar, sadece tek bir para birimine endeksli olursa, başarılı bir küresel döviz kuru sisteminin olamayacağına’’ dikkat çekmişti. Her ne kadar Rusya, Çin’in ticaretinde sadece %5’lik bir dilime sahip olsa da, iki ülke, aralarında döviz takası anlaşması yaptıklarını açıkladılar.
Ancak, (şimdilerde Güney Afrika’yı da içine alacak şekilde genişleyen) BRIC ülkelerinin bir toplantısı, kısa dönemli diplomatik taktikler için uygun olsa da, içlerinde derin bölünmeler yaşayan ülkeleri aynı kefeye koymuş oluyor ve bu durumda üç gelişmekte olan ekonomiyle birlikte, geçmişin bir süper gücü olan Rusya’yı bir arada düşünmek pek anlamlı olmuyor. Bu dört ülke arasında Rusya’nın en küçük ve en eğitimli nüfusa sahip olduğunu anımsatmak da gerekiyor. Ayrıca, Rusya, diğer üç ülkeyle kıyaslandığında, kişi başın en fazla gelir düşen ülke. Daha da önemlisi, bir çok gözlemcinin inancına göre, diğer üç ülke güç kaynakları açısından yükselişe geçmişken, Rusya’nın güç kaynakları azalıyor. Financial Times’a göre, yirmi yıl kadar önce, ‘’Rusya, bilimsel bir süper güç idi; Çin, Hindistan ve Brezilya ile kıyaslandığında çok daha fazla araştırma yürütüyordu. O tarihten beri, bilimsel gelişme alanında sadece Çin’in değil, Hindistan ve Brezilya’nın da gerisinde kaldı.’’ BRIC kısaltmasının merkezinde, Rusya’nın değil, Çin’in kaynaklarındaki artış bulunuyor.
Nikita Kruçev’in 1959 yılındaki o meşhur bölünmesini anımsarsak, Sovyetler Birliği’nin en geç 1970 veya 1980 yılında Amerika’nın yerini alacağını öngörmüştü. 1976 yılı gibi geç bir tarihte; Leonid Breznev, Fransız cumhurbaşkanına, komünizmin 1995 yılında tüm dünyayı egemenliği altına alacağını söylemişti. Bu ve benzeri öngörüler, Sovyetler Birliği’nin yılda %5 ila 6 arasında büyüyeceği ve dünya üretiminden payının 1950’den 1970’e dek %11’den %12,3’e yükseleceği yönündeki tahminlerle birlikte daha da perçinlenmekteydi. Bununla birlikte, Sovyetlerin büyüme rakamları ve dünya üretiminden aldıkları pay, uzun zamandır azalmaktaydı. Daha da şaşırtıcı olanı ise, geriye dönüp bakıldığında, Amerika’nın Sovyetlerin gücüne dair yaptıkları değerlendirmelerin hiç de gerçeği yansıtmamasıydı. 1970’li yılların sonunda, ‘’Mevcut Tehlikeye Dair Komite’’nin iddiasına göre, Sovyetler Birliği Amerika’yı geride bırakıyordu; 1980 yılındaki seçimler ise, söz konusu korkuların yansımasıydı bir anlamda…
Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında çökmesi sonucunda, Rusya’nın toprakları (SSCB’nin %76’lık bölümü) nüfusu (SSCB’nin %50’lik bölümü) ekonomisi (SSCB’nin %45’lik bölümü) ve askeri personeli (SSCB’nin%33’lük bölümü) önemli ölçüde daraldı. Dahası komünist ideolojinin yumuşak gücü de önemli oranda ortadan kayboldu. Bununla birlikte Rusya’nın elinde yaklaşık 5000 ve her ne kadar toplam askeri harcaması dünya genelinin sadece %4’ünü (Amerika’nın payının ise onda birini) oluştursa da bir milyondan fazla kişi de silah altındaydı. Küresel güç projeksiyonu yetenekleri de büyük oranda azalmıştı. Ekonomik kaynaklar açısından bakıldığında Rusya’nın 2.3 trilyon dolarlık gayrisafi yurtiçi hasılası, Amerika’nınkinin yedide biri kadardı;16.000 dolarlık kişi başına düşen gelir ise (alım gücü paritesi üzerinden), Amerika’nınkinin yaklaşık üçte birine tekabül etmekteydi. Rus ekonomisi, petrol ve doğalgaz ihracatına önemli oranda bağımlıydı; ileri teknoloji ihracatları ise, mamul ihracatların sadece %7’sini oluşturmaktaydı (Amerika’da ise %28’ini). Yumuşak güç bağlamından bakıldığında, Rusya’nın ‘’askeri güç de dahil olmak üzere sert güç kullanması gerekiyordu; çünkü oldukça tehlikeli bir dünyada yaşıyordu ve arkasına sığınacak hiç kimsesi yoktu. Ayrıca, Rusya’nın yumuşak gücü de (yani; sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik cazibesi) oldukça sınırlıydı.’’
