Sömürgeci yapılar altında faaliyet gösteren yardım endüstrisi
Yazar Lynne Jones, kendi deneyimlerinden yola çıkarak “uluslararası yardım” mitinin yaldızlarını söküyor ve sömürgeci önyargılardan ve yapılardan ayrı bir alternatif öneriyor.
İngiltere’de Oxfam çalışanlarının Çad ve Haiti’de yardım ediyor olması gereken insanları seks ticaretine alet ettiğinin ortaya çıkması üzerine uluslararası yardım kuruluşlarının faaliyetleri mercek altına alınmıştı. Tartışma yeni değil; yardım paralarını nasıl harcadıklarından insan ticaretine varan suçlara karışmalarına dek, bu kuruluşlar daha önce de eleştiriliyordu ama son olay, kadınlara yönelik cinsel şiddet ve istismarın hiç olmadığı kadar görünür olduğu #BenDe kampanyası gibi bir etki yarattı. Yazar Lynne Jones, kendi deneyimlerinden yola çıkarak “uluslararası yardım” mitinin yaldızlarını söküyor ve sömürgeci önyargılardan ve yapılardan ayrı bir alternatif öneriyor.
Yardım endüstrisi de kendi #BenDe anını yaşıyor olabilir, fakat cinsel sömürü sadece bir semptom ve sorunun kökleri daha derinlerde: Felaket ve çatışma bölgelerine yapılan çoğu yardımın tabi olduğu yeni sömürgeci yapılar. Meselenin bu tarafı görülmezse, sorunu hiçbir bağımsız soruşturma komitesi veya acil yardım hattı çözemeyecektir. 25 yıldan uzun süredir bir yardım çalışanıyım. Yardım edilenleri güçlendirdiğini ve onlara kulak verdiğini iddia etseler de aslında onları marjinalleştiren, dışlayan ve güçsüzleştiren yapılar üzerinden yürüttüm yardım faaliyetlerimi.
2010 Haiti depreminden sonraki yardım çabaları bu yapıların nasıl çalıştığının iyi bir örneği: 2010’un ilk yarısını, büyük bir uluslararası STK için çalışırken bir akıl sağlığı programı hazırlayıp hayata geçirmeye harcadım. Haitili meslektaşlarım hala çadırda kalırken, ben başkalarıyla birlikte, yüzme havuzu ve yemyeşil bir bahçesi olan güzel bir villada kalıyordum.
Bu durum hepimizin çalıştığı insani yardım kuruluşu ile onun sömürgeci kökenleri arasındaki yakın benzerliği yoğun şekilde fark etmeme neden oldu. İnsani yardım üzerine çalışan bir tarihçi olan Michael Barnett, Empire of Humanity (2011) kitabında benim kuşağımdaki insani yardım aktörlerini, yaptığımız işin iki önemli ve birbiriyle bağlantılı yönünü görememekle eleştiriyor. Birincisi, insani duygularımızı, acı çekmeyi besleyen ve gerçekten de insani yardım aktörlerinin kendileri iyi hissetmeye devam edebilmesi için onun sürekli var olmasını gerektiren bir statü sembolüne dönüştürmemiz. İkincisi, giderek profesyonelleşen, merkezileşen ve bürokratikleşen insani yardım düzeninin, yardım ettiği iddiasındakileri nasıl güçsüzleştirdiğini ve sömürgeci atalarımızın ‘babacan’ alışkanlıklarını nasıl kopyaladığını göremeyişimiz: o babacan sömürgeci misyonerler de, kendilerini koruyan sömürgeci devletin korumasına dayanarak köleliği sona erdirme ve ‘yerlileri aydınlatma’ iddiasındaydılar.
İnsani yardım alanında çalışan dostlarımın dehşet içinde yok daha neler dediğini duyabiliyorum. Birçoğumuz asi, siyaset karşıtı arka planlardan geliyoruz ve insani yardımı ‘adalet’, ‘eşitlik’, ‘mahrumiyetten ve baskıdan azade bir yaşam hakkı’ gibi evrensel ve apolitik olması gereken değerlere ulaşma yolunda bir adım olarak görüyoruz. Bu projenin sömürgecilikle ilgisi olmamalı. Keşke öyle olsa…
BM 2010’da Port-au-Prince havalimanında havalandırmalı ve elektrikli bir konteynır kent organize etti ve yönetti. Konteynır kentin manzarası endüstriyeldi, işleri insani vazifeleri yerine getirmek ve dünya düzenini daha adil kılmak olan iyi niyetli ve iyi maaşlı yabancı yardım çalışanları ordusunun toplanma noktasıydı. Bu arada ise Haitililer bizim duvarlarımızın ötesindeki yıkık dökük kasabalarda çadırda kalıyor, bize yemek hazırlıyor, evlerimizi temizliyor, arabalarımızı kullanıyor ve güvenliğimizi sağlıyordu.