Rusya, artık Komünist ideolojinin ve hantal yapıdaki merkezi planlama sisteminin etki alanından çıkmış; her ne kadar halen bir tehdit olarak varlığını korusa da geçmişe nazaran olası etnik bölünmelerden büyük ölçüde kurtulmuştu. Etnik Ruslar, eski Sovyetler Birliği’nin sadece yarısını oluştururken, Rusya Federasyonu’nda şimdi %8’lik bir dilime sahipler. Etkin bir piyasa ekonomisine yönelik siyasi kurumlar, büyük ölçüde eksik ve yolsuzluk da yükselişte. Rusya’nın harami baron kapitalizminin, piyasa ilişkilerine güven yaratacak düzeyde etkin bir düzenlemeden mahrum olduğu görülüyor. Kamu sağlığı sisteminde aksaklıklar söz konusu; ölüm oranları yükselmiş durumda; doğum oranları ise düşüyor. Rusya’da bir erkeğin ortalama ömrü 60. Bu da ileri ekonomi için oldukça düşük bir rakam. Birleşmiş Milletlerin nüfus bilimcilerinin orta vadeli tahminlerine göre, Rusya’nın nüfusu bu gün 145 milyon iken, yüzyılın yarısına gelindiğinde 121 milyona gerileyebilir. Rusya’nın demografisini koruması için 2020 yılına kadar 12 milyon göçmeni ülkesine kabul etmesi gerekiyor ki, bu da pek gerçekçi bir hedef olmayacaktır.
Rusya açısından bir çok gelecek tahmini söz konusu olabilir. Bir aşırı uçtan bakıldığında, bir çöküş yaşanacağını öngörenler ve Rusya’yı, yolsun kurumları ve iflah olmaz nüfus ve sağlık sorunlarıyla bir ‘’bir hasat ekonomisi’’ olarak görenler bulunuyor. Diğerleri ise, Rusya’nın reform ve modernleşme yoluyla tüm bu sorunların üstesinden gelebileceğini düşünüyorlar ve lider kadronun bu yoldan ilerlemesini salık veriyorlar. 2009 yılı sonunda, Başkan Medvedev, Rusya’ya ‘’ekonomisini modernleştirmesi, doğal kaynaklara duyduğu aşağılatıcı bağımlılıktan kurtulması ve dünya gücü olarak kalma yolundaki çabalarını sekteye uğratan Sovyet-mirası davranışlardan arınması’’ için bir uyarı çağrısında bulundu. Ancak, işlevsiz hükümet ve her yana nüfuz etmiş yolsuzluk, modernizasyonu zorlaştırıyor. Alfa Bank’ın başkanı Peter Aven’e göre, ‘’ekonomik açıdan bakıldığında, Rusya, Sovyetler Birliği’ne giderek daha fazla benziyor. Rusya’nın da petrole çok yoğun bir bağımlılığı var; ayrıca sermaye ve ciddi reformlara da ihtiyaç duyuyor; sosyal yükü ise oldukça ağır. Rusya açısından temel tehdit, durağanlıktır.’’
Vladimir Putin’in yeniden başkan olmasıyla birlikte, Rusya’nın küresel bilgi çağında dinamizmini koruması için gereken reformların yapılıp yapılmayacağını bekleyip görmek gerekiyor. Sonuç ne olursa olsun, Rusya’nın, sahip olduğu büyük insan sermayesi, siber teknoloji yetenekleri ve Avrupa ile Çin’e yakınlığı dolayısıyla, reform konusunda iradesi olmasa da potansiyeli olacak. Amerika’nın bakış açısından bakıldığında ise, Rusya’nın elinde halen tehdit oluşturacak bir potansiyel bulunuyor; bunun da temel nedeni, Rusya’nın Amerika’yı yok edecek kadar füze ve nükleer statüsünden vazgeçmede giderek daha çekimser hale getirdi. Rusya’nın elinin altında devasa sayıda eğitimli bir halk, yetenekleri bilim adamları ve mühendisler ve uçsuz bucaksız doğal kaynaklar var. Ancak, Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kırk yıl boyunca Amerikan gücünün karşısında oluşturduğu denge misali Rusya’nın da benzeri bir karşıt-güç oluşturacak kadar kaynaklara sahip olmadığı da aşikar. Güç dengesi açısından Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri, uluslararası ortamı şekillendirmede bir çıkar birliği içindeler; keza böylelikle yükselen bir Çin’in ‘’sorumluluk sahibi bir ortak’’ olarak davranmasını teşvik etmek istiyorlar.
Gücün Geleceği adlı kitabımda, bu yüzyılın başında iki büyük ‘’güç değişimi’’nin yaşandığını iddia ediyorum: ‘’Batı’dan Asya’ya doğru bir ekonomik güç değişimi.’’ Devlet-dışı aktörlerin yarattığı yeni ulus-aşırı sorunların (örneğin, küresel mali istikrarsızlık, iklim değişikliği, terörizm ve salgın hastalıklar) yaşandığı bir dünyada, Amerika ve Rusya’nın bu yeni sorunlarla başa çıkmada birlikte çalışmaktan çok büyük bir kazanç sağlayacağı görülüyor. Kısacası, zayıf ve gücü giderek azalan bir Rusya yerine, güçlü ve reform yaşamış bir Rusya ile ortaklık, Amerika açısından da oldukça avantajlı bir durum olacak. Umarız, Rusya’nın da Soğuk Savaş’ın bitiminden üzerinden otuz yıl geçtikten sonra tercih edeceği yön bu şekilde olur.
Joesph S. Nye* tarafından kaleme alınan bu analiz Mepa News okurları için tercüme edildi.
* Amerikalı siyaset bilimci. Harvard Üniversitesinde profesör. Gücün Geleceği kitabının yazarı.