Her gün olağanüstü Haitili profesyonellerle – doktorlar, hemşireler ve psikologlar – birlikte çalışıyordum ama ana koordinasyon toplantılarına girenler Batılı meslektaşlarım veya bendim. Haitili bakanların yanı sıra, uluslararası STK’larda bir görevi olanlar haricinde bu toplantılara çok az Haitili katılıyordu. Bizim dışımızdaki bir sürü yerel yardım grubuna ve kuruluşa hiçbir bilgi ulaşmıyordu, ulaşım imkanından yoksundular ve BM’nin konteynır kentine girme ve BM güvenlik sisteminden geçme izinleri yoktu. Geleneksel sağaltma sistemlerinin uygulayıcıları -Haitililerin büyük çoğunluğunun yardımlarına başvurduğu rahipler, papazlar ve şifacılar- davet edilmiyordu. Temmuz’da 60 kadar STK “daha iyi koordinasyon” amacıyla bir yürütme komitesi seçti. Hiçbir Haitili kuruluş orada değildi, bu yüzden dahil edilmediler.
Pétionville kampı ne olup bittiğinin güzel bir örneğini sundu. Deprem öncesinde burası golf sahası, tenis kortları ve yüzme havuzuyla, demir tellerle çevrili 1930’lar tarzı bir kulüptü. Yıllardır kulübün Amerikalı sahipleri ile sıkış tıkış şehirlerinin ortasındaki bu yemyeşil tepeliklere imrenerek bakan yoksul işgalciler arasında bir mücadele sürüp gidiyordu. Depremden sonra 60 bin kadar insan buraya geldi ve dik yamaçlarda barınacak bir şeyler inşa ederek yaşamaya başladı.
ABD ordusunun 82. Hava İndirme Tümeni lojistik üssünü kulüp içinde ve çevresinde kurduğundan, işgalciler aslında binaları işgal etmediler (veya yıkıp dökmediler). Ardından kamp idaresini Hollywood yıldızı Sean Penn’in STK’sı aldı ve askerler kampın dışına taşındı, Amerikalı sahipler de kulübü yenilediler. Bu sayede mekân benim gibi yardım çalışanları için, tepenin eteklerinde, çitlerin ötesindeki kampa doluşmuş insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yola çıkmadan önce toplantı yapmak ve eğitimler düzenlemek için çok güzel bir yere dönüştü.
2013’te Mozambik’te iyi maaşlı yardım çalışanlarının uzak köylere gidip yoksul çiftçilerden mango toplamayı veya pirinç yetiştirmeyi bir kenara bırakıp anaokulu işletmek için gönüllü olmalarını, yani hiçbir karşılık olmaksızın çalışmalarını isteyen bir kuruluş için çalışıyordum. Bu işe maaş ödenmesi için Dünya Bankası’ndan fon istenmesini önerdiğimde, bunun için fon olmadığı söylendi. Oysa karmaşık STK bürokrasisi ve hükümet görevlileri için aynı mazeret geçerli değildi.
2016’da Yunanistan’da, bir mülteci kampında kamptaki ailelere psikososyal destek sağlamak üzere kendi kendilerine örgütlenmiş küçük bir mülteci grubu ile birlikte çalıştım. Kampın sorumlusu olan uluslararası STK’nın onları marjinalleştirip güçten düşürmek için elinden gelen her şeyi yaptığına şahit oldum: Elle yazıp astıkları ilanları söktüler, logo taşıyan yelekler giymelerini yasakladılar, başlattıkları okulu idare etmesi için onların yerine uluslararası bir STK’yı getirdiler. Ama gönüllü olarak düzenli çöp toplama ve diğer kamplarda büyük bir sıkıntı olan etnik gerilimleri düşürme işlevine sahip sosyalleşme alanlarını örgütleme gibi işleri yapan onlardı; mülteci kadınların geceleri korunmak için başvurdukları mültecilerin kendisi tarafından örgütlenmiş olan bu gruptu. Uluslararası personel ise ortada olmazdı. Evde rahat yataklarına gitmiş olurlardı.
En muhtaç durumdakileri kullanmama konusunda ciddiysek eğer, onları güçlendiriyor olmamız gerek. Bu sadece hükümet yetkilileri ile işbirliği içinde olmak anlamına gelmiyor, en çok etkilenenleri onlara doğrudan yetki ve karar hakkı vererek güçlendirmek demek. Tüm yardım paralarını doğrudan etkilenenlere aktarmaya ve nasıl harcanacağına onların karar vermesine izin vermeye ne dersiniz? O zaman ne kendilerini ne de çocuklarını satmak zorunda kalırlar. Yeni veya orijinal bir fikir değil ama kesinlikle zamanı gelmiş bir fikir.
Tercüme: Yeni Özgür Politika